Hikayede, Hasan adında bir çocuk vardır ve İstanbul’da yaşamaktadır. İstanbul’da yaşarken anne ve babasını kaybetmiş, hiç yakın akrabası kalmamıştır. Yöre halkı Hasan’ı Filistin’e, halasının yanına göndermeyi uygun görmüştür. Hasan’ı vapura bindirip Filistin’e gönderirler. Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahlarlar:
-“Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.” derler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine dönerler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordur. Hasan vapurda; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlenmiştir.Beş yaşında olan Hasan; peltek, şirin konuşmalarıyla da güverte yolcularını epeyce eğlendirmiştir. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk almıştır.
Hayfa'ya çıktıktan sonra onu bir trene koyarlar. Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştur. Hasan, köşeye büzülür; bir şeyler soran olsa da susar, yanakları pençe pençe, al al olarak susar. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susmaktadır. Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükenmiştir ve zeytinlikler de seyrekleşmiştir. Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. Bunlar da biter; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardır; ne ağaç vardır, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
Hasan'ı bir istasyonda indirirler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırır. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
-Ya habibi! Ya ayni! Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmiştir; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...Hasan durgun, tıkanıktır; susuyor, susuyordu.Öyle haftalarca susar.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak susar. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordur, yine susuyordur.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardır. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştır; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordur.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırır. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girer. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordur.
Konuşurlar, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizer.
Satıcı iskemlesine oturur. Hasan da merakla karşısına geçer. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyreder. Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakar. Susuyor ve bakıyordu.Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unutur, dalgınlığından anadiliyle sorar:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin? Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-Istanbul'dan geldim.
-Ben de o taraflardan... İzmit'ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıdır; gözlerinin akına kadar sarıdır. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştır. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardır. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sorar:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlatır. Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif eder; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyler. Bir aralık da kendisi sorar:
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle sallar: Uzun iş manasına... ve mırıldanır:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan'dır, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordur. Aklına ne gelirse söyler. Eskici hem çalışır, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletir; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinler; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinler. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordur. Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmiştir. Demirini topraktan çeker, köselesini dürer, çivi kutusunu kapar, çiriş çanağını sarmalar. Bunları hep aheste aheste yapmıştır.
Hasan, yüreği burkularak sorar:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman görür ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
Ağlama diyorum sana! Ağlama.
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmiştir. Önüne geçmeye çalışır amma yapamaz, kendini tutamaz; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duyar.
KÖPEK :
Osman memleketinden uzun süre önce ayrılır ve Lübnan’da çalışmaya başlar. Osman kimseyle konuşmayan çok yalnız biridir. Bir gün yine işe çıkmışken arkasına bir köpek takılır. Ona bakınca onunda memleketinden uzak olduğunu düşünür. Köpeğin kaderinin kendisine benzediğini düşünerek onu yanına alır. Artık her yere onunla gider olmuştur. Köpek, Osman’ın yanına geldiğinden beri kilo alır, Osman’la oynamaya onu sevmeye başlar.
Bir gün Osman’ı Lübnan’da zabitler yakalar. Yasak olarak çalıştığından dolayı onu şehir dışı etmek isterler. Ama köpeğin onunla beraber gitmesini istemezler. O zamanlar hayvanların hastalık bulaştırma tehlikesi olduğu için, onları şehir dışı etmek yasaktır. Bu nedenle Osman’ı köpeksiz şehir dışı ederler. Osman çok üzülür hatta ayrılırken köpekle bile vedalaşır. Köpek ağlamaklı olmuştur ama bir şey yapamaz. Osman’ın eski neşesi artık kalmamıştır. Kader yine ona kazığını atmıştır.
TESTİ
Ömer adında bir genç Lübnan’da şöförlük yapmaktadır. Bir akşam arabasına üç bedevi biner ve ondan hemen bir doktara gitmesini isterler. Adamlardan biri nefes alırken zorluk çekmektedir. Ömer merak edip nesi olduğunu sorar. Bedevilerden yaşlıca olanı yanındakinin testişinden su içerken, testinin içine düşmüş olan bir arının boğazına kaçarak onu soktuğunu söyler.
Lübnan halkı o zamanlar hastalık bulaşır korkusuyla bardak kullanmaz, testiyle içerlerdi. Testiyle içerken de ağızdan birkaç parmak yukarıdan akıtarak içerlerdi. Bu tür olaylar orada çok sık olurdu.
Adam bir ara nefes almamaya başlar. O sırada Ömer doktor yazılı bir yerde durur ve adamı içeri taşırlar. Fakat doktor birkaç saat önce hayata gözlerini yummuştur. Arı tarafından sokulan adamda aradan çok geçmeden doktorun yanında yerini alır.
-“Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.” derler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine dönerler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordur. Hasan vapurda; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlenmiştir.Beş yaşında olan Hasan; peltek, şirin konuşmalarıyla da güverte yolcularını epeyce eğlendirmiştir. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk almıştır.
Hayfa'ya çıktıktan sonra onu bir trene koyarlar. Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştur. Hasan, köşeye büzülür; bir şeyler soran olsa da susar, yanakları pençe pençe, al al olarak susar. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susmaktadır. Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükenmiştir ve zeytinlikler de seyrekleşmiştir. Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. Bunlar da biter; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardır; ne ağaç vardır, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
Hasan'ı bir istasyonda indirirler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırır. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
-Ya habibi! Ya ayni! Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmiştir; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...Hasan durgun, tıkanıktır; susuyor, susuyordu.Öyle haftalarca susar.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak susar. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordur, yine susuyordur.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardır. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştır; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordur.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırır. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girer. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordur.
Konuşurlar, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizer.
Satıcı iskemlesine oturur. Hasan da merakla karşısına geçer. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyreder. Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakar. Susuyor ve bakıyordu.Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unutur, dalgınlığından anadiliyle sorar:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin? Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-Istanbul'dan geldim.
-Ben de o taraflardan... İzmit'ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıdır; gözlerinin akına kadar sarıdır. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştır. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardır. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sorar:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlatır. Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif eder; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyler. Bir aralık da kendisi sorar:
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle sallar: Uzun iş manasına... ve mırıldanır:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan'dır, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordur. Aklına ne gelirse söyler. Eskici hem çalışır, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletir; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinler; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinler. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordur. Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmiştir. Demirini topraktan çeker, köselesini dürer, çivi kutusunu kapar, çiriş çanağını sarmalar. Bunları hep aheste aheste yapmıştır.
Hasan, yüreği burkularak sorar:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman görür ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
Ağlama diyorum sana! Ağlama.
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmiştir. Önüne geçmeye çalışır amma yapamaz, kendini tutamaz; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duyar.
KÖPEK :
Osman memleketinden uzun süre önce ayrılır ve Lübnan’da çalışmaya başlar. Osman kimseyle konuşmayan çok yalnız biridir. Bir gün yine işe çıkmışken arkasına bir köpek takılır. Ona bakınca onunda memleketinden uzak olduğunu düşünür. Köpeğin kaderinin kendisine benzediğini düşünerek onu yanına alır. Artık her yere onunla gider olmuştur. Köpek, Osman’ın yanına geldiğinden beri kilo alır, Osman’la oynamaya onu sevmeye başlar.
Bir gün Osman’ı Lübnan’da zabitler yakalar. Yasak olarak çalıştığından dolayı onu şehir dışı etmek isterler. Ama köpeğin onunla beraber gitmesini istemezler. O zamanlar hayvanların hastalık bulaştırma tehlikesi olduğu için, onları şehir dışı etmek yasaktır. Bu nedenle Osman’ı köpeksiz şehir dışı ederler. Osman çok üzülür hatta ayrılırken köpekle bile vedalaşır. Köpek ağlamaklı olmuştur ama bir şey yapamaz. Osman’ın eski neşesi artık kalmamıştır. Kader yine ona kazığını atmıştır.
TESTİ
Ömer adında bir genç Lübnan’da şöförlük yapmaktadır. Bir akşam arabasına üç bedevi biner ve ondan hemen bir doktara gitmesini isterler. Adamlardan biri nefes alırken zorluk çekmektedir. Ömer merak edip nesi olduğunu sorar. Bedevilerden yaşlıca olanı yanındakinin testişinden su içerken, testinin içine düşmüş olan bir arının boğazına kaçarak onu soktuğunu söyler.
Lübnan halkı o zamanlar hastalık bulaşır korkusuyla bardak kullanmaz, testiyle içerlerdi. Testiyle içerken de ağızdan birkaç parmak yukarıdan akıtarak içerlerdi. Bu tür olaylar orada çok sık olurdu.
Adam bir ara nefes almamaya başlar. O sırada Ömer doktor yazılı bir yerde durur ve adamı içeri taşırlar. Fakat doktor birkaç saat önce hayata gözlerini yummuştur. Arı tarafından sokulan adamda aradan çok geçmeden doktorun yanında yerini alır.