Osmanlı tarihine dair gerek dilimizde ve gerekse yabancı dillerde birçok eser yazılmıştır. Bunların bir kısmı Osmanlıların ilk devirlerine ait Türkçe tarihlerle vakanüvis tarihleridir; eğer biri bu Osmanlı tarihlerini okuyacak olursa, üç kıtaya yayılmış olan bu muazzam imparatorluğa ait pek yüzeysel ve bir kısmı da noksan ve yanlış malumat sahibi olur. Yabancı dillerde yazılmış olanların pek çoğunun yorumları alaycı ve tenkitlerle dolu olarak görülür. Yazar Osmanlı saray teşkilatını en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle ele almaktadır. Yazarın ele almış olduğu bu konular o kadar teferruatlıdır ki, bunları tek tek burada zikretmemiz mümkün değildir. Kitaptan kendi düşüncelerimize göre önemli saydıklarımızın kısa özeti aşağıda bulunmaktadır.
Rumeli fütuhatının devam ettiği ilk zamanlarda Osmanlı Devleti’nin merkezi Bursa idi. Edirne’nin ele geçirilmesinden sonra da burası derhal merkez olmamış, 1417 yılına kadar beklenilmiş ve bu tarihte bugünkü Selimiye Cami civarına saray yapılmıştı. Padişahlar duruma göre bazen Edirne sarayında oturmakla beraber Bursa’yı terk etmemişlerdi. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra da epey müddet Edirne Sarayını tercih etmiş, 1457 senesinde çıkan yangın sonucu payitahtı ile beraber İstanbul’a, bugünkü Topkapı Sarayı’na taşınmıştır.
Osmanlı Hanedanı Oğuz Boylarının Boz ok şubesinden Kayı’lara mensuptur. Osman ve Orhan Beyler Anadolu’da büyük nüfuzları olan Ahi’lerin faaliyetlerinden istifade etmişlerdir. Orhan Bey’den itibaren yavaş yavaş kabile görüntüsünden sıyrılarak ortaya zamanın en modern askeri teşkilatını çıkararak devletleşme yolunda büyük bir adım atılmıştır. Orhan Bey’le beraber kurulan Osmanlı Hanedanı içinde devlet reisinin seçimi II. Murat zamanına kadar nüfuzlu şahsiyetlerle beylerin elindedir. Osmanlı’daki diğer beylerin hükümdarlar üzerindeki hüküm ve nüfuzu Fatih’in İstanbul’u fethine kadar devam etmiştir. Fatih kuvvetli bey ve devlet adamlarının nüfuzlarından saltanat usulünü tesis ederek kurtulmuştur.
Yıldırım Beyazıt’ın vefatından sonra fetret devrinde şehzadeler arasında saltanat mücadelesi doğmuş, nihayetinde bu mücadeleden Çelebi Mehmet galip çıkarak dağılan devleti toparlayabilmiştir. Devletin parçalanma ve dağılma riskine karşı Fatih meşhur kanunnamesine gerektiğinde kardeş katlinin vacip olduğunu koydurtmuştur.
İlk Osmanlı Hanedanı memleketlerini genişletmek ve yeni yeni kanunlarla devlet esasını kuvvetlendirmek için çalışmışlar, gerek kendileri ve gerekse devlet ricali bu yeni devleti ilmi, içtimai eserlerle süslemişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 74 yaşında ordusunun başında bulunarak savaş meydanında vefatına kadar süren Osmanlı padişahlarının faaliyet devirleri, ondan sonra kapanmış sayılmakta ve yazara göre, eğer IV. Murat yaşayıp saltanatı devam etmiş olsaydı, devletin daha sonraki sıkışık devirleri görmeyeceği yani duraklama devrinin daha uzayacağı kuvvetle muhtemeldir.
Osmanlı Padişahları Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren, bizzat divan müzakereleri ile alakalarını kesip, haftada dört gün olan divan toplantılarındaki reisliği, vezir-i azamlara bırakmışlardır. Fatih’e kadar padişahlar az çok aşiret geleneklerine sadık kalmışlardır. Fatih saltanat usulünü tesis ederek halkla daha az temas eder olmuştur. Fatih’in zamanına kadar devlet adamları ve sadrazamlar Türk’tür. Bu tarihlerden itibaren devşirmelikten yetişmiş olan ve Türk olmayanlar bu görevlere getirilmişlerdir. Fatih’in saltanatı tesisini müteakip padişahlar içerisinde bazen deli olanları bile tahta çıkmıştır.
Padişah çocuklarına Çelebi Mehmet zamanına kadar ‘çelebi’ denilmiş, bu tarihten itibaren “şehzade” tabiri kullanılmıştır. Şehzadelerin doğumu büyük ve gayet teferruatlı törenlerle ilan edilir ve I.Abdülhamit zamanına kadar masraflı şenlikler yapılmıştır. Şehzadelerin eğitimine büyük önem verilir kendilerine bir baş hoca tayin edilir ve zamanın bilginlerinden müspet ilimlerde dâhil olmak üzere dini ilimler yabancı dil, at binmek, kılıç kullanmak gibi derslerde verilmiştir. Orhan Bey’den sonra, devlet ailenin müşterek malıdır diye malum olan kanunda tadilat yapılmış ve I.Murat’tan itibaren devlete iştirak hakkı aileden alınarak hükümdar ile onun oğullarına verilmiştir.İlk Osmanlı şehzadeleri önemli olan sancak ve illerde valilik etmiş ve kendilerine payitahttan divan-ı hümayundaki vazife sahipleri gibi divan heyeti, lalalar, kapı halkı, solak, peyk v.s verilmiştir. Saltanat hırsı, hariçten ve dâhilden tahrik, can kaygısı gibi sebeplerden dolayı on altıncı asır başlarına kadar olan zamanda, şehzadelerin fırsat buldukça saltanat iddiasıyla meydana çıktıkları ve başarılı olamayanların derhal öldürüldükleri ve bir kısmının da memleket dışına çıktıkları olmuştur.
Kanuni’ye kadar padişah eşleri, yakın civarlarda bulunan beylerin kızlarıdır. Bu tarihten itibaren padişah eşleri sarayda yetişmiş olanlardan veya hediye edilen güzel kadınlardan seçilmiştir. Yalnızca ikinci Osman devam eden bu geleneğe muhalif olarak Şeyh-ul İslam’ın kızıyla nikâhlanmıştır. Harem, girilmesi yasak olan yer manasına gelmektedir. Muhtelif ırktan seçme güzel kadınları ihtiva eden sarayın harem dairesi; cariyeler, satın alınanlar, sultan ve devlet erkânının hediyeleri olanlardan oluşmaktadır. Bunlar itina ile ve saray terbiyesi denilen muayyen usul ve kaide altında yetiştirilmişlerdir. Hareme girişte uzman bir kadın tarafından muayene edilir,vücutça kusursuz olmaları şartı aranmıştır. Cariyelere dini eğitim, okuma yazma, müzik, biçki, dikiş, nakış gibi eğitim konuları gösterilirdi ve kendi aralarında acemiler, cariye, şakirt, usta ve gedikliler olmak üzere beş adet dereceleri vardır. Padişahın gönlünü çelene ikbal denmiş ve İkbal’in gebe kalması durumunda padişah eşliğine geçirilmişlerdir. Padişahların tahta çıkış ve vefatlarında valide sultanlar için kabul törenleri düzenlenirdi. Bunlardan Nurbanu Sultan, Safiye Sultan, Kösem Sultan devlet işlerine fazlaca müdahale etmiş ve birçok kanunsuzluklara yol açmışlardır. On altıncı asır başlarına kadar padişahlar kızlarını Anadolu beyleri ve onların oğullarına vermişler, bu tarihten itibaren, Osmanlı vezir ve beylerine verilmesi adet edinilmiştir.
Harem ağaları, Osmanlı sarayının ve bütün Enderun ve Harem-i Hümayun ağalarının en büyüğü olmuştur. Derecesi Sadrazam ve Şeyh-ul İslam’dan sonra gelmiştir. Esas vazifesi ise sarayın kadınlara ait olan harem-i hümayun kısmına nezaret etmek işi olmuştur. Harem ağalarının nüfuzları bilhassa on yedinci asırla on sekizinci asrın ortalarına kadar iyice artmış, o kadar ki bazıları devlet idaresini ellerinde bulunduracak derecede büyük bir nüfus ve salahiyet sahibi olabilmişlerdir.
Padişahların cülusları merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni padişaha hemen o gün biat olunmuştur. Bu biatler tamamen bir protokol içerisinde törenle icra edilmiştir. Tahta çıkan her yeni hükümdar cülusundan birkaç gün sonra büyük bir alayla Eyüp’e gider ve orada türbede kılıç kuşanma merasimi yapmıştır.
Sultan tabiri Müslüman hükümdarlarının bilhassa Sünni kısmına ait bir unvandır. Başlangıçtan itibaren halk arasında yaygın olarak kullanılmayıp daha ziyade kitabe, para ve vesikalarda kullanılmış, halk arasında hünkâr ve padişah isimleri tercih edilmiştir.
Osmanlı hükümdarlarından her birinin kendi isimleri ile babalarının isimlerini içeren biri zümrüt diğer üçü altından yüzük şeklinde tuğralı dört adet mühürleri olmuş, her hükümdar değiştikçe tuğra gibi mühürde değişmiştir.
Üç buçuk asırdan fazla bir zaman Osmanlı padişahlarına mesken olan Topkapı Sarayı birçok olaylara sahne olmuştur. Divan-ı Hümayun müzakereleri, ulufe tevzii, sefirlerin kabulü, cülus, bayram tebrikleri gibi merasim hep burada yapıldığı gibi kapı arası hapis ve işkencesi, siyaset ve cellat çeşmesi, balıkhane mahalli de bu saha dâhilindedir. Fakat bunlar sarayın ‘Birun ‘ kısmına ait olup padişahların asıl meskeni olan saray (harem-i hümayun) bambaşka bir teşkilata tabi olmuş ve buna da ‘Enderun’ teşkilatı denmiştir. Padişahlar, takriben on beşinci asır ortalarından itibaren, on sekizinci asır başlarına kadar, şahıslarına mahsus merkez ordusuyla devlet idaresi için elemanlar yetiştirmekten ziyade, Müslüman ve Türk terbiye ve kültürüyle yoğrulmuş, kendilerine sadık bir sınıf yetiştirerek bunların bir kısmını kendi sarayında ve bir kısmını ordusunda terbiye ettirdikten sonra, devletin idare ve düzenini bunların ellerine vermişlerdir. Bu devşirme çocukları, Topkapı sarayına alınmadan evvel büyük bir itina ile yetiştirilerek dini usulleri ve Türkçeyi öğrenir, sistemli tarzda mükemmel bir tahsile tabi tutulurlar ve sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre saray haricindeki muhtelif devlet hizmetlerine tayin edilmişlerdir. Bundan dolayı Osmanlı sarayı aynı zamanda tahsil ve terbiye ile devlet işlerine gönderilecek olanları yetiştiren bir müessese anlamı kazanmıştır.
Birun teşkilatının çok çeşitli işleri olduğundan her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardan seçiliştir. Burada hizmet eden ilmiye sınıfı ile dış ağaları sarayın harem ve Enderun kısmının haricindeki yerlerde oturup işlerini görüp ve akşamları evlerine gidebilme iznine sahiptirler. Bunlar Enderun ağaları gibi sıkı bir disipline ve sarayda yatıp kalkmaya mecbur değiller, arzu edenler sakal salıverebilmiştir. Bilumum birun teşkilatına ait tayinler sadrazam tarafından yapılmıştır.
Osmanlı tarihinde padişah cülusu, doğum, harp ilanı, ordunun hareketi, sadrazamlara mühür verilmesi, denize gemi indirilmesi, sultan düğünü v.s hep müneccim başının tertip ettiği bir cetvel üzerine eşref saat seçimiyle, o saat ve o dakika icra olunmuştur. Müneccim başının vazifelerinin en büyüğü takvim tertip etmek olmuştur.
Türk Tarihi’nin önemli safhalarından biri ve bol miktarda belgesi bulunan Osmanlı Türklerinin tarihte pek büyük rol oynadıkları halde yirmi birinci asırda bile kendi tarihlerini tahlili ve eleştirel bir şekilde yazılmamış olması affolunmaz bir hatadır. Şimdiye kadar hep Osmanlı Tarihini, henüz tüm belgeler deşifre edilemediğinden, yabancıların bakış açısıyla gördük. Haliyle yabancılar içimizi ve kültürümüzü tam kavrayamadıklarından noksan kaldıkları yerlerde kendi kültürlerinin tanımlamalarını bize dikte ettirdiler. Bunun yüzünden kendi insanımızı yanlış tanıdık, kendi tarihimizle barışık olamadık ve köklerimizden gittikçe uzaklaştık.
Okullarda öğrendiğimiz Osmanlı Tarihi genellikle savaşlar, zaferler, mağlubiyetler ve kısmen de Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilatı üzerinedir. Yazar, bu kitapta 600 yıl hüküm sürmüş bir imparatorluğun, saltanat tesisini, saraylarını, şehzadelerini, törenlerini ve saray teşkilatını en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle kendi içimizden biri olarak ortaya koyarak büyük bir boşluğu doldurmuştur.
Özellikle Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlıların bir devlet olabildiğini ve bunun sonucu, günümüz şartlarına göre, mübalağalı bir saray protokol ve törenlerinin var olduğunu görmekteyiz, öyle ki padişahın her günü ve her işi tamamen kasvetli bir tören içerisinde geçmektedir. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve bu ritüelleri gerçekleştirecek personel tefrik edilmiştir.
Günümüzden o zamanlara baktığımızda bunların bize gereksiz, abartılı gelmesi gayet doğaldır. Ama o zamanın şartlarıyla değerlendirdiğimizde belki de asrının gerekleri olabileceği akla pek yatkın gelmektedir .
Rumeli fütuhatının devam ettiği ilk zamanlarda Osmanlı Devleti’nin merkezi Bursa idi. Edirne’nin ele geçirilmesinden sonra da burası derhal merkez olmamış, 1417 yılına kadar beklenilmiş ve bu tarihte bugünkü Selimiye Cami civarına saray yapılmıştı. Padişahlar duruma göre bazen Edirne sarayında oturmakla beraber Bursa’yı terk etmemişlerdi. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra da epey müddet Edirne Sarayını tercih etmiş, 1457 senesinde çıkan yangın sonucu payitahtı ile beraber İstanbul’a, bugünkü Topkapı Sarayı’na taşınmıştır.
Osmanlı Hanedanı Oğuz Boylarının Boz ok şubesinden Kayı’lara mensuptur. Osman ve Orhan Beyler Anadolu’da büyük nüfuzları olan Ahi’lerin faaliyetlerinden istifade etmişlerdir. Orhan Bey’den itibaren yavaş yavaş kabile görüntüsünden sıyrılarak ortaya zamanın en modern askeri teşkilatını çıkararak devletleşme yolunda büyük bir adım atılmıştır. Orhan Bey’le beraber kurulan Osmanlı Hanedanı içinde devlet reisinin seçimi II. Murat zamanına kadar nüfuzlu şahsiyetlerle beylerin elindedir. Osmanlı’daki diğer beylerin hükümdarlar üzerindeki hüküm ve nüfuzu Fatih’in İstanbul’u fethine kadar devam etmiştir. Fatih kuvvetli bey ve devlet adamlarının nüfuzlarından saltanat usulünü tesis ederek kurtulmuştur.
Yıldırım Beyazıt’ın vefatından sonra fetret devrinde şehzadeler arasında saltanat mücadelesi doğmuş, nihayetinde bu mücadeleden Çelebi Mehmet galip çıkarak dağılan devleti toparlayabilmiştir. Devletin parçalanma ve dağılma riskine karşı Fatih meşhur kanunnamesine gerektiğinde kardeş katlinin vacip olduğunu koydurtmuştur.
İlk Osmanlı Hanedanı memleketlerini genişletmek ve yeni yeni kanunlarla devlet esasını kuvvetlendirmek için çalışmışlar, gerek kendileri ve gerekse devlet ricali bu yeni devleti ilmi, içtimai eserlerle süslemişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 74 yaşında ordusunun başında bulunarak savaş meydanında vefatına kadar süren Osmanlı padişahlarının faaliyet devirleri, ondan sonra kapanmış sayılmakta ve yazara göre, eğer IV. Murat yaşayıp saltanatı devam etmiş olsaydı, devletin daha sonraki sıkışık devirleri görmeyeceği yani duraklama devrinin daha uzayacağı kuvvetle muhtemeldir.
Osmanlı Padişahları Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren, bizzat divan müzakereleri ile alakalarını kesip, haftada dört gün olan divan toplantılarındaki reisliği, vezir-i azamlara bırakmışlardır. Fatih’e kadar padişahlar az çok aşiret geleneklerine sadık kalmışlardır. Fatih saltanat usulünü tesis ederek halkla daha az temas eder olmuştur. Fatih’in zamanına kadar devlet adamları ve sadrazamlar Türk’tür. Bu tarihlerden itibaren devşirmelikten yetişmiş olan ve Türk olmayanlar bu görevlere getirilmişlerdir. Fatih’in saltanatı tesisini müteakip padişahlar içerisinde bazen deli olanları bile tahta çıkmıştır.
Padişah çocuklarına Çelebi Mehmet zamanına kadar ‘çelebi’ denilmiş, bu tarihten itibaren “şehzade” tabiri kullanılmıştır. Şehzadelerin doğumu büyük ve gayet teferruatlı törenlerle ilan edilir ve I.Abdülhamit zamanına kadar masraflı şenlikler yapılmıştır. Şehzadelerin eğitimine büyük önem verilir kendilerine bir baş hoca tayin edilir ve zamanın bilginlerinden müspet ilimlerde dâhil olmak üzere dini ilimler yabancı dil, at binmek, kılıç kullanmak gibi derslerde verilmiştir. Orhan Bey’den sonra, devlet ailenin müşterek malıdır diye malum olan kanunda tadilat yapılmış ve I.Murat’tan itibaren devlete iştirak hakkı aileden alınarak hükümdar ile onun oğullarına verilmiştir.İlk Osmanlı şehzadeleri önemli olan sancak ve illerde valilik etmiş ve kendilerine payitahttan divan-ı hümayundaki vazife sahipleri gibi divan heyeti, lalalar, kapı halkı, solak, peyk v.s verilmiştir. Saltanat hırsı, hariçten ve dâhilden tahrik, can kaygısı gibi sebeplerden dolayı on altıncı asır başlarına kadar olan zamanda, şehzadelerin fırsat buldukça saltanat iddiasıyla meydana çıktıkları ve başarılı olamayanların derhal öldürüldükleri ve bir kısmının da memleket dışına çıktıkları olmuştur.
Kanuni’ye kadar padişah eşleri, yakın civarlarda bulunan beylerin kızlarıdır. Bu tarihten itibaren padişah eşleri sarayda yetişmiş olanlardan veya hediye edilen güzel kadınlardan seçilmiştir. Yalnızca ikinci Osman devam eden bu geleneğe muhalif olarak Şeyh-ul İslam’ın kızıyla nikâhlanmıştır. Harem, girilmesi yasak olan yer manasına gelmektedir. Muhtelif ırktan seçme güzel kadınları ihtiva eden sarayın harem dairesi; cariyeler, satın alınanlar, sultan ve devlet erkânının hediyeleri olanlardan oluşmaktadır. Bunlar itina ile ve saray terbiyesi denilen muayyen usul ve kaide altında yetiştirilmişlerdir. Hareme girişte uzman bir kadın tarafından muayene edilir,vücutça kusursuz olmaları şartı aranmıştır. Cariyelere dini eğitim, okuma yazma, müzik, biçki, dikiş, nakış gibi eğitim konuları gösterilirdi ve kendi aralarında acemiler, cariye, şakirt, usta ve gedikliler olmak üzere beş adet dereceleri vardır. Padişahın gönlünü çelene ikbal denmiş ve İkbal’in gebe kalması durumunda padişah eşliğine geçirilmişlerdir. Padişahların tahta çıkış ve vefatlarında valide sultanlar için kabul törenleri düzenlenirdi. Bunlardan Nurbanu Sultan, Safiye Sultan, Kösem Sultan devlet işlerine fazlaca müdahale etmiş ve birçok kanunsuzluklara yol açmışlardır. On altıncı asır başlarına kadar padişahlar kızlarını Anadolu beyleri ve onların oğullarına vermişler, bu tarihten itibaren, Osmanlı vezir ve beylerine verilmesi adet edinilmiştir.
Harem ağaları, Osmanlı sarayının ve bütün Enderun ve Harem-i Hümayun ağalarının en büyüğü olmuştur. Derecesi Sadrazam ve Şeyh-ul İslam’dan sonra gelmiştir. Esas vazifesi ise sarayın kadınlara ait olan harem-i hümayun kısmına nezaret etmek işi olmuştur. Harem ağalarının nüfuzları bilhassa on yedinci asırla on sekizinci asrın ortalarına kadar iyice artmış, o kadar ki bazıları devlet idaresini ellerinde bulunduracak derecede büyük bir nüfus ve salahiyet sahibi olabilmişlerdir.
Padişahların cülusları merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni padişaha hemen o gün biat olunmuştur. Bu biatler tamamen bir protokol içerisinde törenle icra edilmiştir. Tahta çıkan her yeni hükümdar cülusundan birkaç gün sonra büyük bir alayla Eyüp’e gider ve orada türbede kılıç kuşanma merasimi yapmıştır.
Sultan tabiri Müslüman hükümdarlarının bilhassa Sünni kısmına ait bir unvandır. Başlangıçtan itibaren halk arasında yaygın olarak kullanılmayıp daha ziyade kitabe, para ve vesikalarda kullanılmış, halk arasında hünkâr ve padişah isimleri tercih edilmiştir.
Osmanlı hükümdarlarından her birinin kendi isimleri ile babalarının isimlerini içeren biri zümrüt diğer üçü altından yüzük şeklinde tuğralı dört adet mühürleri olmuş, her hükümdar değiştikçe tuğra gibi mühürde değişmiştir.
Üç buçuk asırdan fazla bir zaman Osmanlı padişahlarına mesken olan Topkapı Sarayı birçok olaylara sahne olmuştur. Divan-ı Hümayun müzakereleri, ulufe tevzii, sefirlerin kabulü, cülus, bayram tebrikleri gibi merasim hep burada yapıldığı gibi kapı arası hapis ve işkencesi, siyaset ve cellat çeşmesi, balıkhane mahalli de bu saha dâhilindedir. Fakat bunlar sarayın ‘Birun ‘ kısmına ait olup padişahların asıl meskeni olan saray (harem-i hümayun) bambaşka bir teşkilata tabi olmuş ve buna da ‘Enderun’ teşkilatı denmiştir. Padişahlar, takriben on beşinci asır ortalarından itibaren, on sekizinci asır başlarına kadar, şahıslarına mahsus merkez ordusuyla devlet idaresi için elemanlar yetiştirmekten ziyade, Müslüman ve Türk terbiye ve kültürüyle yoğrulmuş, kendilerine sadık bir sınıf yetiştirerek bunların bir kısmını kendi sarayında ve bir kısmını ordusunda terbiye ettirdikten sonra, devletin idare ve düzenini bunların ellerine vermişlerdir. Bu devşirme çocukları, Topkapı sarayına alınmadan evvel büyük bir itina ile yetiştirilerek dini usulleri ve Türkçeyi öğrenir, sistemli tarzda mükemmel bir tahsile tabi tutulurlar ve sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre saray haricindeki muhtelif devlet hizmetlerine tayin edilmişlerdir. Bundan dolayı Osmanlı sarayı aynı zamanda tahsil ve terbiye ile devlet işlerine gönderilecek olanları yetiştiren bir müessese anlamı kazanmıştır.
Birun teşkilatının çok çeşitli işleri olduğundan her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardan seçiliştir. Burada hizmet eden ilmiye sınıfı ile dış ağaları sarayın harem ve Enderun kısmının haricindeki yerlerde oturup işlerini görüp ve akşamları evlerine gidebilme iznine sahiptirler. Bunlar Enderun ağaları gibi sıkı bir disipline ve sarayda yatıp kalkmaya mecbur değiller, arzu edenler sakal salıverebilmiştir. Bilumum birun teşkilatına ait tayinler sadrazam tarafından yapılmıştır.
Osmanlı tarihinde padişah cülusu, doğum, harp ilanı, ordunun hareketi, sadrazamlara mühür verilmesi, denize gemi indirilmesi, sultan düğünü v.s hep müneccim başının tertip ettiği bir cetvel üzerine eşref saat seçimiyle, o saat ve o dakika icra olunmuştur. Müneccim başının vazifelerinin en büyüğü takvim tertip etmek olmuştur.
Türk Tarihi’nin önemli safhalarından biri ve bol miktarda belgesi bulunan Osmanlı Türklerinin tarihte pek büyük rol oynadıkları halde yirmi birinci asırda bile kendi tarihlerini tahlili ve eleştirel bir şekilde yazılmamış olması affolunmaz bir hatadır. Şimdiye kadar hep Osmanlı Tarihini, henüz tüm belgeler deşifre edilemediğinden, yabancıların bakış açısıyla gördük. Haliyle yabancılar içimizi ve kültürümüzü tam kavrayamadıklarından noksan kaldıkları yerlerde kendi kültürlerinin tanımlamalarını bize dikte ettirdiler. Bunun yüzünden kendi insanımızı yanlış tanıdık, kendi tarihimizle barışık olamadık ve köklerimizden gittikçe uzaklaştık.
Okullarda öğrendiğimiz Osmanlı Tarihi genellikle savaşlar, zaferler, mağlubiyetler ve kısmen de Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilatı üzerinedir. Yazar, bu kitapta 600 yıl hüküm sürmüş bir imparatorluğun, saltanat tesisini, saraylarını, şehzadelerini, törenlerini ve saray teşkilatını en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle kendi içimizden biri olarak ortaya koyarak büyük bir boşluğu doldurmuştur.
Özellikle Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlıların bir devlet olabildiğini ve bunun sonucu, günümüz şartlarına göre, mübalağalı bir saray protokol ve törenlerinin var olduğunu görmekteyiz, öyle ki padişahın her günü ve her işi tamamen kasvetli bir tören içerisinde geçmektedir. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve bu ritüelleri gerçekleştirecek personel tefrik edilmiştir.
Günümüzden o zamanlara baktığımızda bunların bize gereksiz, abartılı gelmesi gayet doğaldır. Ama o zamanın şartlarıyla değerlendirdiğimizde belki de asrının gerekleri olabileceği akla pek yatkın gelmektedir .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder