inceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
inceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2013 Pazar

Altı Şapkalı Düşünme Tekniği, Edward De Bono

Düşünme yeteneklerinden tam olarak tatmin olanlar, düşünmenin tek amacının kendi haklılıklarını kanıtlamak olduğu yanılgısına kapılan insanlardır. Düşünme yeteneği açısından kendilerinin eksiksiz olduğunu düşünen insanlar, düşünmenin yapabilecekleri konusunda sadece sınırlı görüşe sahip kimselerdir. Oysa düşünmenin temel zorluğu karışıklıktır. Bu kitapta yazarın önerdiği sistem çok basittir ve düşünen kişinin her seferinde bir tek şeyi yapmasını sağlar. Böylece kişi duygularını mantığından, yaratıcılığını bilgi birikiminden ayırabilmeyi öğrenir. Yazara göre altı düşünme şapkası bize, düşüncelerimizi bir orkestra şefi gibi yönetme olanağı sağlar. Böylece istenilen zamanda, istenilen düşünce türünün ön plana çıkması sağlanabilir.
           İnsan bazı davranışlara sahip olabilmek için o konuda rol yapar gibi davranmalıdır. Aslında şapka terimi ile anlatılmak istenen şey bilinçli düşünmeden başka bir şey değildir.
           İnsan bir şeye niyet etmeden başarılı olamaz. Önce olmak istediği şeye niyet etmeli ve o bağlamda davranmaya başlamalıdır. İnsan düşünme becerilerini geliştirmek için çeşitli teknikler kullanabilir. Bu altı şapkalı düşünme tekniği de düşünme becerisini geliştirme ile ilgilidir ve yol gösterir.
           Altı düşünme şapkası ile kast edilen rolleri oynamak, insanın vücut sıvılarına da etki ederek harekete geçirmesi ve bunun da düşünmeyi etkilemesi mümkündür. Yazara göre bu altı düşünme şapkası, şartlandırıcı bir dürtü olarak işlev görüp beyinde ki kimyasal dengeyi büyük olasılıkla değiştirebilir.
           Şimdi şapkaların ve sahip oldukları renklerin temsil ettikleri işlevlere gelelim:
           Beyaz şapka: Tarafsız ve objektiftir. Objektif olgular ve rakamlarla ilgilidir. Bilgiyi ele alırken nasıl davranmamız gerektiği konusunda bize yol gösterir. Beyaz şapka düşünmesinin anahtar kuralı hiçbir olgunun olduğundan daha farklı bir şekilde sunulmaya çalışılmamasıdır. Kişisel görüşlerin beyaz şapka altında yeri yoktur. Beyaz şapka düşünmesi önsezi, sezgi, deneyime dayalı yargı, duygu, izlenim ve kişisel görüş gibi değerli şeyleri devre dışı bırakır. Amacı sadece objektif bilgileri almaktır. Beyaz şapka düşünmesi bir disiplin ve bir yöndür. Düşünür, bilgileri sunuş şeklinde daha tarafsız ve daha objektif olmak için çaba gösterir. Birisi sizden beyaz düşünme şapkanızı takmanızı isteyebilir yada siz başkasından onu takmasını isteyebilirsiniz. Beyaz şapkayı takmaya yada çıkarmaya kendi başınıza karar verebilirsiniz. Beyaz, renksizlik; tarafsızlık demektir.
           Kırmızı şapka: Öfke , tutku ve duyguyu çağrıştırır. Kırmızı şapka duygusal bir bakış açısı verir. Kırmızı şapka düşünmesi duygularla, sezgilerle ve düşünmenin akılcı olmayan yönleri ile ilgilidir. Duygular, önseziler ve seziler güçlü ve gerçektirler. Kırmızı şapka bunların varlığını ortaya koyar. Kişisel çıkarlar duygular içinde önemli bir yer tutar. Kırmızı şapka bize duyguların ortaya konulmasını isteme ve onları düşüncenin bir parçası olarak ifade etme izni verir. Kırmızı şapka düşünmesi düşünüre, duygularım budur deme olanağı sağlar. Duyguları düşünmenin bir parçası olarak meşrulaştırır. Aynı şekilde kırmızı şapka başkalarının duygularını araştırma olanağı da sağlar.
           Siyah şapka: Siyah karamsar ve olumsuzdur. Siyah şapka kötümserdir, bir şeyin niçin yapılamayacağını görür. Siyah şapka düşünmesi daima mantıklıdır. Siyah şapka olumsuzdur ama duygusal değildir. Adil olması da beklenemez siyah şapkanın. Siyah şapka mantıklı olumsuzluğa odaklanır. Asla bir fikir tartışması da değildir. Olguların doğruluğu ve konu ile ilgili olup olmadığı beyaz şapka düşünmesi altında ortaya çıkar, ancak doğrulukları siyah şapka altında sorgulanır. Rakamlara ve raporlara karşı çıkmak, siyah şapka düşünmesinin en basit uygulamalarından birisidir. Siyah şapka düşünmesi, ileride ortaya çıkabilecek risklere, tehlikelere, eksikliklere ve potansiyel sorunlara dikkat çeker. Olumlu değerlendirmeler de sarı şapkanın alanına girdiği için yeni fikirlerin ortaya konduğu ortamda sarı şapka daima siyah şapkadan önce takılmalıdır.
           Sarı şapka: Sarı, güneş gibi aydınlık ve olumludur. Sarı şapka iyimserdir, umutla ve olumlu düşünme ile ilgilidir. Kişisel çıkarlar olumlu düşünmenin en güçlü temelidir. Sarı şapka düşünmesi düşünürün kullanmaya karar verdiği bir araçtır. Olumlu görüş, bir fikrin faydalı yönlerini bulmanın sonucu değil, bu faydaları bulmanın yoludur. İyimserlik konusunda anahtar nokta iyimserliği izleyen uygulamaya bakmaktır. Aşırı iyimserlik genellikle başarısızlığa neden olur. Ama her zaman da böyle düşünmemek gerekir. Unutulmamalıdır ki başarılı olanlar, sonuçta başarılı olmayı bekleyenlerdir. Sarı şapka düşünmesinde araştırma ve olumlu spekülasyonlara ağırlık verilir. Bu düşünme biçiminde öne sürülen bir fikrin olası yararları bulunmaya çalışılır. Daha sonra bu yararları destekleyecek gerekçeler bulma yoluna gidilir. Öne sürülen fikre sarı şapka düşünmesi altında mantıksal destek sağlanamazsa başka hiçbir yerde sağlanamaz. Yapıcı ve yaratıcı fikirler sarı şapka düşünmesinin alanına girer. Bir teklif sarı şapka düşünmesi altında değiştirilir, geliştirilir ve güçlendirilir. Bir bakıma siyah şapka düşünmesiyle ortaya çıkarılan hataların düzeltilme alanıdır sarı şapka. Sarı şapka düşünmesi yapıcı ve üreticidir. Sarı şapka düşünmesi tümüyle olumlu coşkuya yer veren kırmızı şapka veya doğrudan yeni fikirler üretilmesine yarayan yeşil şapka ile ilgilenmez.
           Yeşil şapka: Yeşil, çimen, bitki, bereket ve verimli büyüme demektir. Yeşil şapka yaratıcılık ve yeni fikirlerle ilgilidir. Yeşil düşünme şapkası değişim yönünde bilinçli ve yoğun çaba harcamak demektir. Yaratıcılık, olumlu ve iyimser olmaktan daha fazla şeyler içerir. Yeşil şapka düşünmesi, yeni fikirler, yeni yaklaşımlar ve alternatifler talep eder. Düşünme faaliyetlerimizin büyük bir kısmında yargıya varma son derece önemlidir. Yargıya varmadan hiçbir şey yapamayız. Yeşil şapka düşünmesinde yargı terimi yerini hareket terimiyle değiştirmek zorundadır. Yeşil şapka düşüncesiyle bir kişi çılgınca fikirler üretebilir. Birisi hoşunuza gitmeyen bir öneri getirdiğinde siyah şapka takarak o fikri reddetmek yerine, yeşil şapka giyilip o fikir bir kışkırtma olarak ele alınıp, bu tarzda düşünme faaliyeti yapılabilir. Alternatifler aramak yeşil şapka düşünmesinin temel yönüdür.
           Mavi şapka: Mavi serinkanlılığı temsil eder ve aynı zamanda her şeyin üstündeki göğün rengidir. Mavi şapka düşünme sürecinin düzenlenmesi ve kontrolü ile uğraşır. Ayrıca diğer şapkaların da kullanımı ile ilgilidir. Orkestra şefi orkestra için ne yapıyorsa, mavi şapka da düşünme için aynısını yapar. Mavi şapka insanların düşünme faaliyetlerinin programlayıcısıdır. Aynı zamanda mavi şapkayı takarak düşünme adımlarımızın kareografisini de yapabiliriz. Mavi şapka, sadece diğer şapkaların kullanımını düzenlemekle sınırlı olmayıp, önceliklerin değerlendirilmesi yada sınırlamaların ortaya konması gibi düşünmenin diğer yönlerini düzenlemekte de kullanılabilir. Mavi şapkanın işlevlerinden biri de belirli bir konuda düşünmek için bir program tasarlamaktır. Mavi şapka düşünmesi oyunun kurallara uyulmasını sağlar. Mavi şapkanın bu disiplin yönü toplantı başkanının veya bu görev için belirlenmiş kişinin rolü alanına girebilir, ancak yine de herkes konuyla ilgili fikirlerini söylemekte serbesttir. Mavi şapka kontrolün  en önemli görevlerinden birisi de tartışmaları bitirmektir.  
           Ayrıca bu şapka renklerini, üç çift olarak ta düşünebiliriz. Beyaz ve kırmızı; siyah ve sarı; yeşil ve mavi.
           Altı düşünme şapkası kavramının iki ana amacı vardır. İlk amacı, düşünürün her seferinde sadece bir şeyle uğraşmasını sağlayarak düşünme faaliyetini sadeleştirmektir. İkinci ana amacı, gerekli düşünme biçimlerine istenildiği anda geçiş yapmayı sağlamaktır.
           Altı şapka kavramı, ancak insanlar arasında bir tür ortak dil haline geldiğinde verimli olabilir.

25 Şubat 2013 Pazartesi

Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, İsmail Hakkı Uzunçarşılı

Osmanlı tarihine dair gerek dilimizde ve gerekse yabancı dillerde birçok eser yazılmıştır. Bunların bir kısmı Osmanlıların ilk devirlerine ait Türkçe tarihlerle vakanüvis tarihleridir; eğer biri bu Osmanlı tarihlerini okuyacak olursa, üç kıtaya yayılmış olan bu muazzam imparatorluğa ait pek yüzeysel ve bir kısmı da noksan ve yanlış malumat sahibi olur. Yabancı dillerde yazılmış olanların pek çoğunun yorumları alaycı ve tenkitlerle dolu olarak görülür. Yazar Osmanlı saray teşkilatını en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle ele almaktadır. Yazarın ele almış olduğu bu konular o kadar teferruatlıdır ki, bunları tek tek burada zikretmemiz mümkün değildir. Kitaptan kendi düşüncelerimize göre önemli saydıklarımızın kısa özeti aşağıda bulunmaktadır.
    Rumeli fütuhatının devam ettiği ilk zamanlarda Osmanlı Devleti’nin merkezi Bursa idi. Edirne’nin ele geçirilmesinden sonra da burası derhal merkez olmamış, 1417 yılına kadar beklenilmiş ve bu tarihte bugünkü Selimiye Cami civarına saray yapılmıştı. Padişahlar duruma göre bazen Edirne sarayında oturmakla beraber Bursa’yı terk etmemişlerdi. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra da epey müddet Edirne Sarayını tercih etmiş, 1457 senesinde çıkan yangın sonucu payitahtı ile beraber İstanbul’a, bugünkü Topkapı Sarayı’na taşınmıştır.
    Osmanlı Hanedanı Oğuz Boylarının Boz ok şubesinden Kayı’lara mensuptur.  Osman ve Orhan Beyler Anadolu’da büyük nüfuzları olan Ahi’lerin faaliyetlerinden istifade etmişlerdir. Orhan Bey’den itibaren yavaş yavaş kabile görüntüsünden sıyrılarak ortaya zamanın en modern askeri teşkilatını çıkararak devletleşme yolunda büyük bir adım atılmıştır. Orhan Bey’le beraber kurulan Osmanlı Hanedanı içinde devlet reisinin seçimi II. Murat zamanına kadar nüfuzlu şahsiyetlerle beylerin elindedir. Osmanlı’daki diğer beylerin hükümdarlar üzerindeki hüküm ve nüfuzu Fatih’in İstanbul’u fethine kadar devam etmiştir. Fatih kuvvetli bey ve devlet adamlarının nüfuzlarından saltanat usulünü tesis ederek kurtulmuştur.
    Yıldırım Beyazıt’ın vefatından sonra fetret devrinde şehzadeler arasında saltanat mücadelesi doğmuş, nihayetinde bu mücadeleden Çelebi Mehmet galip çıkarak dağılan devleti toparlayabilmiştir. Devletin parçalanma ve dağılma riskine karşı Fatih meşhur kanunnamesine gerektiğinde kardeş katlinin vacip olduğunu koydurtmuştur.
    İlk Osmanlı Hanedanı memleketlerini genişletmek ve yeni yeni kanunlarla devlet esasını kuvvetlendirmek için çalışmışlar, gerek kendileri ve gerekse devlet ricali bu yeni devleti ilmi, içtimai eserlerle süslemişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 74 yaşında ordusunun başında bulunarak savaş meydanında vefatına kadar süren Osmanlı padişahlarının faaliyet devirleri, ondan sonra kapanmış sayılmakta ve yazara göre, eğer IV. Murat yaşayıp saltanatı devam etmiş olsaydı, devletin daha sonraki sıkışık devirleri görmeyeceği yani duraklama devrinin daha uzayacağı kuvvetle muhtemeldir.
    Osmanlı Padişahları Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren, bizzat divan müzakereleri ile alakalarını kesip, haftada dört gün olan divan toplantılarındaki reisliği, vezir-i azamlara bırakmışlardır. Fatih’e kadar padişahlar az çok aşiret geleneklerine sadık kalmışlardır. Fatih saltanat usulünü tesis ederek halkla daha az temas eder olmuştur. Fatih’in zamanına kadar devlet adamları ve sadrazamlar Türk’tür. Bu tarihlerden itibaren devşirmelikten yetişmiş olan ve Türk olmayanlar bu görevlere getirilmişlerdir. Fatih’in saltanatı tesisini müteakip padişahlar içerisinde bazen deli olanları bile tahta çıkmıştır.
    Padişah çocuklarına Çelebi Mehmet zamanına kadar ‘çelebi’ denilmiş, bu tarihten itibaren “şehzade” tabiri kullanılmıştır. Şehzadelerin doğumu büyük ve gayet teferruatlı törenlerle ilan edilir ve I.Abdülhamit zamanına kadar masraflı şenlikler yapılmıştır. Şehzadelerin eğitimine büyük önem verilir kendilerine bir baş hoca tayin edilir ve zamanın bilginlerinden müspet ilimlerde dâhil olmak üzere dini ilimler yabancı dil, at binmek, kılıç kullanmak gibi derslerde verilmiştir. Orhan Bey’den sonra, devlet ailenin müşterek malıdır diye malum olan kanunda tadilat yapılmış ve I.Murat’tan itibaren devlete iştirak hakkı aileden alınarak hükümdar ile onun oğullarına verilmiştir.İlk Osmanlı şehzadeleri önemli olan sancak ve illerde valilik etmiş ve kendilerine payitahttan divan-ı hümayundaki vazife sahipleri gibi divan heyeti, lalalar, kapı halkı, solak, peyk v.s verilmiştir. Saltanat hırsı, hariçten ve dâhilden tahrik, can kaygısı gibi sebeplerden dolayı on altıncı asır başlarına kadar olan zamanda, şehzadelerin fırsat buldukça saltanat iddiasıyla meydana çıktıkları ve başarılı olamayanların derhal öldürüldükleri ve bir kısmının da memleket dışına çıktıkları olmuştur.
    Kanuni’ye kadar padişah eşleri, yakın civarlarda bulunan beylerin kızlarıdır. Bu tarihten itibaren padişah eşleri sarayda yetişmiş olanlardan veya hediye edilen güzel kadınlardan seçilmiştir. Yalnızca ikinci Osman devam eden bu geleneğe muhalif olarak Şeyh-ul İslam’ın kızıyla nikâhlanmıştır. Harem, girilmesi yasak olan yer manasına gelmektedir. Muhtelif ırktan seçme güzel kadınları ihtiva eden sarayın harem dairesi;  cariyeler, satın alınanlar, sultan ve devlet erkânının hediyeleri olanlardan oluşmaktadır.  Bunlar itina ile ve saray terbiyesi denilen muayyen usul ve kaide altında yetiştirilmişlerdir. Hareme girişte uzman  bir kadın tarafından muayene edilir,vücutça kusursuz olmaları şartı aranmıştır. Cariyelere dini eğitim, okuma yazma, müzik, biçki, dikiş, nakış gibi eğitim konuları gösterilirdi ve kendi aralarında acemiler, cariye, şakirt, usta ve gedikliler olmak üzere beş adet dereceleri vardır. Padişahın gönlünü çelene ikbal denmiş ve İkbal’in gebe kalması durumunda padişah eşliğine geçirilmişlerdir. Padişahların tahta çıkış ve vefatlarında valide sultanlar için kabul törenleri düzenlenirdi. Bunlardan Nurbanu Sultan, Safiye Sultan, Kösem Sultan devlet işlerine fazlaca müdahale etmiş ve birçok kanunsuzluklara yol açmışlardır. On altıncı asır başlarına kadar padişahlar kızlarını Anadolu beyleri ve onların oğullarına vermişler, bu tarihten itibaren, Osmanlı vezir ve beylerine verilmesi adet edinilmiştir.
    Harem ağaları, Osmanlı sarayının ve bütün Enderun ve Harem-i Hümayun ağalarının en büyüğü olmuştur. Derecesi Sadrazam ve Şeyh-ul İslam’dan sonra gelmiştir. Esas vazifesi ise sarayın kadınlara ait olan harem-i hümayun kısmına nezaret etmek işi olmuştur. Harem ağalarının nüfuzları bilhassa on yedinci asırla on sekizinci asrın ortalarına kadar iyice artmış, o kadar ki bazıları devlet idaresini ellerinde bulunduracak derecede büyük bir nüfus ve salahiyet sahibi olabilmişlerdir.
    Padişahların cülusları merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni padişaha hemen o gün biat olunmuştur. Bu biatler tamamen bir protokol içerisinde törenle icra edilmiştir. Tahta çıkan her yeni hükümdar cülusundan birkaç gün sonra büyük bir alayla Eyüp’e gider ve orada türbede kılıç kuşanma merasimi yapmıştır.
    Sultan tabiri Müslüman hükümdarlarının bilhassa Sünni kısmına ait bir unvandır. Başlangıçtan itibaren halk arasında yaygın olarak kullanılmayıp daha ziyade kitabe, para ve vesikalarda kullanılmış, halk arasında hünkâr ve padişah isimleri tercih edilmiştir.
    Osmanlı hükümdarlarından her birinin kendi isimleri ile babalarının isimlerini içeren biri zümrüt diğer üçü altından yüzük şeklinde tuğralı dört adet mühürleri olmuş, her hükümdar değiştikçe tuğra gibi mühürde değişmiştir.
    Üç buçuk asırdan fazla bir zaman Osmanlı padişahlarına mesken olan Topkapı Sarayı birçok olaylara sahne olmuştur. Divan-ı Hümayun müzakereleri, ulufe tevzii, sefirlerin kabulü, cülus, bayram tebrikleri gibi merasim hep burada yapıldığı gibi kapı arası hapis ve işkencesi, siyaset ve cellat çeşmesi, balıkhane mahalli de bu saha dâhilindedir. Fakat bunlar sarayın ‘Birun ‘ kısmına ait olup padişahların asıl meskeni olan saray  (harem-i hümayun) bambaşka bir teşkilata tabi olmuş ve buna da ‘Enderun’ teşkilatı denmiştir. Padişahlar, takriben on beşinci asır ortalarından itibaren, on sekizinci asır başlarına kadar, şahıslarına mahsus merkez ordusuyla devlet idaresi için elemanlar yetiştirmekten ziyade, Müslüman ve Türk terbiye ve kültürüyle yoğrulmuş, kendilerine sadık bir sınıf yetiştirerek bunların bir kısmını kendi sarayında ve bir kısmını ordusunda terbiye ettirdikten sonra, devletin idare ve düzenini bunların ellerine vermişlerdir. Bu devşirme çocukları, Topkapı sarayına alınmadan evvel büyük bir itina ile yetiştirilerek dini usulleri ve Türkçeyi öğrenir, sistemli tarzda mükemmel bir tahsile tabi tutulurlar ve sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre saray haricindeki muhtelif devlet hizmetlerine tayin edilmişlerdir. Bundan dolayı Osmanlı sarayı aynı zamanda tahsil ve terbiye ile devlet işlerine gönderilecek olanları yetiştiren bir müessese anlamı kazanmıştır.
    Birun teşkilatının çok çeşitli işleri olduğundan her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardan seçiliştir. Burada hizmet eden ilmiye sınıfı ile dış ağaları sarayın harem ve Enderun kısmının haricindeki yerlerde oturup işlerini görüp ve akşamları evlerine gidebilme iznine sahiptirler. Bunlar Enderun ağaları gibi sıkı bir disipline ve sarayda yatıp kalkmaya mecbur değiller, arzu edenler sakal salıverebilmiştir. Bilumum birun teşkilatına ait tayinler sadrazam tarafından yapılmıştır.
    Osmanlı tarihinde padişah cülusu, doğum, harp ilanı, ordunun hareketi, sadrazamlara mühür verilmesi, denize gemi indirilmesi, sultan düğünü v.s hep müneccim başının tertip ettiği bir cetvel üzerine eşref saat seçimiyle, o saat ve o dakika icra olunmuştur. Müneccim başının vazifelerinin en büyüğü takvim tertip etmek olmuştur.

    Türk Tarihi’nin önemli safhalarından biri ve bol miktarda belgesi bulunan Osmanlı Türklerinin tarihte pek büyük rol oynadıkları halde yirmi birinci asırda bile kendi tarihlerini tahlili ve eleştirel bir şekilde yazılmamış olması affolunmaz bir hatadır. Şimdiye kadar hep Osmanlı Tarihini, henüz tüm belgeler deşifre edilemediğinden, yabancıların bakış açısıyla gördük. Haliyle yabancılar içimizi ve kültürümüzü tam kavrayamadıklarından noksan kaldıkları yerlerde kendi kültürlerinin tanımlamalarını bize dikte ettirdiler. Bunun yüzünden kendi insanımızı yanlış tanıdık, kendi tarihimizle barışık olamadık ve köklerimizden gittikçe uzaklaştık.
    Okullarda öğrendiğimiz Osmanlı Tarihi genellikle savaşlar, zaferler, mağlubiyetler ve kısmen de Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilatı üzerinedir. Yazar, bu kitapta 600 yıl hüküm sürmüş bir imparatorluğun, saltanat tesisini, saraylarını, şehzadelerini, törenlerini ve saray teşkilatını en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle kendi içimizden biri olarak ortaya koyarak büyük bir boşluğu doldurmuştur.
    Özellikle Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlıların bir devlet olabildiğini ve bunun sonucu, günümüz şartlarına göre, mübalağalı bir saray protokol ve törenlerinin var olduğunu görmekteyiz, öyle ki padişahın her günü ve her işi tamamen kasvetli bir tören içerisinde geçmektedir. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve bu ritüelleri gerçekleştirecek personel tefrik edilmiştir.
    Günümüzden o zamanlara baktığımızda bunların bize gereksiz, abartılı gelmesi gayet doğaldır. Ama o zamanın şartlarıyla değerlendirdiğimizde belki de asrının gerekleri olabileceği akla pek yatkın gelmektedir .

15 Şubat 2013 Cuma

Türkçülüğün Esasları, Ziya Gökalp

Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları: Yazar eserinin birinci bölümün de tükçülüğün esaslarını; Türklük kavramını ,millet unsuru gibi temel hususları anlatmış ikinci bölümünde ise Türkçülüğün proğramı anlatılmıştır.
Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa'da Türklükle ilgili iki hareket oluştu. Bulardan birincisi Fransızca, Turquerte denilen. Türk hayranlığı'dır. Türkiye'de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, ciltçilerin, tezhipçilerin yaptıkları ciltler ve tezhipler, mangallar, şamdanla, vb. Gibi Türk sanat eserleri çoktan Avrupa'daki sanat severlerin dikkatini çekmişti. Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel şeyleri binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu veya Türk odası oluştururlardı. Bazıları da bunları başka milletlere ait güzel şeylerle birlikte, bibloları arasında sergilerdi.Avrupa ressamların Türk hayatıyla ilgili yaptıkları tablolar ile, şairlerin ve filozofların Türk ahlakını nitelemek amacıyla yazdıkları kitaplar da Turquerie'nin içine girerdi. Lamartine'in, Auguste Comte'un Pierre Laffite'in, Ali Paşa'nın özel sekreterleri olan Mismer'in, Pierre Loti'nin, Farrere'in Türklerle ilgili dostça yazıları bunların örneklerindendir. Avrupa'daki bu hareket tamamen Türkiye'deki Türklerin güzel sanatlardaki ve ahlaktaki yüksekliklerinin bir sonucudur.Avrupa'da otaya çıkan ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya'da, Almanya'da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da, İngiltere'de, birçok bilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türklerin eski bir millet olduğunu oldukça geniş bir alanda yayılmış bulunduğunu ve çeşitli zamanlarda dünya egemenliğine yaraşır devletler ve yüksek medeniyetler kurduğunu meydana koydular. Gerçi bu sonuncu araştırmaların konusu Türkiye değil, eski Doğu Türkleri idi. Fakat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de yurdumuzdaki bir takım fikir adamlarının ruhuna etkisiz kalmıyordu.
Yazar Türkçülüğün yerleştirilmesinde emek veren yazarlardan ve ulu önder M.Kemel Atatürk’ten şöyle bahseder;
Yakıp Kadri, Yahya Kemal, Falip Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri, Beyler gibi yazarlar ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vala Nurettin beyler gibi şairler yeni Türkçe'yi güzelleştirdiler. . Müfide Ferit Hanım da, gerek değerli kitaplarıyla, gerek Paris'teki yüksek konferansları ile Türkçülüğün yükselmesine büyük emekler harcadı.Türkçülük dünyası bugün o kadar genişlemiştir ki, bu alanda çalışan sanatçılarla bilim adamlarının isimlerini saymak ciltlerle kitap gerektirir.
Türkçülüğe ait bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük ideali çevresinde birleştirerek büyük bir yok oluş tehlikesinden kurtarmayı  başaran büyük bir dahi ortaya çıkmasaydı. Bu büyük dahinin adını söylemeğe gerek yok. Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kutlu bir kelime sayarak, her an saygıyla anmaktadır. Eskiden Türkiye'de. Türk milleti hiç bir önemli yere sahip değildi. Bugün, her hak Türk'ündü. Bu topraktaki egemenlik Türk egemenliğidir. Politikada kültürde, ekonomide hep Türk halkı egemendir. Bu kadar esin ve büyük inkılabı yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve özellikle başarı ile sonuçlandırmak çok güçtür.
Yazar milleti çeşitli kavramlara göre (coğrafya ,politik ,ferdiyetçi…gibi çeşitli hususlara göre incelemiş en son aşağıdaki sonuca ulaşmıştır:
O halde, millet nedir? Irka, kavme, coğrafyaya politikaya ve iradeye ait güçlere üstün gelecek ve onları egemenliğine alabilecek başa ne gibi bir bağımız var?Sosyoloji ispat ediyor ki, bu bağ terbiyede, kültürde, yani duygularda  ortaklıktır. İnsan en samimi, en içten duygularını ilk terbiye zamanlarında alır. Ta beşikte iken, işittiği ninnilerle ana, dilinin etkisi altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdiğimiz dil, ana dilimizdir. Ruhumuzu oluşturan bütün din, ahlak ve güzellik duygularımızı bu dil aracılığıyla almışız. Zaten ruhumuzun sosyal duyguları, bu din, ahlak ve güzellik duygularından ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi toplumdan almışsak sürekli o içinde daha büyük bir imkanla yaşamamız mümkün iken, toplumumuz içindeki fakirliği ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasıdaki o zenginlikten daha fazla bizi mutlu ede. Zevkimiz, vicdanımız, özleyişlerimiz, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız toplumdur. Bunların yankısını ancak o toplum içinde işitebiliriz.Ondan ayrılıp ta başka bir topluma katılabilmemiz için, büyük bir engel vardır. bU engel, çocukluğumuzda o toplumdan almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski toplum içinde kalmak zorundayız.Bu açıklamalardan anlaşıldı ki, millet, ne ırkın, ne kavmin, ne coğrafyanın, ne politikanın ne de iradenin belirlediği bir topluluk değildir.Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan, bir topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek tarif eder. Felekten de bir adam, kanca ortak olduğu insanlardan çok dilde ve dinde ortak olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insani karakterimiz bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi becerilerimiz ırksızımdan geliyor,manevi becerilerimizde terbiyesini aldığımız toplumdan geliyor. Büyük İskender diyordu ki;"Benim gerçek babam Filip değil,Aristo'dur. Çünkü birincisi maddi varlığımın, ikincisi manevi varlığımın meydana gelmesine neden olmuştur." İnsan için, manevi varlık, maddi varlıktan önce gelir. Bu bakımdan,milliyette soy kütüğü aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve idealin milli olması aranır. Normal bir insan, hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun idealine çalışabilir. Çünkü ideal bir heyecan kaynağı olduğu içindir ki aranır.halbuki, terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir toplumun ideali ruhumuza asla heyecan veremez. Aksine, terbiyesini almış olduğumuz toplumun ideali ruhumuzu heyecanlara boğarak mutlu yaşamamıza neden olur.İnsan, terbiyesiyle büyüdüğü toplumun ideali uğruna hayatını feda edebilir. Halbuki zihnen kendisini bağlı sandığı bir toplum uğruna ufak bir çıkarını bile feda edemez. Kısaca insan, terbiyece ortak olmadığı , bir toplum işinde yaşarsa, Mutsuz olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik sonuç şudur; yurdumuzda bir zamanlar dedeleri Arnavutluk'tan veya zamanlar dedeleri Arnavutluk'tan veya Arabistan'dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunların Türk teri beysiyle büyümüş ve Türk idealiyle çalışmayı alışkanlık haline getirmiş görürsek, diğer milletdaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız.. Yalnız iyi günlerimizde değil, kötü günlerimizde de bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Özellikle bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakarlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler vermiş olanlar varsa, nasıl olurda bu fedakar insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Gerçi atlarda soy aramak gerekir. Çünkü, bütün üstünlükleri içgüdüye dayandığı ve bunlar kalıtım yoluşla geldiği için, hayvanlarda ırkın büyük bir önemi vardır. İnsanlarda ise, ırkın sosyal niteliklere hiç bir etkisi olmadığı için, soy aramak doğru değildir. Bunun tersi bir yol tutacak olursak memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu feda etmek gerekecektir. Bu durum doğru olmadığından, (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türlüğe ihaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başak çare yoktur.
Diyerek millet kavramını açıklamıştır.
Milli kültür ve medeniyet kavramlarını şöyle açıklamıştır: Milli Kültür (Hars) ile medeniyet arasında hem birleşme noktası, hem de ayrılık noktaları vardır. Mili kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası, ikisinin de bütün toplumsal hayatları içine almasıdır. Toplumsal hayatlar şunlardır; Din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, ekonomi, dil ve fen ile ilgili hayatlar. Bu sekiz türlü hayatın bütününe milli kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilir. Şimdi, milli kültür ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, farkları arayalım:Birinci olarak, kültür milli olduğu halde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür, yalnız bir milletin din, ahlak, hukuk, akıl, estetik,dil ekonomi ve fen hayatlarının uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı gelişmişlik düzeyine sahip birçok milletlerin sosyal hayatlarının ortak bir bütünüdür. Mesela, Avrupa milletleri arsında ortak bir Batı medeniyeti vardır.Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman kültürü v.d. barınmaktadır.İkinci olarak, medeniyet, yöntem aracılığıyla ve ferdi iradelerle oluşan sosyal olayların bütünüdür. Mesela din ile ilgili bilgiler ve bilimler yöntem ve irade ile oluştuğu gibi, ahlak, hukuka güzel sanatlara, oluştuğu aklın fonksiyonlarına, dile ve fenlere ait bilgiler ve teoriler de hep fertler tarafından yöntem ve irade ile oluşturulmuşlardır. Bundan dolayı aynı medeniyet dairesi içinde bulunan bütün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin toplamı medeniyet dediğimiz şeyi meydana getirir.
Batı medeniyetinin her yerde doğu medeniyetinin yerine geçmesi doğal bir kanun olunca, Türkiye'de de böyle olması zorunlu idi. O halde Doğu medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam diniyle beraber bir Türk kültürü, diğer taraftan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte Türkçülüğün görev bir taraftan yalnız hak arasında kalmış olan Türk kültürünün arayıp bulacak, diğer taraftan Batı medeniyetini tam ve canlı bir biçimde alarak milli kültüre aşılamaktadır.
Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Batı medeniyetiyle uzlaştırmağa çalışmışlardı. Oysa ki iki zıt medeniyet yanyana yaşayamazlar; sistemleri birbirine aykırı olduğu için, ikisi de birbirini bozmağa neden olur. Mesela, Batı'nın müzik tekniği ile Doğu'nun müzik tekniği birbiriyle uzlaşmaz. Batı'nın deneysel mantığı ile Doğunun iskolastik mantığı birbiriyle barışamaz. Bir millet ya Doğulu olur, ya Batılı olur. İki dinli bir fert olmadığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yenilik hareketinde başarı sağlayamadılar.
Türkçülere gelince, bunlar esasen Bizanslı olan Doğu medeniyetini büsbütün bırakarak Batı medeniyetini tam bir biçimde almak istediklerinden, girişimlerinde başarılı olacaklardır. Türkçüler tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla, batı medeniyetine tam ve kesin bir biçimde girmek isteyenlerdir. Fakat, batı medeniyetine girmeden önce, milli kültürümüzü arayıp bularak milli kültürümüzü ortaya çıkarmamız gerekir.
Yazar işgal yıllarında İngilizleri gözlemleyerek medeni ahlaklarının düşük ama vatani ahlaklarının yüksek olduğunu belirtmiştir.Aynı hususun bizde tersi olduğunu özellikle çok vatan haini çıkmasından dolayı vatani ahlakın düşük esas önemli unsurun vatani ahlak olduğunu belirtmiştir.Bu hususla ilgili olarak vatan sevgisini şöyle açıklamıştır:
Vatani ahlakın yüksel olması, milli dayanışmanın temelidir. Çünkü vatan, üstünde oturduğumuz toprak demek değildir. Vatan, milli kültür dediğimiz şeydir ki üstünde oturduğumuz toprak onun ancak dış görünüşünden ibarettir. Ve onun dış görünüşü olduğu içindir ki kutsaldır . Demek ki vatan; din, ahlak ve estetik güzelliklerin bir müzesidir, bir sergisidir. Vatanımızı içten gelen bir aşkla sevmemiz, bu içten güzelliklerin ürünü olduğu içindir. O halde, milli kültürümüzü bütün güzellikleriyle ne zaman meydana çıkarırsak, vatanımızı en çok o zaman seveceğiz ve bu kadar şiddetle seveceğimiz o sevimli vatan uğruna, şimdiye kadar yaptığımız gibi, yalnız tehlike zamanlarında hayatımızı değil, barış zamanlarında da bütün şahsi ve toplum tutkularımızı feda edilebileceğini belirtmiştir.
Ziya Gökalp Türklerin esas dilinin İstanbul Türkçesi olduğunu belirtmiştir . Bunun ise konuşulan fakat yazılmayan İstanbul lehçesi ,diğeri de konuşulmayan fakat yazılan Osmanlıca olmak üzere iki dili olduğunu ve eserinde, bu ikilemin çözümünü şöyle anlatmaktadır:
‘’O halde, yalnız bir seçenek kalıyor; Konuşma dilini yazarak yazı dili haline getirmek! Zaten halk yazarları bu işi eskiden beri yapıyorlardı. Osmanlı edebiyatının yanında, halk diliyle yazılmış bir Tür edebiyatı altı, yedi yüzyıldan beri vardı. Demek ki, dil ikiliğini kaldırmak için, yeniden hiçbir şey yapmağa gerek yoktu. Osmanlı dilini hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak, halk edebiyatına temel görevi gören Türk dilini olduğu gibi milli dil saymak yeterli idi: işte Türkçüler, dilimizdeki ikiliği kaldırmak için, şu prensibi kabul etmekle yetindiler: İstanbul halkının ve özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları dili yazmak. Böylelikle yazılacak olan İstanbul konuşma diline yeni dil sonar güzel Türkçe, daha sonra Türkçe adları yeni verildi ‘’
Ziya Gökalp Türklük Ahlakını;kişisel ahlak, medeni ahlak aile ahlakı,cinsel ahlak,gelecekteki aile ahlakı , gibi kavramlarla açıklamıştır.Milletlerarası Ahlakı şöyle izah etmiştir:
Fertlerin birbirine karşı iyilik sever ve iyilik yapar olması "medeni ahlak" adını aldığı gibi, milletlerin birbirlerinin iyiliklerini istemesine ve birbirlerine iyilik yapmasına da "milletlerarası ahlak" adı verilir. Eski Türklerin yenilmiş milletlere sonradan kapitülasyon adıyla başına bela olan olağanüstü ayrıcalıklar sunmaları Türk kültüründeki milletlerarası birlik fikrinin bir sonucudur. Gelecekte, Milletler topluluğu şimdiki gibi yalandan değil, gerçekten oluşursa bunun en içten üyesi hiç kuşkusuz Türkiye devleti ve Türk milleti olacaktır. Çünkü geleceğe ait bütün gelişmeler, tohum halinde Türk'ün eski kültüründe vardır.Özetle, her milletin yeryüzünde gerçekleştirdiği tarihi ve medeni bir misyonu vardır. Türk milletinin misyonu ise, ahlakın en yüksek erdemlerini gerçeklik alanına çıkarmak, en olamaz sanılan fedakarlıkların ve kahramanlıkların olabildiğini kanıtlamaktır.
Hukuk alanında Türkçülüğü:Özetle bütün yasalarımızda hürriyete, eşitliğe ve adalete aykırı ne kadar kural ve teokrasi ile klerikalizme ait ne kadar izler varsa hepsine son vermek gerektiğini belirtmiştir.Din alanında Türkçülüğü ise:
Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, din kitaplarını okuyup anlayamazsa, doğaldır ki, dinin gerçek niteliğini öğrenemez. Hatiplerin vaizlerin ne söylediklerini anlamadığından ibadetlerden de hiç bir zevk alamaz. İmam-ı Azam hazretleri, hatta, namazdaki surelerin bile milli dilde okunmasının dince sakıncalı olmadığını söylemişlerdir. Çünkü ibadetten alınacak dini heyecan nacak okunan duaların tamamen anlaşılmasına bağlıdır. Türklerin namazdan aldıkları yüksek zevkin bir bölümü de yine ana dille söylenen ve mırıldanılan ilahilerdir. Özellikle teravi namazlarını canlandıran etken şiir ile musikiyi birleştiren, Türkçe ilahilerdir. Ramazanda ve diğer zamanlarda Türkçe söylenen vaazlar da halkta dini duygular ve heyecanlar uyandırırlar.Türklerin en çok heyecan aldıkları ve zevk duydukları bir dini tören daha vardır ki, o da Mevlit-i Şerif okunmasından ibarettir. Şiir ile musikiyi ve canlı olayları bir araya getiren bu tören dine sonradan eklenen bir biçimde ortaya çıkmakla beraber en canlı dini törenler sırasına geçmiştir. İşte bu örneklerden anlaşılıyor ki, bugün Türlerin ara-sıra dini bir hayat yaşamasını sağlayan etkenler dini ibadetlerin arasında, eskiden beri Türk diliyle yapılmasına izin verilen törenlerin var olmasıdır. O halde, dini hayatımıza daha büyük bir heyecan ve iç huzuru vermek için gerek tilavetler1 dışarıda kalmak üzere Kur'an-ı Kerim’in ve her türlü ibadetin Türkçe yapılmasını belirtmiştir.Şeklinde açıklamıştır.
Yazar genel olarak ekonomik ,politik gibi diğer alanlarda da yukarda ki hususlara benzer düşünmüş Türkçülük felsefesini şöyle izah etmiştir:
Felsefe, maddi ihtiyaçların gerektirmediği ve zorlamadığı çıkarsız kinsiz karşılıksız bir düşünüştür. Bu tür düşünüşe "spekülasyon" adı verilir. Biz, buna, Türkçe'de "muakale" adını veriyoruz. Bir millet, savaşlardan kurtulmadıkça ve ekonomik bir huzura ulaşmadıkça, içinde spekülasyon yapacak fertler yetişemez. Çünkü spekülasyon yalnız düşünmek için düşünmektir. Halbuki, bin türlü derdi olan bir millet; yaşamak için, kendini savunmak için, hatta yemek yemek ve içmek için düşünmek zorundadır. Düşünmek için düşünmek, ancak bu hayati düşünüş ihtiyaçlarından kurtulmuş olan ve çalışmadan yaşayabilen insanlara nasip olabilir. Türkler, şimdiye kadar böyle bir huzur ve rahata eremedikleri için, içlerinde hayatını spekülasyona adayabilecek az adam yetiştirebildi. Bunlar da, düşünüş yollarını bilmediklerinden, ideallerini iyi yönetemediler. Çoğunlukla dervişlik ve kalenderlik çıkmazlarına saptılar. Türkler, maddi silahların, manevi değerleri hükümsüz bıraktığı son yüzyıla gelinceye kadar, Asya'da Avrupa'da, Afrika'da bütün milletleri yenmişler, egemenlikleri altına almışlardı. Demek ki Türk felsefesi, bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksekti. Bugün de öyledir. Yalnız şu var ki, bu gün maddi medeniyet bakımından ve maddi silahlar dolayısıyla Avrupalı milletlerden gerideyiz. Medeniyetçe onlara eşit olduğumuz gün, hiç şüphesiz dünya egemenliği yine bize geçecektir. Mondros'ta esir bulunduğumuz zaman, orada kamp komutanı olan bir İngiliz şu sözleri söylemişti; "Türkler, gelecekte, yine cihangir olacaklardır."Görülüyor ki, Türklerde, yüksek felsefe ileri gitmiş olmamakla beraber, halk felsefesi oldukça yüksektir. İşte felsefede Türkçülük, Türk halkındaki bu milli felsefeyi arayıp meydana çıkarmaktır.Ey, bugünün Türk genci! Bütün bu işlerin yapılması, yüzyıllardan beri seni bekliyor.Şeklinde açıklamıştır.

Osmanlı Devleti, bügükü Amerika Birleşik Devletleri gibi bir milletler sistemiydi ve  aslî unsurunu herhangi bir millet oluşturmuyordu. Bir çok milletten oluşan bu sistem yıkılma noktasına geldiğinde, fikri  anlamda birçok kurtuluş  reçetesi ve oluşumu ortaya çıkmıştır. Bunların en başlıcaları, Osmanlıcılık, İslamcılık, Türçülük ve değişik batılı devletlerin himayesinde mandacılıktır.
    Bütün bunların yanında, Kurtuluş savaşına karar veren, planlayan, kazanan ve Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk’ ün önderliğinde Türk halkı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devletin’ den farklı olarak üniter yapıya sahiptir ve aslî unsuru Türk halkıdır.
    Osmanlı Devleti’ nin en sancılı ve yıkılmaya yüz tuttuğu dönemde (1876) dünyaya gelen ve Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurulmasını müteakip (1924) vefat eden Ziya GÖKALP, bir sosyolog olarak, emperyalizmden kurtulmanın ve çağdaşlaşmanın esas unsuru olarak her alanda (sosyal, ekononomik, kültürel, siyasî, dinî, ahlakî, felsefî) millileşmenin, yani Türkleşmenin ve Türkçülüğün  ana gaye olduğunu tespit etmiştir. Bu konudaki esasları belirlerken uzak ve yakın tarihin etkisi kapsamında başlıca üç unsurdan etkilenmiştir. Bunlardan birincisi, Orta Asyadaki Oğuz Türklerinin sosyal yapısı ve kültürü,  ikincisi Osmanlı Devletin’de, daha doğrusu Osmalıcılıkta ve İslamcılılıkta yapılan hatalar ile Osmanlı sistemi içinde Türk olmanın önemsizliği, üçüncüsü ise   İttihat ve Terakkiçilerin Türkçülük adına yaptıkları yanlış tespit ve uygulamalar. Bütün bunların, yazarın eserini oluşturmasına esas teşkil etmiş olduğunu değerlendirmekteyim. 
    Eserde, Türkçülüğün felsefesi ve doktirini orta konulmakta, aslî unsuru Türk olan bir devlet yapısının nasıl olması geretiği anlatılmaktadır. Konunun sosyal felsefesi, esasları ile beraber yol haritası çıkarılmak istenmiş, Türk kim dir? Kim değildir? Soruları cevaplanmış, Türkçülüğün ne olması, ne olmaması gerektiği vurgulanmıştır. Devlet ve millet  hayatını oluşturan (sosyal,ekonomik, siyasî, hukuki, güzel sanatlar vs.) bütün çerçevelerin Türkleşmesi anlatılmıştır. Milleti oluşturan unsurlar; dil, mefkûre, din, ahlak ve terbiye birliği olarak tanımlamıştır. Burada önemli olan husus, Ziya Gökalp’ in milleti oluşturan konular arasında “ırk birliğini” almamış olmasıdır.
    Dil konusu üzerinde gösterdiği hassasiyet ve belirlediği esasların o günlerden bu günlere kadar olan çalışmaların temelini oluşturduğunu, “...konuşma dilini (Türkçe’yi) yazarak, yazı dili haline getirmek” prensibinin çok yerinde bir tespit olduğunu değerlendirmekteyim.
    “Hiçbir medeniyet hiçbir dine nispet edilemez. Bir Hıristiyan medeniyeti olmadığı gibi bir İslam medeniyeti de yoktur.” diyerek, batılaşmanın hıristiyanlaşma olmadığını belirtmesinin, bu konuda belirlediği esasların halk nezdinde de kabul görmesinde önemli bir etken olduğunu düşünmekteyim.
     Yazarın belirtmiş olduğu bütün esaslar bir bakıma teorik (nazarî ) ve  pratik (amelî)  şu iki prensip ışığı altında şekillenmektedir. Bunlar:
Nazarî olarak, “Türkçülüğün vazifesi, bir taraftan yalnız halk arasında kalan Türk harsını arayıp bulmak, diğer taraftan batı medeniyetini tam ve canlı bir surette alarak millî harsa aşılamaktır.
Bunu gerçekleştirme vasıtası ve pratik programın ana prensibi olarak da, “Halka doğru gidecek olanlar, yüksek bir tahsil ve terbiye gören seçkinlerdir. Çünkü seçkinler medeniyet görmüş ancak harstan nasibini almamışlardır. Bunlar halktan harsi bir terbiye almak ve halka medeniyet götürmek için halka doğru gideceklerdir.” diyerek aydınları görmektedir.
    Sonuç olarak eserde, Türk halkının harsının (millî kültürünün) Türk aydını tarafından, Batı medeniyeti içinde muasırlaştırılmasının, Türkçülüğün esasını oluşturtğunu değerlendirmekteyim.

14 Şubat 2013 Perşembe

Kürt Dosyası, Uğur Mumcu

Uğur MUMCU yarım kalmış olan bu son kitabında, kanlı terör örgütü başı ÖCALAN’ın hiç de parlak ve kahramanca bir özgeçmişe sahip olmadığını kanıtlıyor. Sonraki bölümlerde ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürt kökenli ayrılıkçı terörün durumunu ve alınan önlemleri, dönemin üst düzey yöneticilerinin anekdotları ile açıklamaya çalışıyor.
12 Mart sürecinin ilk ve en fırtınalı günlerinden birinde, 31 Mart 1971 tarihinde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF)'nde bir gösteri yapılmakta ve “Şafak Bildirisi” adlı  bir  bildiri dağıtılmaktadır. Gösterinin sebebi Tokat’ın Niksar İlçesi Kızıldere Köyü’nde   Mahir ÇAYAN ve 9 arkadaşının güvenlik güçlerince öldürülmüş olmasıdır. “Şafak Bildirisi” ise; Ankara Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Asistanı Doğu PERİNÇEK’in liderliğindeki “Türkiye İhtilalci Komunist Partisi” tarafından yayınlanan bir bildiridir. Gösteriye katılanlar arasında, o sıralarda SBF öğrencisi olan Abdullah ÖCALAN da vardır. Bu husus daha sonra, kendisini toplantı sırasında, yumruğunu kaldırmış slogan atarken gördüklerini söyleyen şahit ifadeleriyle de sabit olacaktır. Abdullah ÖCALAN  gözaltına alınır, tutuklanır ve Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılır. ÖCALAN, tutuklular arasında en uysal kişidir, hiç de devrimci ve önder görünüme sahip bir kişiliği bulunmamaktadır. İddianamede, Öcalan'ın Şafak Bildirisi'ni dağıtmak suçundan TCK 142. ve 159., ayrıca 311. ve 312. maddelerinden cezalandırılması istenmektedir. Davanın savcısı, o dönemler aralarında yazdığı “Anayasa'ya Giriş” adlı ders kitabından yargılanmış olan Prof. Mümtaz Soysal'ın da bulunduğu, ünlü kişileri mahkum ettiren dönemin simgelerinden biri haline gelmiş olan Baki TUĞ'dur. Ancak Savcı görüşünü değiştirecek ve ÖCALAN’ın “Şafak Bildirisini dağıtmak suçundan aklanmasını, boykota katılmak suçundan cezalandırılmasını isteyecektir. Esas hakkında mütalaasında, bildiri dağıtanların Metin YALÇIN ve Ramazan ÖZCAN olduğunu "Abdullah ÖCALAN'ın bildiri dağıttığı yolunda herhangi bir delil olmadığını" ileri sürer ve Apo'nun bu fiilden aklanıp, sadece 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'nın 16/1 maddesi gereğince boykota katılmaktan üç ay hapis cezasına çarptırılmasını ister, Mahkeme de bu isteğe uyar. Abdullah ÖCALAN'a, bu suçtan üç ay yattıktan sonra, daha önce yaptığı müracaata uygun olarak, 1 Aralık 1971 günü burs da bağlanır.
    Bu arada ÖCALAN'ın öğrencisi olduğu SBF Yönetim Kurulu tarafından, hakkında grubun elebaşısı olduğu ve boykotta büyük çabası görüldüğü yolunda bir tutanak olduğu halde, Apo'ya sadece ihtar cezası verilmiş, öbür öğrenciler 15 gün okuldan uzaklaştırılmıştır. Eğer Apo da okuldan uzaklaştırma cezası alsaydı, ne bursu bağlanabilir, ne de askerliği ertelenebilirdi.
    ÖCALAN, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ndeki görevinden 1971 yılı Kasım ayında ayrılmıştı. Ayrılma nedenini de Genel Müdürlüğe “yüksek öğrenime devam etmek” olarak bildirmişti. Muhafazakar görüşleri Diyarbakır’da değişmişti. Artık solcuydu, Marksizme ilgi duyuyor, eline ne geçerse okuyordu. Bir yolunu Bulup İstanbul Bakırköy Tapulama Müdürlüğü’ne atanmış, üniversite giriş sınavında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştı. 1971‘de yatay geçişle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmiş, öğrenimi süresince 1971-1974 yılları arasında bursu kesintisiz ödenmiştir. Bakanlık bursu devamsızlık nedeniyle 1975’de kesilmiş, Öğrencilikle ilişkisinin kesilmesi ise 1984 yılını bulmuştur.
    Öcalan SBF’de “Çayancı” olarak adlandırılan öğrenciler arasındaydı. Silahlı eylemleri kurtuluş için  tek yol olarak gören Mahir ÇAYAN’ın düşüncelerini benimsiyordu. Öncü savaşı ve silahlı propaganda olmadan devrim yapılamazdı. Bunlar için bir de parti kurmak gerekiyordu, tıpkı Mahir ÇAYAN gibi...
    1973 yılında bir bahar günü birkaç arkadaşıyla birlikte Ankara Çubuk Barajı’na gidiyor ve parti kurup gerilla yöntemleri ile ayaklanma hazırlamak gerektiğini anlatıyor ve PKK’nın temellerini atıyordu. Öcalan 1978’de Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencisi Kesire YILDIRIM ile evlendi. Kesire YILDIRIM, devlet yanlısı ve CHP’li olarak tanınan ve Dersim Ayaklanmasında Korgeneral Abdullah ALPDOĞAN ile sık sık görüşen Ali YILDIRIM’ın kızıydı.
    Yazarımız, burada Ali YILDIRIM’ın kim olduğunu anlamak için Dersim (Tunceli)’in 1920 yıllarına kadar gidiyor.
 Hoybun Örgütü
    Şeyh Sait Ayaklanmasından sonra yurt dışına kaçan Kürt ileri gelenleri, 1927 yılında Suriye’de “Kürt Milli Genel Kurultay’ı” toplamışlardı. Toplantıya, Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Teşkilatı İçtimaiye, Kürt Millet Fırkası, ve Kürt Ulusal Birliği adlı dört Kürt örgütünün temsilcileri katılmıştı.
    “Hoybun” örgütünün temeli bu toplantıda atıldı. Bu ihtilalci örgüt, Lübnan’ın Bihamedun Merkezi’nde kurulmuş, kurulmasını müteakip Ermeniler ile de sıkı dayanışma içerisine girmiş, Ağrı ayaklanmasını başlatmıştır. Üç yıl süren Ağrı ayaklanması General Salih OMURTAK’ın yönettiği harekat neticesinde bastırılmış, ayaklanma liderlerinin bir kısmı öldürülmüştür. Ağrı ayaklanmasının bastırıldığı bugünlerde Dersim için için kaynıyordu. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey 2 Şubat 1926 günü İçişleri Bakanlığı’na verdiği raporda olacakları sezmiş gibiydi. Hamdi Bey’e göre okul açmak, yol yapmak, fabrikalar kurmak, uygarlaşma yoluyla sorunun çözüleceğine inanmak hayaldi. Hamdi Bey’e göre Dersim Cumhuriyet için çıbandı ve bir ameliyata ihtiyacı vardı. Şu sözler durumu çok güzel özetliyordu. ”Cehaletin, geçim darlığının, iç ve dış aldatmaların, kürtlük eğilimlerinin, son irtica hareketinin tedipten doğan intikam hislerinin, dini ve ictimai devrimler vesilesiyle kara güçlerin uyandırdığı kötü telkinlerin etkisi altında avam halk; reis, şeyh, bey ve ağanın esir ve oyuncağıdır. Şekavet bunların kışkırtması ile olmaktadır.”
    Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak da Dersim olayı ile yakından ilgilenmekteydi, Dersim Olayı ile ilgili bütün raporlar kendisine sunulmaktaydı. Kendisi bu konudaki görüşlerini şöyle özetliyordu. “Dersim asırlarca nüfuz edilememiş, hükümete önemli sorunlar çıkarmış, eşkiyalığı alışkanlık haline getirmiş, mütecaviz ve soyguncu unsurları taşıyan bir adadır. Bu ortam içerisinde İçişleri Bakanı Şükrü KAYA kuzey Dersim’in “çapulcu Yuvası” olduğu kanısındaydı. “Halen hükümete karşı küstah vaziyetini muhafaza eden Yukarı Abbas Uşağı  Reisi Seyid Rıza ile Hayderan Aşireti Reisleri Hıdır ve Kemal Ağa’lar başta olmak üzere yöre halkı Batı illerine yerleştirilmeliydi. Bu ağalar belirlenmiş ve 347 ailenin adı raporda sunulmuştu.
Aşiret Ayrıcalıkları Kaldırılıyor...
    1932 yılındaki bu çalışmaların ilk ürünü ise İskan Kanunuydu. 4 Temmuz 1927 tarihinde çıkarılan “Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakillerine Dair Kanun” ile Diyarbakır ve Ağrı çevresinden 1400 kişi Batı illerine göç ettirilmişti. İskan Kanunu’nun gerekçesi ise tek amacın Kürt ırkı ile ilgili geniş kapsamlı bir eritme planını uygulamaya koymak değildi.  Asıl maksat ; Yurt dışından gelen göçmenlerin  Türkiye’nin hangi bölgelerine yerleştirilecekleri, diğeri ise Çingene, Yörük ve Aşiretlerin yerleştirilmeleri ile ilgilidir. Yasa, aşiretlere hükmi şahsiyet tanınmayacağı gibi, aşiretlere o güne kadar verilen bütün ayrıcalıkları kaldırmaya yöneliktir. Esasen aşiret sistemi Osmanlı’nın geniş topraklarında kontrolü kolay sağlamak için kullandığı, ancak zamanla kötü alışkanlıkları ile yerleşen bir derebeylik sistemidir. İskan Kanunu ile Türkiye’ye 247 bin 295 göçmen gelmiş, bu göçmenlein çok azı Doğu illerine gönderilmişti. Rumeli Göçmenlerine Doğu’da yerleştirildikleri yerlerin tapuları verilmemiş, Onlar da on beş yirmi yıl sonra yeniden Batı Anadolu’ya göç etmişlerdir.
İsmet Paşa’nın Doğu Gezisi
     Aradan üç yıl geçmiş, “Dersim’in ıslah planı bu üç yıl içinde uygulanamamıştı. Konu Başbakan İsmet Paşa tarfından ele alınmış, 1935 yılında kendisi Karadeniz ve Doğu illerini kapsayan bir Yurt gezisine çıkmıştı. İsmet Paşa Doğu gezisinden sonra bir rapor hazırlayarak ATATÜRK’e sundu. Raporda illerin tek tek değerlendirilmesi yapılıyor ve alınması gereken önlemler sıralanıyordu. Başbakan Dersim sorununa Erzincan ile ilgili değerlendirmeler sırasında değiniyor. Dersim soygunlarından bunalan Türk köylerinin bölgeyi boşalttığı, buraların Dersimliler tarafından istila edildiği, kısa zamanda Erzincan’ın bir kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden kaygılanmak gerektiğini vurgulamaktadır. Başbakan Dersim ıslahı  için dört aşamadan oluşan bir plan öngörmekteydi. Bunlar; program, hazırlık, silah toplanması, gerekirse yöre aşiretlerinin başka illere yerleştirilmeleridir.
Tunceli Kanunu
    Tunceli Kanunu diye bilinen “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi hakkında 25.12.1935 Sayılı Yasa ile Tunceli’ye  Komutan rütbesinde bir kişinin vali ve komutan olarak seçileceği belirleniyordu. İçişleri Bakanı Şükrü KAYA, Tunceli adıyla teşkil edilecek vilayetin ilk olarak Türk Tarihi ile temasını Şah İsmail ve Yavuz Selim’in muharebesine tesadüf ettiğini, Tanzimatta vilayet teşkilatları yapıldığı zaman her nasılsa Dersim’in ihmal edildiğini, bu bölgenin olduğu gibi bırakıldığını, bu nedenle oradaki yapının Ortaçağ yapısı bir teşkilata sahip olduğunu, Bölgenin 91 aşirete bölündüğünü, 1876’dan beri 11 Askeri Harekat yapıldığını, ancak köklü tedbirler alınmadığı için hastalığın tahlil ve tedavisinin yapılmadığını belirtmektedir. Yasa ile sınırsız yetkileri olan Komutan–Vali’ye il içerisinde lüzumlu görürse fert ve ailelerin yerlerini değiştirme, vilayette oturmalarını men etme, mahkemelerce verilen ölüm cezalarını onaylama gibi yetkiler tanınmıştır.
    Dersim’de bir başkaldırı bekleniyordu. Başkaldırma başlar başlamaz müfettişlerin raporlarında belirttiği önlemler tek tek alınacaktı. Yasa 31 Aralık 1935 tarihinde Atatürk tarafından onaylandı. Dört gün sonra da hükümet “4’üncü Umumi Müfettişliğin” kurulduğunu açıkladı. Korgeneral Abdullah ALPDOĞAN Tunceli Valisi, Umumi Müfettiş ve Komutan olarak atandırılmıştı. Kendisi “Koçgiri Ayaklanmasını” bastıran Merkez Ordusu Kurmay Başkanıydı. Ayaklanmacılar ALPDOĞAN’ı, kendisi de ayaklanmacıları iyi tanıyordu.
     Yazar, bundan sonra 7 ARALIK 1936 günü İçişleri Bakanı Şükrü KAYA Başkanlığında “Umumi Müfettişler Konferansı” yapıldığından bahseder. Bu konferansta 1’inci Umumi Müfettiş (Sorumluluk sahası; Diyarbakır, Van, Siirt, Hakkari, Muş, Mardin ve Urfa) Abidin ÖZMEN konuşmasında 1927 yılı nüfus sayımlarıyla karşılaştırıldığında Türklerin nüfusunun 20 bin kadar artmasına karşılık Kürtlerin 250 bin arttığını, milliyet prensibinin bilhassa hudutlarımız dışındaki Kürtler ve bazı muhalif unsurlar vasıtasıyla Türk’ten başkalık ve Türk düşmanlığı duygusunun yer bulduğu muhitler ve tesir ettiği şahıslar bulunduğunu, yaşlıların Türkçe, Gençlerin ise Kürtçe konuştuğunu, Şeyh Sait Vakası’nın bölgede Kürtlük duygusunu besleyip büyüttüğünü, Ermenilerle Kürtlerin yakınlaştığını, Erivan’da Kürdoloji Kongresi toplandığını, bazı önlemlerin artık hayata geçirilmesini gerektiğini belirtir.
    Korgeneral ALPDOĞAN (4’üncü Umumi Müfettiş) Bingöl vilayetini, Kürt denilen halkla meskun bir bölge ve Şeyh Sait İsyanının yuvası olarak tanımlamakta, ancak ,tavır, sima ve adetlerin buradaki beylerin Türk olduklarına şüphe bırakmadığını, Nüfus istatistiklerine güvenmediğini, aslında Kürt dilinin de olmadığını, bu dilin Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinden oluştuğunu, Bingöl ve Tunceli’de silahlı eşkiyanın halkı ve köyleri vurduğunu, ancak yeni teşkilatın kurulmasıyla bu suçları işleyenler ve işletenlerin endişeye düştüğünü ve faaliyetlerin azaldığını, şimdiye kadar buradaki insanlara Kürt denildiğini, başka bir ırktan olmuş insan muamelesi yapıldığını, hükümetin bazı memurlarınca bunlara yalnış uygulamalar yapıldığını, Cumhuriyet Hükümeti’nin kendilerinin Kürt soyundan geldiğini bildiğini, ve kimsenin vicdanına karışmadığı, ve fakat kimsenin kimseyi de şu veya bu mezhebe girmeye mecbur etmeye teşvik ve icbara selahiyetli olmadığını anlatınca gönülden hükümete bağlılık duyguları doğduğunu sezinlediğini belirtir.

4 Mayıs 2012 Cuma

Atatürk’ün Yurt Gezileri, Mehmet Önder

Atatürk’ün Yurt Gezileri, Mehmet Önder, 1998, İstanbul
Atatürk’ün Anadolu’da yaptığı yurt gezileri.
    Yazar, Dr. Mehmet Önder, 1926 yılında Konya'nın Çumra ilçesi’nde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Konya'da tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti; ama tarih sevgisi ağır bastığından 1946 yılında bu fakülteden ayrılarak 1950 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin sanat tarihi bölümünden mezun oldu.
    Bundan sonra, müze müdürlüğü, bu müdürlükler sırasında 20’ye yakın müzenin oluşturulması, yurtdışı müze müdürlükleri,  Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü, Başbakanlık Kültür Müsteşarı, Almanya'da Bonn Büyükelçiliği’nde Kültür Müsteşarlığı görevlerinde bulundu.
    Mehmet Önder, merkezi Berlin'de bulunan Alman Arkeoloji Enstitüsü üyesi, Londra’da Uluslar arası Mevlana Araştırmaları Kurumu’nun şeref üyesi, Lahore’da İkbal Akademisi üyesi ve daha birçok kültür derneğinin üyesi oldu. Ayrıca Önder, Türk-Alman Dostluk Derneği ve Türkiye-Pakistan Kültür Derneği Genel Başkanlığı’nı da yaptı.
    Pakistan’dan “Sitare-i İmtiyaz” nişanı, Almanya’dan “Üstün Liyakat” Nişanı, çeşitli üniversitelerden fahri doktora unvanına sahiptir. Mehmet Önder araştırmalarını aralıksız sürdürerek yurt içinde ve yurt dışında 150’den fazla kongre, seminer ve sempozyuma katılmış, hepsinde de bildiriler vermiştir. Mehmet Önder Ağustos 2004 tarihinde vefat etmiştir.
    Atatürk’ün Yurt Gezileri
    Kurtuluş Savaşını kazandıktan sonra ölümüne kadar çıktığı yurt gezilerinde 52 il merkezine uğramıştır. Birçok ile birden fazla ziyaret yapmış, buralarda günlerce, haftalarca kaldıkları olmuştur. Atatürk'ün zaferlerini olduğu kadar inkılâplarını da gezileri içinde değerlendirmek lazımdır. İnkılâp Kanunları çıkmadan önce halkın içine girmiş yapacaklarını ve yaptıklarını anlatmaya çalışmış milletin onayını almaktan geri kalmamıştır. Atatürk’ün çeşitli illere yaptığı yurt gezilerinden birkaç örnek aşağıda sunulmuştur.
    Tekirdağ
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tekirdağ'a 2 Şubat 1915,  23 Ağustos 1928’te olmak üzere iki kez gelmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tekirdağ'a ilk olarak (2 Şubat 1915), beraberinde emir subayı Üsteğmen Çerkeşli Hasan Çavuş'un mangasını alarak Tekirdağ'a gelmiş, beraberindekilerle sahil kışlasına yerleşmişlerdir.
    Mustafa Kemal'in Tekirdağ'a ilk geliş nedeni Enver Paşa'nın emriyle 19. Fırkayı kurmak içindir. Yarbay Mustafa Kemal Tekirdağ'a geldiğinde böyle bir fırkanın adının var fakat kendisinin yok olduğunu görmüştür.
    Tekirdağlıların olağanüstü yardımlarıyla Tekirdağ, Malkara, Çorlu, Hayrabolu civarından gelen 891 kişiyle 57. ve 72. alayları tamamlayarak 25 Şubat 1915'te gelen bir emirle Çanakkale Savaşları'na katıldı. Bu savaşlarda tarihe altın harflerle geçen başarılar kazandı. Çanakkale Savaşları'nın kazanılması sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti düşman işgalinden kurtulduğu gibi, Osmanlı Devleti'nin yıkılması bir süre engellenmiş, kısa bir süre sonra da Türk Ulusu Atatürk'ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak Cumhuriyet yönetimine geçmiştir.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Tekirdağ'a ikinci kez gelişi 23 Ağustos 1928 Perşembe günü Ertuğrul Yatı ile olmuştur. Atatürk'ün Tekirdağ'a bu gelişlerindeki neden 14 yıl önceki ilk gelişlerindeki anıları tazelemek veya Tekirdağ'ın güzelliklerini seyretmek için değildi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk kendisini karşılayan Vali Arif Hikmet Bey, Belediye Başkan Vekili Ziya Şıra Bey ve kalabalık bir halk topluluğu ile vilayete gelmiş, meclis odasında siyah tahta ve tebeşir hazırlatarak en büyük devrimlerden biri olan Harf Devrimi'ni başlatmıştır.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk Tekirdağ'a ikinci kez gelişindeki mutluluğunu şu tümcelerle anlatıyor: "İlk 2 Şubat 1915'te 19’uncu Fırka kumandanı olduğum Tekirdağ'ı 14 sene sonra ziyaret edebildim. Bundan son derece memnun ve mutluyum. Fakat beni en çok memnun ve mutlu eden olay Tekirdağlı vatandaşlarımın daha şimdiden Türk harfleriyle yazıp, okumayı öğrenmiş olmalarıdır".
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün en önemli özelliği devrimlerini halk adına yapmak ve özellikle ona benimsetmekti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde 1 Kasım 1928'de Harf Devrimi yapılmış bu sayede Türk toplumu içinde bocaladığı doğu gelenekçiliğinden sıyrılıp Batı uygarlığına yönelmiş ve gerçek bir kültür devrimi yapılmıştır. Bu büyük devrimin ilk adımının ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ilk başöğretmenliğinin Tekirdağ'da olması Tekirdağlılar için büyük mutluluk ve onur kaynağıdır.
    Havza
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Havza'ya 25 Mayıs 1919,  24 Eylül 1924’te olmak üzere iki kez gelmiştir. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a gelen Mustafa Kemal 25 Mayıs 1919'da Havza'ya gelmiş ve burada tam 18 gün kalmıştır. Bu çok önemli bir rakamdır. Milli Mücadele'nin tüm planları, tarihe Amasya Tamimi diye geçen genelge, Havza'da hazırlanmıştır. Havza'dan ayrılırken "Havzalılar, sizleri hiç bir zaman unutmayacağım." diyerek, çetin bir yolculuğa çıkan, Mustafa Kemal, büyük zafer kazanıldıktan ve Cumhuriyet kurulduktan sonra genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı olarak 24 Eylül 1924'te Havza'ya gelerek milli mücadele için karargâh olarak kendisine tahsis edilen ve şimdi Atatürk Müzesi olan binanın balkonundan bütün dünyaya şöyle seslenmiştir:
    "Havzalılar! Sizinle en elemli ve yeisli günlerde tanıştım, aranızda günlerce kaldım. Bana mazinin hatıratını hatırlatan şu daire içinde kıymettar mesai ve muavenetinizden çok müstefit oldum. Eğer Havzalıların o samimi ve metin hüsn’ü kabulleri olamasa ve eğer Havza'nın nafi ve şifalı kaplıcaları ahvali sıhhiyem üzerinde müspet bir tesir bırakmasaydı, emin olunuz ki inkılap için çalışamayacaktım. Bundan dolayıdır ki Havza'ya ve Havzalılara çok borçluyum. Kalbi rabıtamı ebediyen saklayacak ve sizi hiç unutmayacağım. Muhterem Havzalılar! İlk cüreti, ilk cesareti gösteren, ilk teşkilatı yapan sizlersiniz. İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde kahraman Havza'nın ve Havzalıların büyük bir yeri vardır.”
    Bandırma
    Modern Türkiye'nin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Bandırma'ya, 8 Ekim 1925, 13 Haziran 1926, 20 Ocak 1933’te olmak üzere üç kez gelmiştir.
    Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra ilke ve devrimlerini gerçekleştirme ideallerine ışık tutan gezilerinden birisi için 8 Ekim 1925 Perşembe günü, Mudanya İskelesinden Ertuğrul Yatı ve Yunus Torpidosu eşliğinde hareket eden Atatürk, aynı gün Bandırma'ya ilk kez gelmiştir. Ahşap iskelede görülmemiş bir kalabalıkla Bandırmalılar, heyecan ve büyük bir coşku içinde Atalarını bekliyorlardı. Güverteden Bandırma'yı seyreden büyük Atatürk'ün içini birden büyük bir hüzün sardı. Çünkü karşısında Ulusal Kurtuluş Savaş'ında yanmış yıkılmış harabe bir şehir vardı. O, şu tarihe geçen sözlerini, Bandırma ve Bandırmalılar için söyledi: "Milletimiz çalışkandır! Bu fazileti taşıyan Bandırmalıların en kısa zamanda şehirlerini imar edeceklerinden, halen barut ve is kokan bu güzel beldeyi mamur hale getireceklerinden asla şüphe etmiyorum!".
    13 Haziran 1926 Pazar günü, Mudanya iskelesinden Karadeniz Sergi Vapuru ile hareket eden Atatürk, aynı günün akşamına doğru yanındakilerle beraber ikinci defa Bandırma'ya geldi. Şehir halkı, kendilerini emsalsiz gösterilerle karşılandı. Büyük kurtarıcı ve modern Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk daha sonra aynı gece törenle Balıkesir'e gitmek üzere, halkın sevgi gösterileri arasında Bandırma'dan ayrıldı.
    1933 yılı Ocak ayının ortasında Ankara'dan Eskişehir'e geçen Atatürk, oradan da Derince'ye geçerek, Gülcemal vapuru ile 17 Ocak 1933 günü Mudanya iskelesine çıktı. O gün saat 18.30'da Bursa'ya vardı. Doğruca Çekirge'deki köşke gitti. Ertesi sabah, resmi ziyaretlerini yaptıktan sonra, Bursa Valisi Fatih Gökmen ile birlikte Gemlik'te zeytin üreticileriyle görüştü. 19 Ocak 1933 günü de Bursa Çekirge'deki modern kaplıca olacak olan Çelik Palas'ın inşaatını, İpek-İş Fabrikası'nı ve Askeri Hastane'yi gezdi. Bursa'dan Gemlik'e giden Atatürk, 20 Ocak 1933 akşamı Gemlik iskelesinden Gülcemal vapuru ile Bandırma'ya geldi. İskelede Balıkesir Valisi İbrahim Ethem (Akıncı), Belediye Başkanı Naci (Kodamaz), Bandırma halkı ile birlikte Atatürk'ü Bandırma'da karşıladılar.
    O eşsiz insan, geceyi Bandırma'da geçirdikten sonra, 21 Ocak 1933 tarihinde, tekrar şehir istasyonunda hazır olan trene bindi. Atatürk, dönemin Belediye Başkanı'ndan bilgiler aldı. Halkın sözlü ve yazılı dilekçelerindeki sorunları dinledi. Çevreden gelen temsilcileri tren salonunda kabul etti. Onlarla görüştü ve konuştu. Sorunlarının çözümleri konusunda bilgiler verdi. Aynı gün de trenle Balıkesir'e gitti.
    Niğde
    Atatürk Niğde'ye ilk olarak 5 Şubat 1934'te gelmiştir. Atatürk, 14 Ekim 1924'te eşi Latife Hanımla birlikte Kayseri'de iken Niğde Valisi Asım Bey başkanlığındaki bir Niğde Heyeti, Kayseri'ye gelerek, Atatürk'ü şehirlerine davet etmişlerse de bu 1934 yılına kadar mümkün olamamıştır.
    1 Şubat 1934 sabahı Atatürk, yanında Prof. Afet İnan, milletvekillerinden Kılıç Ali, Ruşen Eşref (Ünaydın), Falih Rıfkı (Atay) olduğu halde otomobillerle Kırşehir'e gelmiş, buradan Yozgat'a ve Kayseri'ye gitmişti. 5 Şubat 1934 günü öğleden sonra Atatürk yanına Kayseri Kolordu Komutanı Abdurrahman Nazif (Gürman) ve 41’inci Tümen Komutanı Ali Rıza (Artunkal)'ı da alarak özel trenle Niğde'ye hareket ederek gece saat 20.30’da Niğde'ye geldi. Niğde halkı o gece tümüyle istasyondaydı.
    Niğde sorunları hakkında Atatürk'e gerekli bilgiler verildi. Niğde'nin meyveleri boldu. İhraç imkânları yoktu. Bu ürünlerin değerlendirilmesi için fabrikalar isteniyordu. Niğde Milletvekili Halit (Mengi) Niğde'ye bağlı Ulukışla ilçesi Çiftehan bucağında şifalı su olduğunu, sağlığa yararlı bu kaplıcanın geliştirilmesi gerektiğini söyledi. Atatürk, bununla çok ilgilenmişti. "Yarın Çiftehan'a gidelim ve kaplıcayı görelim." dedi. Bir ara, Niğde ve çevresine yerleştirilen Rumeli göçmenleri konusunda bilgi aldı, Vali Ziya (Tekeli) göçmenlerin tamamen yerleştirildiğini, durumlarının çok iyi olduğunu, işleriyle uğraştıklarını söyleyince Atatürk, memnun oldu.
    Geceyi trende geçiren Atatürk, gazetelerin verdiği bilgilere göre, ertesi gün 6 Şubat 1934 sabahı Niğde'de otomobille kısa bir gezinti yaparak ve trene binerek Ulukışla'ya hareket etti. O günden sonra Niğdeliler Atalarının şehirlerine geldiği gün olan 5 Şubat'ı her yıl törenlerle kutlamaktadırlar.
    Elazığ
    Atatürk, Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen, Celal Bayar, Kılıç Ali ve Fazıl Ahmet Aytaç ile birlikte 17 Kasım 1937 tarihinde Doğu Anadolu'ya yaptıkları gezi sırasında Elazığ'a uğradı.
    14 Kasım 1937 günü Yolçatı’ya gelen ve büyük bir törenle karşılanan Atatürk ile beraberindekiler o gün Elazığ'a geçmeden Diyarbakır'a gittiler. Diyarbakır'a giderken, Elazığ'ın Sivrice İlçesinde bulunan Gölcük Gölü'nü gördüğünde beyaz treni göl kenarında durduran Atatürk bu güzellik karşısında duygularını "Dünyanın en güzel memleketi Türkiye'dir." diyerek dile getirdi. Orada bulunan köylülere "Burada Yalova gibi modern bir şehir kuracağım." diye söz vererek gerekli tesislerin yapılması için hemen 500.000 TL'lik bir ödeneğin gönderilmesini emretti.
    Atatürk, Diyarbakır dönüşü 17 Kasım 1937 günü beyaz treni ile Elazığ garına geldi ve büyük bir törenle karşılandıktan sonra Korgeneral Abdullah Alpdoğan'ın arabasına binerek Halk Evi'ne gitti. Burada kendilerine ayrılan odada bir müddet dinlendikten sonra Belediye ve diğer resmi kuruluşları ziyarette bulundu. Daha sonra, Pertek ile Hozat'ı ayıran Sünget Çayı üzerinde yapılmış olan köprüyü tören ile açmış, bu köprüye Singeç adını vermiştir. Buradan Pertek İlçesine geçen Atatürk bu ilçeyi çok beğenmiştir. Aynı gün Elazığ'a dönerek gece kendi onurlarına düzenlenen edebi müsamereye katılan Atatürk bu toplantıda Elaziz adının Elazığ olarak değiştirilmesini teklif etti, teklif alkışlarla kabul edildi. 23 Kasım 1937 günü de Elazığ Belediyesi olağanüstü toplantı yaparak, Elaziz adının Elazığ olarak değiştirilmesi kararını aldı.
    Malatya
    Büyük Önder Atatürk, Ege Vapuru ile 12 Şubat 1931 günü Mersin iline gelmiş, aynı gün saat 18.00'de özel treni ile yeni hizmete açılan Fevzipaşa-Malatya demiryolunu takip ederek Malatya'ya gelmek üzere harekete geçmiştir. 13 Şubat 1931 günü saat 17.30'da Malatya garına gelen Atatürk, burada büyük bir törenle karşılanmış, halk büyük bir sevgi ve saygıyla bağrına basmıştır. O gün ilimizin büyük caddeleri ve resmi daireler bayraklarla donatılarak şükranlarını ifade etmişlerdir.
    Mustafa Kemal, trenden indikten sonra hem Malatya halkını görmekten duyduğu memnuniyeti ifade etmek, hem de demiryollarının önemini belirtmek üzere o dönemin başbakanı İsmet İnönü'ye çekilmek üzere Malatya valisi Mehmet Tevfik'e bir telgraf vermiştir. Atatürk telgrafında şöyle diyordu; "Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine, Yeni yapılan tren yolu ile Malatya'ya vardığım bu günde size takip ettiğiniz pek isabetli imar faaliyetlerinden dolayı, bir daha tebrik ve takdirlerimi arz ederim.”
    Tren garından ayrılan Atatürk, otomobile binmedi, İstasyon virajına kadar Malatya halkı ile birlikte yaya yürüdü. Daha sonra yeni açılan Atatürk caddesini otomobili ile geçerek, bugünkü "Atatürk Evi ve Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü" binası olarak kullanılan o günkü adı ile "Türk Ocağı" binasına geldi. Atatürk, burada halka hitaben yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Malatya'yı görmek, Malatyalılarla daha çok görüşmek için bu kadar zaman yeterli değildir. İleride daha uygun bir zamanda belki Başvekil İsmet Paşa ile gelip, sizlerle görüşmek fırsatını bulurum."
    Malatya Belediye Başkanı Mustafa Naim (Karaköylü), Atatürk'e hiç olmazsa Malatya'da birkaç gün kalmasını arz edince; Atatürk demiryollarının önemini belirten şu konuşmayı yaptı: "Arkadaşlar, önemli bir ilimizin merkezine bizi getiren, demiryolu olmuştur. Bugüne kadar bu önemli ve feyizli Malatya'ya gelmek isteyenler, bu medeni vasıtanın bulunmamasından dolayı isteklerine kolaylıkla muvaffak olamamışlardır. Yeni eser bu genel isteği tatmin edecektir ümidindeyim. Türkiye Hükümeti'nin tespit ettiği projeler dahilinde belirli zamanlar içinde, vatanın bütün bölgeleri çelik raylarla birbirine bağlanacaktır. Bütün vatan bir demir kitle haline gelecektir.
    Demiryolları memleketin tüfekten, toptan daha önemli bir koruma silahıdır. Demiryollarını kullanacak olan Türk Milleti, doğuşundaki sanatkârlığının eserini göstermiş olmakla övünecektir. Demiryolları, Türk Milletinin refah ve medeniyet yollarıdır"
    Geceyi Malatya'da geçiren Atatürk, 14 Şubat 1931 günü Adana'ya gitmek üzere özel treni ile Malatya'dan hareket etmiştir.
    14 Kasım 1937 günü saat 13:00’de Malatya'ya ikinci defa gelen Atatürk, tren garında Malatya Valisi Belediye Başkanı, milletvekilleri, askeri yetkililer, öğrenciler, izciler ve Malatya halkı tarafından parlak bir törenle karşılandı. Bu karşılama töreni sırasında 21 pare top atışı yapılarak Atatürk'e olan saygı ifade edildi.
    Mersin
    Atatürk, Mersin'i birçok defa ziyaret etmiştir. Mersin'e ilk ziyareti Cumhuriyetten önce 5 Kasım 1918'de olmuştur. Atatürk, bu ziyaretinde Silifke sınırları ve Toros eteklerinde, karakolların artırılmasını ve dağ köylerine depolardaki yeni silah ve cephanelerden bol miktarda dağıtılmasını yetkililere tavsiye etmiştir.
    Gazi Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat - 4 Mart 1923 arasında İzmir'de toplanan "Türkiye İktisat Kongresi"nden sonra ilk yurt gezisini Adana ve Mersin'e yapmıştır. Mersin ve Tarsus'u ziyaret etmek üzere Gazi ve yanındakiler, 17 Mart 1923 Cumartesi sabahı Adana'dan trenle hareket etmişlerdir. Saat 11.30'da Mersin tren istasyonuna halkın coşkun tezahüratlarıyla girdi. Gazi, eşi Latife Hanım ile trenden indikten sonra istasyon önündeki merasim kıtasını teftiş etti. Önce hükümet binasına, daha sonra da Belediye binasına gelen Gazi, başkandan belediye hizmetleriyle ilgili bilgi aldı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Gençler Yurdu'nu ziyaretinde, gençlere çok çalışmalarım tavsiye ederek, Türk Ocağı'na katılmalarını önerdi.
    Program gereğince Millet Bahçesinde çaylar içildi.  Hükümet Tabibi Reşit Galip Bey'in heyecanlı bir ses tonuyla söylediği, anlamlı ve samimi hitabını dinlerken ve özellikle "senin büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir" sözlerinden çok duygulandı. Sonra "Mersinliler, memleketiniz, beldeniz Türkiye'nin çok mühim bir noktasında bulunuyor. Çok mühim ticaret noktasıdır. Memleketiniz bütün Dünya ile Türkiye'nin irtibat noktasının en mühim yerindedir. Bunu sizler benden iyi biliyorsunuz. Aziz arkadaşlar, bu memleketin hakiki sahibi olunuz" dediği hitabesini söyledi.
    Atatürk 20.01.1925 tarihinde yine Eşi Latife Hanımla birlikte Mersin'e gelmiş ve günümüzde Atatürk evi olarak müzeye dönüştürülen Christmann Köşkü'nde misafir edilmiştir. Bu ziyaretinde Mersin'de iki gün kalmıştır. Atatürk Mersin’den satın aldığı çiftlik kurtuluştan modern bir çiftlik haline getirilmiş, bağış üzerine hazineye devredilmiştir.
    Atatürk, 10.05.1926 tarihinde Konya üzerinden trenle Mersin'e gelmiş ve doğruca limandaki Ertuğrul yatına binerek Taşucu’na gitmiştir. Atatürk, bundan sonra üç defa daha Mersin'e gelmişse de kentte kalmamıştır.
    Atatürk, 19.11.1936 tarihindeki tren yoluyla Mersin'e gelişinde Mersin Valisine "Vali Bey, konağı çabuk düzenle ve noksanlarını tamamlayın. Her sene Nisan ayını burada geçirmek istiyorum." demiştir. Atatürk'ün Mersin'e son gelişi ise 20.05.1938 Cuma günü 13.30'dur. Bu ziyaretinde de Vali Konağı'nda kalmıştır. Konağın balkonunda oturduğu sürece halk karşı kaldırımda, oradan ayrılıncaya kadar, uzun süre sevgi ve ilgi ile büyük kurtarıcıyı izlemiştir.
    Erzincan
    Atatürk, Erzincan'a ilk olarak 1 Temmuz 1919'da gelmiştir. Erzurum Kongresi'nde bulunmak üzere, 28 Haziran 1919'da otomobille Sivas'tan Erzurum'a hareket eden Mustafa Kemal Paşa, yolu üzerindeki köy ve kasabalara uğrayarak 1 Temmuz 1919 günü Erzincan'a gelmiş, geceyi Erzincan'da geçirdikten sonra ertesi gün Erzurum'a hareket etmiştir.
    Atatürk, Erzurum Kongresi dönüşünde, 30 Ağustos 1919 günü öğleden sonra, Erzincan'a yakın Gazlısu'ya (Ekşisu) geldi. Burada, Erzincan ileri gelenlerinden bir heyet, Atatürk'ü karşıladılar. Kısa bir süre, su başında dinlenen kafile, Ekşi sudan içtikten sonra birlikte Erzincan'a hareket ettiler. Atatürk, Erzincan'da Erzurum Kongresine katılan Şeyh Fevzi Efendi ile de buluştu. Şeyh Fevzi Efendi, Atatürk'ü yürekten destekliyordu. 0 akşam Erzincan'lılar adına, Erzincan Mutasarrıfı, Belediye'de bir yemek verdi. Mutasarrıfın evinde konaklayan Atatürk, sabahleyin Mutasarrıflığa resmi bir ziyaret yaptı. Buradan Belediyeye geldi ve halkla görüştü. Aynı gün Sivas'a hareket etti.
    Cumhuriyet'in ilanından sonra, eşi Latife Hanımla birlikte çıktığı uzun sonbahar gezisi sırasında 29 Eylül 1924 günü Erzincan'a üçüncü defa geldi. Erzincan’a gelmeden Refahiye’ye uğradı. Şehre girişinden Belediyeye kadar olan caddeyi okullar, esnaf birlikleri ve halk doldurmuş büyük bir karşılama yapılmıştı. Atatürk, beraberindekilerle kısa bir süre Belediye binasında dinlendikten sonra Vilayete, kolorduya gitti. Akşam verilen yemekte Atatürk, Erzincanlıların kendisi için gösterdikleri sevgi ve bağlılığa teşekkür ettikten sonra: "Erzincan'ın az zamanda layık olduğu ve Cumhuriyetin kendisinden beklediği mertebede nur ve feyiz kaynağı olacağına tamamen inanıyorum." dedi. 0 gece fener alayı yapıldı. Atatürk, ertesi 30 Eylül 1924 sabahı tekrar geleceğini ve bir gece daha kalacağım söyleyerek Erzincan'dan Erzurum'a hareket etti.
    Atatürk, sözünde durmuştu. Erzurum dönüşü 10 Ekim 1924 günü Erzincan'a tekrar geldi. Bu defa Latife Hanım yanında değildi. Onu Kayseri'ye göndermişti. Gittiği yerlerde karşılama töreni istemiyordu. Ancak Erzincan'da binlerce halk yine yollara, caddelere dökülmüştü. 0 geceyi de Erzincan'da geçirdi. Erzurum'a her gidişinde geceyi Erzincan'da geçiren Atatürk, Erzincan'ı ve Erzincanlıları her zaman sevmiş, onların vatanseverliklerini sıklıkla övmüştür.