18 Mart 2013 Pazartesi

Falih Rıfkı Atay, Çankaya

Falih Rıfkı ATAY’IN, Atatürk’ün  hayatını ve yaşadığı dönem olaylarını anlattığı anı ve anektodlar.

        Çankaya,Falih Rıfkı Atay’ın, Atatürk’ün uzun yıllar yanında bulunan bir dostu olarak  kaleme aldığı eseridir.Bu yönüyle Atatürk’ün biyografisi olma özelliğini taşımaktadır.Fakat kitabın kurgusu salt bir biyografi tarzında  değil ,Atatürk’ün doğup büyüdüğü, içinde yaşadığı toplum ve olaylara da ışık tutan ve o günün bakış açısını çok açık bir şekilde gözler önüne seren bir yaklaşımı da yansıtmaktadır.Dolayısıyla yazar adeta okuyucuyu o günlere götürmekte  ve belki daha önce okuduğumuz ,fakat net olarak kavrayamadığımız bir çok konuyu yaşarcasına anlama fırsatı vermektedir. Eserde  anlatılan anı ve anektodlar  Falih Rıfkı’nın bizzat  gördükleri ve yaşadıkları olması ve  ilk ağızdan anlatılması  okumayı sürükleyici ve akıcı hale getirmiştir.Kitap, Atatürk’ün hayatındaki önemli devreleri içeren dokuz bölüm halinde anlatılmıştır.Bu bölümler  şu şekildedir;
(1)    MUSTAFA KEMAL  1881-1914
(2)    1914-1918
(3)    ÇÖKME
(4)    GERİLLA DEVRİ
(5)    ORDU DEVRİ
(6)    YENİ DEVİR
(7)    KEMALİZM
(8)    ATATÜRK’ÜN SON YILLARI
(9)    ANI  VE FIKRALAR
        Mustafa Kemal’in doğumu ve müteakiben  okul hayatı ve ilk kıta deneyimleri anlatılmaktadır.O günlerde Osmanlı’nın içinde bulunduğu sosyal,siyasal ekonomik ve kültürel yapı hakkında çarpıcı detaylara da olayların akışı esnasında değinilmektedir. Ayrıca ayrıntılı bir şekilde  Rüştiye ,İdadi ve Harp Okuluna girişi ve bu okullardaki başarısı etraflıca anlatılır.Mustafa Kemal’in daha İdadi de iken ,yaz tatilinde Tophane de bulunan Colleges des Freres’de Fransızca öğrenme azmi ve okulda şiir edebiyat ve hitabete olan düşkünlüğü  hem onun ne kadar bilinçli ,şuurlu ve öngörülü olduğunu hem de dönemin eğitim anlayışını ve eğilimlerini göstermesi açısından dikkate  değerdir.
        Mustafa Kemal, doğduğu dönem itibariyle koskoca bir imparatorluğun yıkılışına  şahit olmuştur.Her tarafta kargaşanın ,huzursuzlukların ve çalkantıların baş gösterdiği  bir zaman diliminde doğmuş olması, onu  daha güçlü ve sağlam bir karakter olarak geleceğe hazırlamıştır.    Onu daha genç yaşta iken vatanı kurtarma çabasına iten neden bu olsa gerektir.Mustafa Kemal daha Harbiye’ de okurken  kendince  arkadaşlarıyla vatanı kurtarma çareleri düşünür hatta gizlice dergi bile çıkartırlar.Kurmay  yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra arkadaşlarıyla gizli olarak toplandıkları  bir sırada, basılarak hapse gönderilir ve birkaç ay  hapiste kaldıktan sonra ,Okul Müdürü Rıza Paşanın aracılığı ile serbest bırakılır. Rıza Paşa her şeyi açıkça bilmesine rağmen  onları kurtarır ve hatta daha dikkatli olmalarını  öğüt verir.
        Ülke artık yıkılmanın eşiğindedir.Devletin tüm kurumları layıkıyla görevini yapamaz hale gelmiştir.Ordu da diğer kurumlardan hiç farklı değildir.İsmet İnönü’nün ağzından siyasete bulaşmış olan ordunun içler acısı halinin tasvir edildiği  şu yazı bir hayli ilginçtir: ”…Sekizinci topçu alayı kadrosunun büyük kısmı alaylı idi.Kışlada yatıyordum.Vaktimizin  çoğu yedinci alayın mektepli subayları  ile geçiyordu. Bizimkilerden başka alayların birçok topları eski sistem.Talim ve terbiye mektepli yüzbaşıların kabiliyetlerine kalmıştır.Asker umumi olarak dört yıllık silah altında .Ne vakit terhis olunacakları belli değil.Terhislerinin  bir gecikme sebebi ise birikmiş olan maaşları.Bu senelerde ayaklanma ile terhis olmak bir kaide idi.Ayaklanma ise şöyle olurdu.Askerler kendi aralarında gizlice konuşurlar ,talime çıkmayarak,padişaha müracaat ederler .Subayların asker üzerinde nüfuzları ahlak ve bilgi kuvvetinden gelir.Bu nüfuz da ,terhis ayaklanmalarında bu subaylara ancak kötü muamele görmemek imtiyazını verir.Bölüklerde bile atış talimi hiç yapılmazdı.Bin dokuz yüz altıda seri ateşli topların kabul edilmesiyle 7nci alayda ilk defa ve bir defa topçu atışı yapılmıştı.
        Bütün sınıflarda yüzbaşıdan yüksek kumanda sahipleri,gece gündüz alaylarını nasıl besleyecekler, subaylarının maaşlarını nasıl verecekler, yalnız bunlarla uğraşırlardı. Kolağasından ordu kumandanına kadar bütün amirlerde maaş tedariki için tedbir almak başlıca vazife, padişaha sadakat başlıca meziyet idi. Genç mektepli subaylar için bir terfi usulü de yoktu. Kimin ne vakit, ne sebeple terfi edeceği de bilinmezdi. Sekizinci topçu alayının bir kumandanı vardı ki,mektepli olduğu halde ,eğer diploması olmasa,okuma yazma bilmeyen bir alaylıdan  ayırmanıza ihtimal yoktu.
        Ordu politika batağı içinde idi.Teğmen yarbaya selam vermez olmuştu.Mustafa Kemal ordu politikadan hemen çekilmelidir  yoksa ordu kuvvet olmaktan çıkar diyor ve direniyordu.Hatta Enver paşa Hafız Hakkı Paşaya , Mustafa Kemal fazla ileri gidiyor buna bir çare bulalım  bile demiştir.”
        Tabi ki durumun vahameti bununla da bitmez. Yazarın o dönemin sıradan insanlarından birine sorduğu bir soru neticesinde aldığı cevap çok anlamlıdır. ”Bu memlekette İttihat ve terakki’nin mi yoksa Yunanlıların mı hükmetmesini istersiniz?” Alınan cevap oldukça ilginçtir.Tereddütsüz bir şekilde “Yunanlıların,elbette”.    İşte  bu şartlar altında Balkan Savaşına girilmiş ve yaşanılan felaket  Türk tarihine kirli bir leke olarak geçmiştir.Mustafa Kemal’in  dehası da bu şartları gördükten sonra daha iyi anlaşılmaktadır.
        Atatürk, Filistin, Trablusgarp, Bingazi, Muş, Suriye cephelerinde, daha sonra Ana fartalar, Arı burnu, Sakarya ve Dumlupınar savaşlarında, daima başarılı ve çarpıcı komutanlıklar sergilemiştir.Daha genç bir subay iken, kendi ülkesinde ve Avrupa'da katıldığı çeşitli manevralarda gösterdiği ustalıklar ve uyguladığı taktikler, verdiği emirler ve harp sahalarında kazandığı zaferlerle Atatürk, ne kadar başarılı bir komutan olduğunu tarih sayfalarına altın harflerle yazdırmıştır. Atatürk'ün ağzından kaleme alınan şu küçük anekdot bu askeri dehanın emarelerini bütün çıplaklığı ile yansıtmaktadır.”Karargâhı Yalova'da bulunan Ordu Komutanı Liman Von Sanders Paşa telefonla beni aradı. Konuşmamıza aracılık eden Kurmay Başkanı Kâzım Bey idi. Sorduğu şu idi: "Durumu nasıl görüyorsunuz ve nasıl tedbir almayı düşünüyorsunuz? ". Durumu nasıl gördüğümü ve nasıl tedbirler almak gerektiğini çoktan bütün ilgili olanlara belirtmiştim. Hepsi cevapsız kalmıştı, dedim ki;
- "Durumu nasıl gördüğümü çoktan size bildirmiştim. Şimdi alınabilecek tek bir tedbir kalmıştır!"
- O tedbir nedir?
- Bütün komuta ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Tedbir budur!
Alaylı bir sesle,
- Çok gelmez mi?
- Az gelir ! dedim.
        Telefon kapandı. 8/9 Ağustos gecesi saat 21:50'de bana Anafartalar Grubu Komutanlığına tayin edildiğimi bildirdiler. Gerçi böyle bir sorumluluğu almak basit bir şey değildir. Fakat, ben vatanım yok olduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için bu sorumluluğu yüklendim! Daha önce kararlaştırdığım saldırıyı kendim yöneterek düşmanın üstün kuvvetlerini gerilettim. 10 Ağustos sabahı tan yeri ağarırken düşman üzerine süngü ile atılmak için hazırladığım asker saflarının önüne geçerek kuvvetlerimi düşman üzerine attım. Düşman ortalık ağardıktan sonra Conkbayırı'nı denizden ve karadan büyük çapta toplarla dövmeye başladı. Bütün Conkbayırı dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes tevekkülle sonunu bekliyordu. Etrafımız şehitler ve yaralılarla doldu. Olan bitenleri seyrederken, bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimdeki saati paramparça etti. Etime giremedi. Yalnız deride bir kan lekesi bıraktı. Bu parçalanmış saati sonra bu günün hatırası olarak Liman Von Sanders Paşaya verdim. O da aile armalı saatini bana hediye etti. "Zaferini tebrik ederim Paşam!"
        Birinci Dünya Savaşı,gerek Osmanlı gerekse de Mustafa Kemal için bir dönüm noktasıdır.Çanakkale Savaşı’ndan sonra artık Mustafa Kemal  önü tutulamaz ve dehası  herkes tarafından idrak edilen  bir komutan olduğu bütün yurda malolur.Rakipleri de artık bundan sonra Mustafa Kemal’e kolay kolay ilişemeyecektir.Falih Rıfkı, ise Mustafa Kemal hakkındaki görüşlerini şu şekilde aktarır.” Mustafa Kemal adını daha sonra ,Birinci Dünya Savaşının pek karanlık günlerinde duydum.Kalıbımızla Suriye’de,canımız ve kanımızla İstanbul’da idik.Çanakkale sökülüp düşman İstanbul’a girecek miydi?Böyle bir facianın rüyasını görürüz diye uyumaktan korkardık.Mustafa Kemal’in ismi ,o vakit  İstanbul’un Kurtuluş hikayesine karışmış  idi.Enver’in rakibi olduğu söylendiğinden ve adı saklanmak istendiğinden onu büsbütün benimsemiştik.Bir sır gibi yayılıp içlere sinen şöhreti,Enver’i sevmeyen ve ona güvenmeyen  genç subayların dillerinde destandı.Bir aralık  “Harp mecmuasında “ Ruşen Eşref ile mülakatı yayınlandığında ,Enver’in veya  ona yaranmak isteyenlerin emri ile baskı durdurulmuş,Mustafa Kemal’in resmi çıkarılmış yerine Leman Von Sanders’in konulmuş olduğunu duyuyorduk.Genç karargah kurmaylarının “Tam asker… İşte hakiki asker …”diye aralarında konuştuklarını hatırlıyorum.”
        Mustafa Kemal , Samsun’a çıktığı vakit durum çok vahimdir.Ülkenin her tarafı işgal altındadır .Yerel bir takım gayretler sayılmazsa ,tam anlamıyla da kurtuluş azmi ve iradesi de yoktur.Mustafa Kemal, 22 Mayıs’ta Samsun’daki  İngilizlerle konuştuktan sonra İstanbul’a bir rapor gönderir.Bu raporda Samsun ve çevresi Rumları hırslarından vazgeçmedikçe yatışma olmayacağını ,Türklüğün yabancı mandasına katlanamayacağını milli hareketlere hak vermek gerektiğini bildirir.Oysa görevi başkaldıran Türkleri ezmek ve susturmaktır.Milli davayı gerçekleştirme kapsamında yapılan Amasya ,Erzurum ve Sivas kongreleri oldukça güç ve sıkıntılı şartlar altında geçerken,    Yunanlıların İzmir’e çıkışlarını İzmir ‘de ,Adalar’da  Rumların tamamı  “Zito ,Zito Venizelos” şarkılarıyla karşılamışlardır.
        İstiklal Mücadelesi , Meclis içinde de oldukça çetin ve zor şartlar altında ,ateşli tartışmaların yapıldığı bir ortamda geçmektedir. Ordunun tam anlamıyla Sakarya Savaşı öncesinde başarılı olamaması  ve Sakarya Nehrinin gerisine çekilmesi büyük tepkilere yol açmıştır.Mustafa Kemal  oldukça sıkıntılı ve günlerce uykusuz  bir şekilde çalışmaktadır.Cepheden kaçan asker sayısı da oldukça fazladır.Fakat Mustafa Kemal hiç zaman ümidini kaybetmez  ve durum heran  kontrolü altındadır. “Sakarya muharebeleri sırasında bir kibrit kıvılcımından atı ürkünce, Atatürk yere düşüp kaburgalarını kırmıştı. Başkomutan cephede, oradan oraya sedye ile dolaştırılıyordu. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak  odasına geldi. Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşadan bahisle  "Kendisini taarruza kaldıramıyoruz. Emri doğru bulmuyor. Sedye ile de olsa telefon başına kadar gidip konuşabilir misiniz ? "dedi. Sedye ile telefon başına giden Başkomutan, Kolordu komutanına hitaben ;" Taarruz olacaktır ! Sen olmazsan yerine bir çavuş gönderirim, gene taarruz ettiririz.! " dedi. Mustafa Kemal Paşanın biraz sertçe olan sesini tanıyınca Kemalettin Paşa, " Ya... Böyle mi tensip buyurdunuz, emredersiniz ! " dedi. Kolordu taarruza geçmiş ve sonuç alınmıştır.Yine Sakarya da yaşanan ve Mustafa Kemal’in liderliğini açıkça yansıtan diğer bir anektod ise şöyledir;”    İsmet Paşayı telefonla arayan Yusuf İzzet Paşa Mustafa Kemal’le görüşmek istediğini söyler .Telefonu Mustafa Kemal’e verirler.”Gizli emirlerinizi bildirmediniz.Yani geri çekilme lazım geldiği vakit  istikametimiz ne olacak.Bu duruma çok sinirlenen Mustafa Kemal “Paşa! Paşa! gizli emrim senin kemiklerinin orada gömülmesidir “der.”Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.O satıh bütün vatandır .” talimatını işte bu konuşmadan sonra vermiştir.
        Sakarya‘dan dönüşünde ,Çankaya’da “Ben galiba en iyi şu askerlik mesleğini yapabiliyorum demişti.Bu savaşta iki şey buldum ”hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır ,o satıh bütün vatandır” Vatan sathı en son kayasına kadar düşmanla boğuşularak müdafaa edilecektir.Diğeri  “Hiçbir zafer gaye değildir.Zafer ancak kendisinden daha büyük bir  gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır.Gaye fikirdir.Zaferin bir fikri kazandırdığı kadar değeri vardır.Her meydan savaşından sonra yeni bir alem doğmalıdır.Yoksa başlı başına zafer boşuna bir çaba olur.Kendisine Napolyon’nun ben yürürüm ,programım kendiliğinden çıkar,dediği hatırlatılması üzerine  “ama o türlü giden sonunda başını Saint Helen kayalarına çarpar “cevabını vermiştir.
        Türkiye, iki meydan savaşının eseridir. Biri ,1921 Ağustos’unda  Sakarya Nehri boyunca,diğeri 1922 Ağustosunda  Afyon Cephesinde .İkisinde de Türk ordularının başkomutanı Mustafa Kemal’dir..Ordunun bir saldırı emri veremeyeceği fikri büyük çoğunluktadır ve bundan dolayı Mecliste hava oldukça gergindir. Afyon’un Çay  ilçesinde toplanılmış, Fevzi Çakmak taarruz planını açıklamıştır, fakat İsmet Paşa saldırıya karşıdır.Yakup Şevki Paşa ,milletin kaderini zar gibi atmanın tarihçe cinayet olacağını söyler. Fevzi paşa bunun üzerine sinirlenir ”mademki ordunun bana güveni yok,ben çekiliyorum,diye istifasını verir.Mustafa Kemal de genelkurmay başkanı çekildiğine göre kendisinin de görevde kalamayacağını bildirir. İsmet Paşa da ”Efendim bize fikrimizi sordunuz, söyledik. Yoksa hepimiz emrindeyiz.” der. Saldırı kararı o an verilir Atatürk Ankara da vekiller heyetini toplayarak saldırı kararına onları da katar.Atatürk’ün öngörüleri her zaman en yakın dostlarını bile  çoğu zaman şaşırtmıştır. Şöyle der: ”Taarruz haberini alınca hesap ediniz. On beşinci gün İzmir’deyiz ”Savaş kazanılmış ,Trikopis  kaçarken yakalanmıştır.Atatürk’ün huzuruna getirilir  ve ilginç bir diyalog geçer aralarında ”….ancak ellerimizdeki tüfekleri kullanabiliyorduk.Sonunda bir an geldi ki tüfeklerimizin bile işleyemediği bir darlığa düşürüldük.Süngüler parlamaya başladı.Arkamız ,önümüz her yanımız süngü!Atımı bile bulamıyordum.Yaya olarak ormanlar içine düştük.Siz  bu harbi nereden idare ettiniz?”Atatürk’ten aldığı cevap onu bir hayli şaşırtır.”İşte tam o süngülerin parladığını söylediğiniz yerde askerlerin yanında idim”
        Mustafa Kemal İzmir’e girince bir otele uğrar.Ne sırması ,ne de önünde arkasında koşuşan generalleri vardır. Dolu salona girmek isteyince garson yer olmadığını söyler.Müşterilerden biri tanıyıpta , “Mustafa Kemal’” diye bağırınca  kalabalık birbirine girer.Mustafa Kemal kimseye rahatsız olmamasını söyler ve yanındakilerle bir masaya oturur.Garsona bir kadeh içki ısmarlar ve sorar “Kral Kostantin hiç bu otele gelip  bir kadeh rakı istedi mi?Aldığı olumsuz cevap karşısında “Öyle ise neden İzmir’i almak istemiş “der.İzmir’e gelişinin ilk saatlerini o masada geçirir.
        Falih Rıfkı, İstiklal savaşından sonraki Atatürk inkılapları dönemini  bütün gizli kalmış yönleriyle anlatır.Mecliste hiç kimse Cumhuriyet kelimesinin ağza alınmasını bile istemez. Mustafa Kemal ,İsmet Paşa ve arkadaşları sık,sık bu gayri tabiliğin çabuk nihayet bulması gerektiğini ileri sürmüştür.Bir gün de Mustafa Kemal  Avusturyalı bir gazeteci ile görüştüğü sırada “cumhuriyet “kelimesini ağzından  kaçırması üzerine  Meclisin ve İstanbul gazetelerinin yüreği oynamıştır.Bütün bu muhalefete rağmen, Atatürk’ün dehası bu sorunun da üstesinden  gelmiştir
        İnkılap Devri cumhuriyet ilanını başlangıç olarak alırsak ,29 Ekim 1923’ten  3 Kasım 1928’e kadar beş yıl bir ay sürmüştür.Ondan sonra bütün iş ,yeni düzeni tüm toplumca sindirilmesindedir.3 Mart devrimin başlangıcı idi.1924 Nisanında şeriye mahkemeleri kaldırılarak öğretim birliği gibi adalet birliği de temin edilmiştir.1925 Ağustosunda şapka giyilecek aynı yılın Kasım ayında  tekkeler kapatılacaktır.Medeni Kanun ,yeni cemiyetin temellerini atmış ve 1928’de anayasa tadilleri ile  devlet tamamıyla laikleşerek ve aynı yıl Latin yazısı kabul edilerek devrim eseri tamamlanmıştır.
        Atatürk’e göre din meselesi halledilmelidir.Atatürk devri laiktir.Laisizm din ve devlet işlerinin birbirinden ayırmak demektir. Falih Rıfkı bu konuda ”daha ilk günden laiklik “dinsizlik” olarak  telkin edilmiştir.Fakat halk camilere rahatça gidebiliyor,dini görevlerini yapabiliyordu.Fakat kendisine kılavuzluk edecek devrimci din adamları yetiştirilmediği için eski hocalık hiçbir zaman olamadığı kadar kaba,cahil ve mutaassıp bir yobazlık halini alıyordu.”  der.
        Yazar son bölümde Atatürk’le ilgili anı ve fıkralara yer vermiştir.Atatürk her zaman kendini geliştirmeyi bilmiş,etrafındaki insanlarla daima fikir alışverişi içinde bulunmuştur.Meşhur akşam sofrası her zaman şair ,yazar,bürokrat,asker ,doktor hiç eksik olmamıştır.İlk gençliğinden sonra günlerine kadar kendisini tanıyanların hepsi için Atatürk adı sofra sohbetlerini hatıra getirir.Dostları ile akşamları sofra başında buluşmak ve geç vakitlere kadar konuşmak adeti idi.Fakat pek azı zevk ve eğlence meclisi olmuştur. ”Saatlerce pek ciddi şeyler okur ,yahut yazardık. Beyninin hiç yorulduğunu bilmem.Hastalandığı yıllara kadar da çok şaşırtıcı bir hafızası vardı. Sentezci bir dehası vardı. Birkaç saatlik dağınık ve sıçramalı sohbetten sonra derleme ve toparlama yapar,mantıklı açık ve iyice çerçeveli bir tefekkür eseri verirdi. Ateşli ve gururlu bir milliyetçilik ,eğilip bükülmez bir irade ve kendine güven duygusu şahsiyetine hakimdi.
        Atatürk giyime ,ev  ve eşya  düzen ve temizliğine pek meraklı idi.Askerler arasında  sivil kıyafete ilk alışanların başında gelmiştir.Evi de hiçbir zaman “bekar” kokmamıştır.
        Atatürk’ün çalışma gücü insan takatinin çok üzerindedir. Yüzlerce ,binlerce vesikayı eski köşkün üst katındaki küçük çalışma odasında kendisi ayırmıştır. Nutku çoğunlukla kendisi dikte etmiştir. Uzun saatler süren diktelerden sonra yazanlar sekiz on saatlik bir uykuya gittikleri vakit Atatürk bir banyo yapar,giyinir ve akşam davetlilerine o gün yazdıklarını okutmak üzere sofraya inerdi.Atatürk çok defa kısa bir uykudan sonra çalışmalarına devam eder. Bu haftalarca böyle devam eder.
        Falih Rıfkı, kitabının son bölümünü onu belki de en iyi tanıyanlardan biri olmasına karşı onu anlayabilmenin o bile zorluğu üzerinde durur ve bu durumu şöyle ifade eder. “Gazi, aradıkça yeni bir sır verir.Yaklaşılan bir dağ gibi büyür.Asıl onu elimizle tuttuğumuz zamandır ki artık tamamını hiç göremeyiz.”


        1894’te İstanbul’da doğan Atay, Darülfünun Edebiyat Fakültesi’ni bitirir. 1911’de Tecelli ve Servet-i Fünun dergilerinde ilk şiir ve denemelerini yayımladı, gazeteciliğe 1913 yılında Tanin’de başlar. Yedek subay olarak katıldığı I. Dünya Savaşı’nda Cemal Paşa’nın özel katipliğini yapar. Akşam gazetesinde Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılar yazması nedeniyle Divan-ı Harp’te yargılanır, fakat II. İnönü Savaşı’nın kazanılması üzerine idamdan kurtularak Anadolu’ya geçer. 1923’ten itibaren Bolu ve Ankara milletvekilliği yapar. İzmir’in kurtuluşundan sonra tanıştığı Mustafa Kemal’in dostluğunu kazanır ve bu döneme ilişkin anılarını Atatürk’ün Bana Anlattıkları (1955), Çankaya (1961) ve Atatürk Ne İdi? (1968) adlı kitaplarda toplar. Çankaya, Falih Rıfkı Atay’ın ,Mustafa Kemal’in uzun yıllar yanında bulunan bir dostu ve bir arkadaşı olarak yazdığı anı ve hatıralarıdır. Fakat bu hatıralar Atatürk’ün salt biyografisi değil kurtuluş mücadelesinin  nasıl gerçekleştirildiğine ışık tutan, farklı bir bakış açısıyla ve Falih Rıfkı Atay’ın kendine has  üslubuyla anlatıldığı bir  eser hüviyetine sahiptir. Mustafa Kemal’in  özel yaşantısında sadece yakınında bulunanların bilebileceği birçok anı ve anekdotlar gün yüzüne çıkartılmaktadır ki ; bütün bunlar onu daha iyi anlamamızı ve idrak etmemizi kolaylaştırmaktadır. Falih Rıfkı’nın kendi ifadesiyle “Atatürk’ü ve onun devrini ben nasıl anladımsa öyle anlatmak istiyorum. Basit bir metodum var ,fıkra ve hatıralar içinde sindire sindire anlatmak!  Gerçi bu bir dağıtmadır.Toplamayı okuyanlara bırakıyorum.’
        Falih Rıfkı , cumhuriyeti,değerlerini ve Atatürk’ü çok iyi hazmetmiş bir yazardır. Uzun yıllar yaşadığı zaman dilimi itibariyle askerlik mesleği içinde bizzat bulunmuş olması, politik kişiliği, olayları,mekanları ve aktörlerini çok gerçekçi ve ayakları yere basan  bir şekilde anlatmasına fırsat vermiştir. Ayrıca Atatürk’ün  şahsi yaşantısına ışık tutması,onu daha iyi anlamamızı ve verdiği mücadelede onu harekete geçiren motiflerin neler olduğuna dair ipuçları vermesi açısından oldukça faydalı olmuştur.
        Diğer önemli altı çizilen hususlardan bir tanesi de  sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik hayata dair  fikir vermesidir.Ayrı ayrı tarih kitaplarını okuyarak ulaşamayacağımız bilgilere direkt olarak ulaşma fırsatı vermiştir. Osmanlı’nın son döneminde  halkın hayatı,yaşayış tarzı ve devlet müesseselerinin kokuşmuşluğunu çok net bir şekilde okuyucularına birebir yaşatır derecesinde aksettirmiştir.Örneğin İstiklal Savaşı esnasında  Atatürk’ün yaşadığı sıkıntıları ,üzüntüleri  ve bütün bunlara karşı verdiği insan üstü sabrı ,azmi ve tükenmek bilmeyen, karamsarlığa düşmeyen, ümidini kaybetmeyen o tavrını adete okuyucuya yaşatmaktadır.
    Ulu Önder Atatürk'ün hayatını, yaptıklarını ve başarılarını bir yazının veya bir kitapçığın satırları arasına sığdırmak mümkün değildir. Olsa olsa, O’nu yakından tanıyabilmek için, yaşantısından bazı kesitler alarak O’nu ve kişiliğini küçük bazı pencereler açarak izlemek yolunu seçebiliriz. Bu bağlamda, Atatürk'ün kişiliğini yakalayabilmek için, anektodlar çok işimize yarayacaktır.. Ancak, Atatürk'ü bir tüm olarak ele alıp, O’nu bütün heybeti ve haşmeti ile daima göz önünde bulundurmadıkça, bütününü bırakın ayrıntıları bile zor yakalayabiliriz. Herkes gibi Atatürk'ün insanlığı iştahlardan, hırslardan, heyecanlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzlerinden, iniş ve çıkışlarından yoğrulmuştur. Eseri bu insanlığın derinliklerinden gelme, kaynaklarından doğmadır. Atatürk'ü ayıklayarak değil, bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıyız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder