Orhan Şaik Gökyay’ın, yayımları uzun yıllara dağılmış olan yazılarını “Destursuz Bağa Girenler” adlı eserinde toplamış, bundaki maksadının da bir bölüğü pek aşırı olan yanlışlarını sergilemek değil, yüzyıllara serpilmiş olan ve türlü açılardan değer taşıyan kültür ürünlerimizin, gelişi güzel, çoğu kez çetin olan bir emeği göze almadan bugünün diline çevrilemeyeceğini ve okuyuculardan bu alanda çalışacakların dikkatini çekmek olduğunu vurgulamıştır.Yazarın kaleme aldığı eleştiri yazılarında gerek dönemin yazarlarını gerekse de eserlerini eleştirirken son derece ince bir üslup kullanmış ve tenkit sanatının tam olarak hakkını vermiştir diyebiliriz. Sayısı elliye yakın olan bu yazılarının derlendiği kitapta, daha ön plana çıkan bazı yazılarını incelemeye çalışacağız.
Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Namık Orkun’a ait “Oğuzlara Dair” eserini eleştirirken hakkında daha önce birçok eserin yazılmış olmasına rağmen bu kadar büyük bilgi birikiminin yeterince kullanılmadığını, alıntı yapılan kaynakların ise eserde belirtilmediğini, kelimelerin kökenini araştırırken bu konuda yazılmış kitaplarda bulunmasına rağmen yer verilmediğini, kitapta tek yeni olan şeyin ise Oğuz boylarının adını taşıyan yerlerin, Dahiliye Vekaleti’nin neşrettiği Köylerimiz isimli esere dayanarak tespit edilmesinden ibaret olduğunu belirtmektedir.
Yazar, “Bir Kemküm” adlı yazısında yine Hüseyin Namık Orkun’un kendisi hakkında yaptığı bir tenkit yazısına inceden inceye alay ederek karşılık vermektedir. Hüseyin Namık Orkun tenkit yazısında Orhan Şaik Gökyay’a ait “Dede Korkut”un daha önce İstanbul’da basılmış olan eseri sadece Latin harflerine çevirerek yazmış olmasından ibaret olduğunu iddia etmekte ve eserle ilgili birçok eleştiride bulunmaktadır. Buna karşılık Orhan Şaik: “Kısa cümleler yazınız, yoksa cümlenin ucunu kaybediyorsunuz; fiiller ile mef’uller birbirini tutmuyor. Gerçi siz farkında değilsiniz, fakat görüyorsunuz ki neşriyat aleminde ne yazdığını bilenler ve okuduğunu anlayanlar da var. Sonra bu yanlışları iddialı bir alime bağışlayacak kadar müsamahakar olanlar da pek yoktur.” şeklinde cevap vermektedir. Gökyay cevabında Orkun’un özellikle dil konusunda daha birçok hatasını yüzüne vurmaktadır.
Yazarın “Bir Hata ve Sevap Cetveli” başlıklı yazısında son yıllarda birçok eserin türediğini fakat bu eserlerin çoğunun ölen büyük şairlerin terekesinden bir türlü mirasa konarak neşriyat sahasını istila etmekte olduğunu ve yine bu eserlerin çoğunun seviyesiz, hazıra konarak ve emek harcanmadan oluşturulduğunu dile getirmektedir. Örneğin Sadi Irmak tarafından yeni harflerle bastırılan Makber’in bu sınıflandırmanın dışında tutarak, anlaşılması böyle zor bir eseri insanlara yeniden tanıtacağını ve duyuracağını düşünerek büyük bir sevinç ve ümitle karşıladığını, fakat eseri inceledikten sonra büyük bir hayal kırıklığına uğradığını belirtmekte hele ki lugatçeyi bitirdiğinde bunun Hamit’in Makber’i değil sadece kadavrası olabileceğini söylemekte ve eserde yer alan anlam bozukluklarından tutun yazım hatalarına kadar birçok yanlışlıklar olduğunu okuyucularla paylaşmaktadır.
Divan edebiyatının en ateşli savunucularından biri olarak gördüğü Abdülbaki Gölpınarlı’nın yalnız divan edebiyatını değil bütün edebiyatımızı başından sonuna kötüleyen bir kitap çıkardığını ve bu kitabında Baki, Fuzuli, Nef’i, Nedim, Galip gibi şimdiye kadar isimleri ve büyük şairlikleri üzerinde mutabık olunanlar dışında Tanzimat devrinin Ziya Paşa, Namık Kemal, Hamid gibi yalnız şairlik yönünden değil, milleti uyandırmak için gördükleri daha nice hizmetlerle de vatansever olan isimleri de yersiz birtakım hükümlerle inkar ettiğini belirten yazar “Bu da Divan Edebiyatı Beyanındadır” isimli yazısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’yı eleştirmektedir.
Dünya edebiyatında ayrı bir yer tutan Şehname, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi profesörlerinden Necati Lügal tarafından dilimize çevrilmiş ve Doçent Kemal Akyüz tarafından düzenlenmiştir. “Şehname ve Türkçe Tercümeleri” isimli yazıda bu tercümenin oldukça uzatıldığını ve her cildin sonuna konan açıklamaların yetersiz olduğunu belirtmektedir.
Doç.Dr. Faruk K. Timurtaş’ın “Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin’i” adlı yayımladığı eser ile ilgili yazarın birtakım olumlu değerlendirmelerinin yanında bazı eleştirilerini de görmek mümkündür. Şöyle demektedir yazar: “Bu çalışmalar yerindedir; ancak böylesine ciddi çalışmalar yapıldıkça, birtakım basma kalıp ve kuşaktan kuşağa tekrarlanagelen yargılardan kurtularak edebiyat tarihimizin belli devirlerini ve kişilerini aydınlığa çıkarabiliriz.” demekte diğer taraftan: “Hüsrev ü Şirin’in yaklaşık üçtebirinin Nizami’den çeviri olduğunu görüyoruz; üçtebiri çeviri olan bir eserde müelliflik payı bir hayli azalmaktadır.” diyerek yazarı ve eserini eleştirmektedir.
Yazar “Divanları Okurken” isimli yazısında Şair Necati’nin henüz yayımlamış olduğu karşılaştırmalı eseriyle ilgili olarak Önsöz’ün dilini ve bu dille yürütülen düşüncelerin tam olarak kavranamadığını, üslubunun ise geri kalmış bir üslup olduğunu söylemektedir. Ayrıca yazmaların künyelerini veren bölümde bu yazmalara hiç değinmediğini; doğrulukları, yanlışlıkları, eksiklikleri, okunaklı olup olmadıklarını belirtmediğini, tarihsiz nüshalar için de hiçbir bilgi vermediğini dile getirmektedir.
“Çağrışımlar ve Ötesi…” isimli yazısında kendisine oldukça dikkatli ve bilgili bir okuyucu tarafından gönderilen ve yazarı ince bir üslupla eleştiren mektuba karşılık yine kendi üslubuyla verdiği cevap yeralmaktadır.
Orhan Şaik “Düçentname” adlı yazısında kendisinin yazmış olduğu Dede Korkut kitabını eleştiren, başlangıçta ismini vermediği, fakat daha sonra anlaşıldığı kadarıyla Hamit Arslanlı’ya vermiş olduğu cevap yeralmaktadır. Yazar eleştirildiği her konuda Arslanlı’ya sivri bir dille yanıt vermektedir.
Yazar “Türkçe Üzerine Konuşmak Yetkisi ve Sim Gümüş” adlı yazısında şu ifadelere yer vermektedir: “Eskiyi bilmeden, dilin bunca yüzyıllık gelişme yolundaki uğraklarını tanımadan, onun işlenmesi içinde değişip gelen anlamlarını gereği gibi kavramadan, cümle içindeki yerlerine göre kaç türlü ve kaç kavram için işimize yaradığını, kelime, deyim ya da terim olarak dilde aldığı yeri inceden inceye bilip araştırmadan, her istediğimize uygun, tutunma gücü olan karşılıkların hemen bulunabileceğini sanmıyoruz. Onun için başta yazarlarımız olmak üzere, kamuya sunduğumuz yeni kelimeler üzerinde enikonu düşünmek, tartışmak gerektiğini anlamak güç değildir. Nitekim bunların bir bölüğü “uydurma” olarak geri çevrilmekte ve benimsenmemektedir. Ancak yeni karşılıklar bulup öne sürerken olsun; dilin kendi kaynağında yaşayanları; halkın ağzından yahut yeni, eski metinlerden çıkarıp ortaya atarken olsun, bu yolda çalışanlardan direnerek istediğimiz özeni ve alın terini, bu çalışmaların karşısına dikilenlerden de istiyoruz. Oysa bir bölük azınlık, oturdukları yerden, bir sözlük açıp bakmayı, halkın konuşmasına kulak vermeyi gerekli görmeden, şöylece edindikleri yarım bilgilerine güvenerek, bu karşılıkları küçümsemekten, bu çabaları alaya almaktan geri durmamaktadırlar.”
“Sırça Köşk” adlı yazısında yazar, Yılmaz Öztuna’nın ünlü tarihçi Kemal Paşaoğlu tarafından yazılan ve çevirisi Dr. Şerafettin Turan tarafından yapılan, Fatih çağının anlatıldığı Tevahir-i Ali Osman isimli eseri sadeleştirirken yapmış olduğu bir düzine hatadan bahsetmektedir.
Orhan Şaik “Beşik Uleması”nda Şemsettin Sami’ya ait olan Türkçe Sözlüğü; Kamus-ı Türki’sine eleştiri oklarını yöneltmekte ve bu sözlükteki hataları ortaya koymaktadır. Genelde kelimelerin kökenleri ile ilgili yapılan yanlışlıklara değinirken diğer yandan da yapılan imla hataları, yanlış okumalar, eksik ve yanlış açıklamalar ve uydurma kelimelere dikkat çekmektedir. Şöyle demektedir yazar: “Bu düzensizlikler ve yanlışların başlıca nedenlerinden biri, Kamus-ı Türki’yi yeni harflerle aktaranların, eski harflerden elif harfiyle başlayan kelimelerin bu harfin üzerine med denilen işaretin konduğu zamanki söylenişi ile medsiz olduğu zamanki söylenişleri arasındaki ayrımı bilmemelerinden doğuyor. Buna bir de Türkçede ve Farsçada bulunmayıp da yalnız Arapçada bulunan ayn harfiyle başlamış kelimeleri katarsak, yanlışların neden ortaya çıktığı anlaşılır. Çünkü onlar bu ayn harfini de tanımamakta, onunla başlayan kelimeleri bir türlü doğru okuyamamaktadırlar.”
“Hümayun Müzesi” adlı yazıda yazar, Halil Ethem’in Elvah-ı Nakşiyye Koleksiyonu adlı kitabın bugünkü dile çevirisinde yaptığı hatalara değinmektedir. Orhan Şaik’e göre kültür hazinemizin değerleri olarak bu eserlerin, Eski Eserleri ve Anıtları Koruma Derneği’nin alanına giren ve göz bebeğimiz sayılan köprülerden, camilerden, türbelerden, sebillerden farklı olmadığını, tarih değeri olan yapıların bir taşı, bir tuğlası üzerine titrerken, bir sebilin kurumuş lülesini korumak için bunca özen gösterirken, onlarla aynı değerde olan kitaplarımıza da aynı önemin verilmesi gerektiğini anlatmaktadır.
Orhan Şaik; “Körün Bellediği Değnek: Neden, Nedeniyle, Neden Olmak” başlıklı yazısında bu üç kelimenin kullanılmasına şiddetle karşı çıkmakta, bu kelimelerin yerine kullanılması gerekenlerin ise cümlenin anlamına göre “sebep, dolayısıyla, yüzünden, yol açmak” gibi kelimeler olduğunu vurgulamaktadır.
Daha çok gemiciler için yazılmış olan Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye adlı eserinin Deniz Harp Okulu ve Lisesinin 200. Kuruluş dönem yılını kutlamak üzere günümüz Türkçesine çevrilerek çıkarılan kitaba değinen yazar, kitabın Piri Reis’in bu ana yapıtıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığını, baştan başa yanlışlarla dolu olduğunu söylemektedir. Özellikle kitapta geçen özel yer adlarının karşılaştırılması için bir atlasın yer almadığını bunu tamamen okuyucuya bırakıldığını, bunun dışında yanlış okumadan kaynaklanan yanlış çevirilerin ve yer adlarının yazılışındaki eksik ve yanlışların olduğundan bahsetmektedir.
Orhan Şaik, Dedem Korkut kitabı üzerinde, başta Türkçe olmak üzere bugüne değin türlü dillerde pek çok incelemelerin yapılmış, hikayelerin türlü yönlerden ele alınmış, ancak İngiliz dilinde bu konuya yeterince önem verilmemiş olduğunu belirtmektedir. Fakat yakın zamanda Birleşik Amerika ve İngiltere’de birbiri ardına çıkan iki çeviri hakkında Orhan Şaik şu yorumda bulunmaktadır: “Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin biri tarihçi, biri İngiliz dili ve edebiyatı okuyan ve folklorcu iki Türk profesörü ile yine folklorcu olarak tanıdığımız Amerikalı bir profesörün koyduğu bu çevirinin, günümüze değin yapılan araştırmalar, yayımlanan incelemeler göz önünde tutulunca bir yenilik getirmese bile, kendinden önceki çalışmalardan yararlanılarak daha az eksik ve daha az yanlışla hazırlanmış olacağı ve bize bir güven verebileceği düşünülebilir. Ne var ki çeviriyi okuyup bitirdiğimiz zaman, bunun bağışlanamayacak denli yanlışlarla yüklü olduğunu görmekten üzülmüşüzdür. Kendi alanlarında yetkili saydığımız kimselerin, birbirlerini tarih, dil ve folklor yönünden üç yüzlü çevirilerinde, ufak tefekleri bir yana nasıl yapılabildiğini bir türlü anlayamadığımız yanlışlarla karşılaşmak hayal kırıklığına yol açmıştır.” Yazar yine bu çeviriler hakkında, böyle her bakımdan yüklü bir kitabın, bir destanın çevirisinde, yabancı bir dili bilmenin yetmeyeceğini, ondan çok ileride, bir destan dili konuşmak ve yazmanın da gerekli olduğunu, yoksa kitabın havasından çok şey yitirilmiş olacağını vurgulamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder