sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Kasım 2013 Salı

Destursuz Bağa Girenler, Orhan Şaik Gökyay

Orhan Şaik Gökyay’ın, yayımları uzun yıllara dağılmış olan yazılarını “Destursuz Bağa Girenler” adlı eserinde toplamış, bundaki maksadının da bir bölüğü pek aşırı olan yanlışlarını sergilemek değil, yüzyıllara serpilmiş olan ve türlü açılardan değer taşıyan kültür ürünlerimizin, gelişi güzel, çoğu kez çetin olan bir emeği göze almadan bugünün diline çevrilemeyeceğini ve okuyuculardan bu alanda çalışacakların dikkatini çekmek olduğunu vurgulamıştır.
        Yazarın kaleme aldığı eleştiri yazılarında gerek dönemin yazarlarını gerekse de eserlerini eleştirirken son derece ince bir üslup kullanmış ve tenkit sanatının tam olarak hakkını vermiştir diyebiliriz. Sayısı elliye yakın  olan bu yazılarının derlendiği kitapta, daha ön plana çıkan bazı yazılarını incelemeye çalışacağız.
        Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Namık Orkun’a ait “Oğuzlara Dair” eserini eleştirirken hakkında daha önce birçok eserin yazılmış olmasına rağmen bu kadar büyük bilgi birikiminin yeterince kullanılmadığını, alıntı yapılan kaynakların ise eserde belirtilmediğini, kelimelerin kökenini araştırırken bu konuda yazılmış kitaplarda bulunmasına rağmen yer verilmediğini, kitapta tek yeni olan şeyin ise Oğuz boylarının adını taşıyan yerlerin, Dahiliye Vekaleti’nin neşrettiği Köylerimiz isimli esere dayanarak tespit edilmesinden ibaret olduğunu belirtmektedir.
        Yazar, “Bir Kemküm” adlı yazısında yine Hüseyin Namık Orkun’un kendisi hakkında yaptığı bir tenkit yazısına inceden inceye alay ederek karşılık vermektedir. Hüseyin Namık Orkun tenkit yazısında Orhan Şaik Gökyay’a ait “Dede Korkut”un daha önce İstanbul’da basılmış olan eseri sadece Latin harflerine çevirerek yazmış olmasından ibaret olduğunu iddia etmekte ve eserle ilgili birçok eleştiride bulunmaktadır. Buna karşılık Orhan Şaik: “Kısa cümleler yazınız, yoksa cümlenin ucunu kaybediyorsunuz; fiiller ile mef’uller birbirini tutmuyor. Gerçi siz farkında değilsiniz, fakat görüyorsunuz ki neşriyat aleminde ne yazdığını bilenler ve okuduğunu anlayanlar da var. Sonra bu yanlışları iddialı bir alime bağışlayacak kadar müsamahakar olanlar da pek yoktur.” şeklinde cevap vermektedir. Gökyay cevabında Orkun’un özellikle dil konusunda daha birçok  hatasını yüzüne vurmaktadır.
        Yazarın “Bir Hata ve Sevap Cetveli” başlıklı yazısında son yıllarda birçok eserin türediğini fakat bu eserlerin çoğunun ölen büyük şairlerin terekesinden bir türlü mirasa konarak neşriyat sahasını istila etmekte olduğunu ve yine bu eserlerin çoğunun seviyesiz, hazıra konarak ve emek harcanmadan oluşturulduğunu dile getirmektedir. Örneğin Sadi Irmak tarafından yeni harflerle bastırılan Makber’in bu sınıflandırmanın dışında tutarak, anlaşılması böyle zor bir eseri insanlara yeniden tanıtacağını ve duyuracağını düşünerek büyük bir sevinç ve ümitle karşıladığını, fakat eseri inceledikten sonra büyük bir hayal kırıklığına uğradığını belirtmekte hele ki lugatçeyi bitirdiğinde bunun Hamit’in Makber’i değil sadece kadavrası olabileceğini söylemekte ve eserde yer alan anlam bozukluklarından tutun yazım hatalarına kadar birçok yanlışlıklar olduğunu okuyucularla paylaşmaktadır.
        Divan edebiyatının en ateşli savunucularından biri olarak gördüğü Abdülbaki Gölpınarlı’nın yalnız divan edebiyatını değil bütün edebiyatımızı başından sonuna kötüleyen bir kitap çıkardığını ve bu kitabında Baki, Fuzuli, Nef’i, Nedim, Galip gibi şimdiye kadar isimleri ve büyük şairlikleri üzerinde mutabık olunanlar dışında Tanzimat devrinin Ziya Paşa, Namık Kemal, Hamid gibi yalnız şairlik yönünden değil, milleti uyandırmak için gördükleri daha nice hizmetlerle de vatansever olan isimleri de yersiz birtakım hükümlerle inkar ettiğini belirten yazar “Bu da Divan Edebiyatı Beyanındadır” isimli yazısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’yı eleştirmektedir.
        Dünya edebiyatında ayrı bir yer tutan Şehname, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi profesörlerinden Necati Lügal tarafından dilimize çevrilmiş ve Doçent Kemal Akyüz tarafından düzenlenmiştir. “Şehname ve Türkçe Tercümeleri” isimli yazıda bu tercümenin oldukça uzatıldığını ve her cildin sonuna konan açıklamaların yetersiz olduğunu belirtmektedir.
        Doç.Dr. Faruk K. Timurtaş’ın “Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin’i” adlı yayımladığı eser ile ilgili yazarın birtakım olumlu değerlendirmelerinin yanında bazı eleştirilerini de görmek mümkündür. Şöyle demektedir yazar: “Bu çalışmalar yerindedir; ancak böylesine ciddi çalışmalar yapıldıkça, birtakım basma kalıp ve kuşaktan kuşağa tekrarlanagelen yargılardan kurtularak edebiyat tarihimizin belli devirlerini ve kişilerini aydınlığa çıkarabiliriz.” demekte diğer taraftan: “Hüsrev ü Şirin’in yaklaşık üçtebirinin Nizami’den çeviri olduğunu görüyoruz; üçtebiri çeviri olan bir eserde müelliflik payı bir hayli azalmaktadır.” diyerek yazarı ve eserini eleştirmektedir.
        Yazar “Divanları Okurken” isimli yazısında Şair Necati’nin henüz yayımlamış olduğu karşılaştırmalı eseriyle ilgili olarak Önsöz’ün dilini ve bu dille yürütülen düşüncelerin tam olarak kavranamadığını, üslubunun ise geri kalmış bir üslup olduğunu söylemektedir. Ayrıca yazmaların künyelerini veren bölümde bu yazmalara hiç değinmediğini; doğrulukları, yanlışlıkları, eksiklikleri, okunaklı olup olmadıklarını belirtmediğini, tarihsiz nüshalar için de hiçbir bilgi vermediğini dile getirmektedir.
        “Çağrışımlar ve Ötesi…” isimli yazısında kendisine oldukça dikkatli ve bilgili bir okuyucu tarafından gönderilen ve yazarı ince bir üslupla eleştiren mektuba karşılık yine kendi üslubuyla verdiği cevap yeralmaktadır.
        Orhan Şaik “Düçentname” adlı yazısında kendisinin yazmış olduğu Dede Korkut kitabını eleştiren, başlangıçta ismini vermediği, fakat daha sonra anlaşıldığı kadarıyla Hamit Arslanlı’ya vermiş olduğu cevap yeralmaktadır. Yazar eleştirildiği her konuda Arslanlı’ya sivri bir dille yanıt vermektedir.
        Yazar “Türkçe Üzerine Konuşmak Yetkisi ve Sim Gümüş” adlı yazısında şu ifadelere yer vermektedir: “Eskiyi bilmeden, dilin bunca yüzyıllık gelişme yolundaki uğraklarını tanımadan, onun işlenmesi içinde değişip gelen anlamlarını gereği gibi kavramadan, cümle içindeki yerlerine göre kaç türlü ve kaç kavram için işimize yaradığını, kelime, deyim ya da terim olarak dilde aldığı yeri inceden inceye bilip araştırmadan, her istediğimize uygun, tutunma gücü olan karşılıkların hemen bulunabileceğini sanmıyoruz. Onun için başta yazarlarımız olmak üzere, kamuya sunduğumuz yeni kelimeler üzerinde enikonu düşünmek, tartışmak gerektiğini anlamak güç değildir. Nitekim bunların bir bölüğü “uydurma” olarak geri çevrilmekte ve benimsenmemektedir. Ancak yeni karşılıklar bulup öne sürerken olsun; dilin kendi kaynağında yaşayanları; halkın ağzından yahut yeni, eski metinlerden çıkarıp ortaya atarken olsun, bu yolda çalışanlardan direnerek istediğimiz özeni ve alın terini, bu çalışmaların karşısına dikilenlerden de istiyoruz. Oysa bir bölük azınlık, oturdukları yerden, bir sözlük açıp bakmayı, halkın konuşmasına kulak vermeyi gerekli görmeden, şöylece edindikleri yarım bilgilerine güvenerek, bu karşılıkları küçümsemekten, bu çabaları alaya almaktan geri durmamaktadırlar.”
        “Sırça Köşk” adlı yazısında yazar, Yılmaz Öztuna’nın ünlü tarihçi Kemal Paşaoğlu tarafından yazılan ve çevirisi Dr. Şerafettin Turan tarafından yapılan, Fatih çağının anlatıldığı Tevahir-i Ali Osman isimli eseri sadeleştirirken yapmış olduğu bir düzine hatadan bahsetmektedir.
        Orhan Şaik “Beşik Uleması”nda Şemsettin Sami’ya ait olan Türkçe Sözlüğü; Kamus-ı Türki’sine eleştiri oklarını yöneltmekte ve bu sözlükteki hataları ortaya koymaktadır. Genelde kelimelerin kökenleri ile ilgili yapılan yanlışlıklara değinirken diğer yandan da yapılan imla hataları, yanlış okumalar, eksik ve yanlış açıklamalar ve uydurma kelimelere dikkat çekmektedir. Şöyle demektedir yazar: “Bu düzensizlikler ve yanlışların başlıca nedenlerinden biri, Kamus-ı Türki’yi yeni harflerle aktaranların, eski harflerden elif harfiyle başlayan kelimelerin bu harfin üzerine med denilen işaretin konduğu zamanki söylenişi ile medsiz olduğu zamanki söylenişleri arasındaki ayrımı bilmemelerinden doğuyor. Buna bir de Türkçede ve Farsçada bulunmayıp da yalnız Arapçada bulunan ayn harfiyle başlamış kelimeleri katarsak, yanlışların neden ortaya çıktığı anlaşılır. Çünkü onlar bu ayn harfini de tanımamakta, onunla başlayan kelimeleri bir türlü doğru okuyamamaktadırlar.”
        “Hümayun Müzesi” adlı yazıda yazar, Halil Ethem’in Elvah-ı Nakşiyye Koleksiyonu adlı kitabın bugünkü dile çevirisinde yaptığı hatalara değinmektedir. Orhan Şaik’e göre kültür hazinemizin değerleri olarak bu eserlerin, Eski Eserleri ve Anıtları Koruma Derneği’nin alanına giren ve göz bebeğimiz sayılan köprülerden, camilerden, türbelerden, sebillerden farklı olmadığını, tarih değeri olan yapıların bir taşı, bir tuğlası üzerine titrerken, bir sebilin kurumuş lülesini korumak için bunca özen gösterirken, onlarla aynı değerde olan kitaplarımıza da aynı önemin verilmesi gerektiğini anlatmaktadır.
        Orhan Şaik; “Körün Bellediği Değnek: Neden, Nedeniyle, Neden Olmak” başlıklı yazısında bu üç kelimenin kullanılmasına şiddetle karşı çıkmakta, bu kelimelerin yerine kullanılması gerekenlerin ise cümlenin anlamına göre “sebep, dolayısıyla, yüzünden, yol açmak” gibi kelimeler olduğunu vurgulamaktadır.
        Daha çok gemiciler için yazılmış olan Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye adlı eserinin Deniz Harp Okulu ve Lisesinin 200. Kuruluş dönem yılını kutlamak üzere günümüz Türkçesine çevrilerek çıkarılan kitaba değinen yazar, kitabın Piri Reis’in bu ana yapıtıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığını, baştan başa yanlışlarla dolu olduğunu söylemektedir. Özellikle kitapta geçen özel yer adlarının karşılaştırılması için bir atlasın yer almadığını bunu tamamen okuyucuya bırakıldığını, bunun dışında yanlış okumadan kaynaklanan yanlış çevirilerin ve yer adlarının yazılışındaki eksik ve yanlışların olduğundan bahsetmektedir.
        Orhan Şaik, Dedem Korkut kitabı üzerinde, başta Türkçe olmak üzere bugüne değin türlü dillerde pek çok incelemelerin yapılmış, hikayelerin türlü yönlerden ele alınmış, ancak İngiliz dilinde bu konuya yeterince önem verilmemiş olduğunu belirtmektedir. Fakat yakın zamanda Birleşik Amerika ve İngiltere’de birbiri ardına çıkan iki çeviri hakkında Orhan Şaik şu yorumda bulunmaktadır: “Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin biri tarihçi, biri İngiliz dili ve edebiyatı okuyan ve folklorcu iki Türk profesörü ile yine folklorcu olarak tanıdığımız Amerikalı bir profesörün koyduğu bu çevirinin, günümüze değin yapılan araştırmalar, yayımlanan incelemeler göz önünde tutulunca bir yenilik getirmese bile, kendinden önceki çalışmalardan yararlanılarak daha az eksik ve daha az yanlışla hazırlanmış olacağı ve bize bir güven verebileceği düşünülebilir. Ne var ki çeviriyi okuyup bitirdiğimiz zaman, bunun bağışlanamayacak denli yanlışlarla yüklü olduğunu görmekten üzülmüşüzdür. Kendi alanlarında yetkili saydığımız kimselerin, birbirlerini tarih, dil ve folklor yönünden üç yüzlü çevirilerinde, ufak tefekleri bir yana nasıl yapılabildiğini bir türlü anlayamadığımız yanlışlarla karşılaşmak hayal kırıklığına yol açmıştır.” Yazar yine bu çeviriler hakkında, böyle her bakımdan yüklü bir kitabın, bir destanın çevirisinde, yabancı bir dili bilmenin yetmeyeceğini, ondan çok ileride, bir destan dili konuşmak ve yazmanın da gerekli olduğunu, yoksa kitabın havasından çok şey yitirilmiş olacağını vurgulamaktadır.

17 Mart 2013 Pazar

Altı Şapkalı Düşünme Tekniği, Edward De Bono

Düşünme yeteneklerinden tam olarak tatmin olanlar, düşünmenin tek amacının kendi haklılıklarını kanıtlamak olduğu yanılgısına kapılan insanlardır. Düşünme yeteneği açısından kendilerinin eksiksiz olduğunu düşünen insanlar, düşünmenin yapabilecekleri konusunda sadece sınırlı görüşe sahip kimselerdir. Oysa düşünmenin temel zorluğu karışıklıktır. Bu kitapta yazarın önerdiği sistem çok basittir ve düşünen kişinin her seferinde bir tek şeyi yapmasını sağlar. Böylece kişi duygularını mantığından, yaratıcılığını bilgi birikiminden ayırabilmeyi öğrenir. Yazara göre altı düşünme şapkası bize, düşüncelerimizi bir orkestra şefi gibi yönetme olanağı sağlar. Böylece istenilen zamanda, istenilen düşünce türünün ön plana çıkması sağlanabilir.
           İnsan bazı davranışlara sahip olabilmek için o konuda rol yapar gibi davranmalıdır. Aslında şapka terimi ile anlatılmak istenen şey bilinçli düşünmeden başka bir şey değildir.
           İnsan bir şeye niyet etmeden başarılı olamaz. Önce olmak istediği şeye niyet etmeli ve o bağlamda davranmaya başlamalıdır. İnsan düşünme becerilerini geliştirmek için çeşitli teknikler kullanabilir. Bu altı şapkalı düşünme tekniği de düşünme becerisini geliştirme ile ilgilidir ve yol gösterir.
           Altı düşünme şapkası ile kast edilen rolleri oynamak, insanın vücut sıvılarına da etki ederek harekete geçirmesi ve bunun da düşünmeyi etkilemesi mümkündür. Yazara göre bu altı düşünme şapkası, şartlandırıcı bir dürtü olarak işlev görüp beyinde ki kimyasal dengeyi büyük olasılıkla değiştirebilir.
           Şimdi şapkaların ve sahip oldukları renklerin temsil ettikleri işlevlere gelelim:
           Beyaz şapka: Tarafsız ve objektiftir. Objektif olgular ve rakamlarla ilgilidir. Bilgiyi ele alırken nasıl davranmamız gerektiği konusunda bize yol gösterir. Beyaz şapka düşünmesinin anahtar kuralı hiçbir olgunun olduğundan daha farklı bir şekilde sunulmaya çalışılmamasıdır. Kişisel görüşlerin beyaz şapka altında yeri yoktur. Beyaz şapka düşünmesi önsezi, sezgi, deneyime dayalı yargı, duygu, izlenim ve kişisel görüş gibi değerli şeyleri devre dışı bırakır. Amacı sadece objektif bilgileri almaktır. Beyaz şapka düşünmesi bir disiplin ve bir yöndür. Düşünür, bilgileri sunuş şeklinde daha tarafsız ve daha objektif olmak için çaba gösterir. Birisi sizden beyaz düşünme şapkanızı takmanızı isteyebilir yada siz başkasından onu takmasını isteyebilirsiniz. Beyaz şapkayı takmaya yada çıkarmaya kendi başınıza karar verebilirsiniz. Beyaz, renksizlik; tarafsızlık demektir.
           Kırmızı şapka: Öfke , tutku ve duyguyu çağrıştırır. Kırmızı şapka duygusal bir bakış açısı verir. Kırmızı şapka düşünmesi duygularla, sezgilerle ve düşünmenin akılcı olmayan yönleri ile ilgilidir. Duygular, önseziler ve seziler güçlü ve gerçektirler. Kırmızı şapka bunların varlığını ortaya koyar. Kişisel çıkarlar duygular içinde önemli bir yer tutar. Kırmızı şapka bize duyguların ortaya konulmasını isteme ve onları düşüncenin bir parçası olarak ifade etme izni verir. Kırmızı şapka düşünmesi düşünüre, duygularım budur deme olanağı sağlar. Duyguları düşünmenin bir parçası olarak meşrulaştırır. Aynı şekilde kırmızı şapka başkalarının duygularını araştırma olanağı da sağlar.
           Siyah şapka: Siyah karamsar ve olumsuzdur. Siyah şapka kötümserdir, bir şeyin niçin yapılamayacağını görür. Siyah şapka düşünmesi daima mantıklıdır. Siyah şapka olumsuzdur ama duygusal değildir. Adil olması da beklenemez siyah şapkanın. Siyah şapka mantıklı olumsuzluğa odaklanır. Asla bir fikir tartışması da değildir. Olguların doğruluğu ve konu ile ilgili olup olmadığı beyaz şapka düşünmesi altında ortaya çıkar, ancak doğrulukları siyah şapka altında sorgulanır. Rakamlara ve raporlara karşı çıkmak, siyah şapka düşünmesinin en basit uygulamalarından birisidir. Siyah şapka düşünmesi, ileride ortaya çıkabilecek risklere, tehlikelere, eksikliklere ve potansiyel sorunlara dikkat çeker. Olumlu değerlendirmeler de sarı şapkanın alanına girdiği için yeni fikirlerin ortaya konduğu ortamda sarı şapka daima siyah şapkadan önce takılmalıdır.
           Sarı şapka: Sarı, güneş gibi aydınlık ve olumludur. Sarı şapka iyimserdir, umutla ve olumlu düşünme ile ilgilidir. Kişisel çıkarlar olumlu düşünmenin en güçlü temelidir. Sarı şapka düşünmesi düşünürün kullanmaya karar verdiği bir araçtır. Olumlu görüş, bir fikrin faydalı yönlerini bulmanın sonucu değil, bu faydaları bulmanın yoludur. İyimserlik konusunda anahtar nokta iyimserliği izleyen uygulamaya bakmaktır. Aşırı iyimserlik genellikle başarısızlığa neden olur. Ama her zaman da böyle düşünmemek gerekir. Unutulmamalıdır ki başarılı olanlar, sonuçta başarılı olmayı bekleyenlerdir. Sarı şapka düşünmesinde araştırma ve olumlu spekülasyonlara ağırlık verilir. Bu düşünme biçiminde öne sürülen bir fikrin olası yararları bulunmaya çalışılır. Daha sonra bu yararları destekleyecek gerekçeler bulma yoluna gidilir. Öne sürülen fikre sarı şapka düşünmesi altında mantıksal destek sağlanamazsa başka hiçbir yerde sağlanamaz. Yapıcı ve yaratıcı fikirler sarı şapka düşünmesinin alanına girer. Bir teklif sarı şapka düşünmesi altında değiştirilir, geliştirilir ve güçlendirilir. Bir bakıma siyah şapka düşünmesiyle ortaya çıkarılan hataların düzeltilme alanıdır sarı şapka. Sarı şapka düşünmesi yapıcı ve üreticidir. Sarı şapka düşünmesi tümüyle olumlu coşkuya yer veren kırmızı şapka veya doğrudan yeni fikirler üretilmesine yarayan yeşil şapka ile ilgilenmez.
           Yeşil şapka: Yeşil, çimen, bitki, bereket ve verimli büyüme demektir. Yeşil şapka yaratıcılık ve yeni fikirlerle ilgilidir. Yeşil düşünme şapkası değişim yönünde bilinçli ve yoğun çaba harcamak demektir. Yaratıcılık, olumlu ve iyimser olmaktan daha fazla şeyler içerir. Yeşil şapka düşünmesi, yeni fikirler, yeni yaklaşımlar ve alternatifler talep eder. Düşünme faaliyetlerimizin büyük bir kısmında yargıya varma son derece önemlidir. Yargıya varmadan hiçbir şey yapamayız. Yeşil şapka düşünmesinde yargı terimi yerini hareket terimiyle değiştirmek zorundadır. Yeşil şapka düşüncesiyle bir kişi çılgınca fikirler üretebilir. Birisi hoşunuza gitmeyen bir öneri getirdiğinde siyah şapka takarak o fikri reddetmek yerine, yeşil şapka giyilip o fikir bir kışkırtma olarak ele alınıp, bu tarzda düşünme faaliyeti yapılabilir. Alternatifler aramak yeşil şapka düşünmesinin temel yönüdür.
           Mavi şapka: Mavi serinkanlılığı temsil eder ve aynı zamanda her şeyin üstündeki göğün rengidir. Mavi şapka düşünme sürecinin düzenlenmesi ve kontrolü ile uğraşır. Ayrıca diğer şapkaların da kullanımı ile ilgilidir. Orkestra şefi orkestra için ne yapıyorsa, mavi şapka da düşünme için aynısını yapar. Mavi şapka insanların düşünme faaliyetlerinin programlayıcısıdır. Aynı zamanda mavi şapkayı takarak düşünme adımlarımızın kareografisini de yapabiliriz. Mavi şapka, sadece diğer şapkaların kullanımını düzenlemekle sınırlı olmayıp, önceliklerin değerlendirilmesi yada sınırlamaların ortaya konması gibi düşünmenin diğer yönlerini düzenlemekte de kullanılabilir. Mavi şapkanın işlevlerinden biri de belirli bir konuda düşünmek için bir program tasarlamaktır. Mavi şapka düşünmesi oyunun kurallara uyulmasını sağlar. Mavi şapkanın bu disiplin yönü toplantı başkanının veya bu görev için belirlenmiş kişinin rolü alanına girebilir, ancak yine de herkes konuyla ilgili fikirlerini söylemekte serbesttir. Mavi şapka kontrolün  en önemli görevlerinden birisi de tartışmaları bitirmektir.  
           Ayrıca bu şapka renklerini, üç çift olarak ta düşünebiliriz. Beyaz ve kırmızı; siyah ve sarı; yeşil ve mavi.
           Altı düşünme şapkası kavramının iki ana amacı vardır. İlk amacı, düşünürün her seferinde sadece bir şeyle uğraşmasını sağlayarak düşünme faaliyetini sadeleştirmektir. İkinci ana amacı, gerekli düşünme biçimlerine istenildiği anda geçiş yapmayı sağlamaktır.
           Altı şapka kavramı, ancak insanlar arasında bir tür ortak dil haline geldiğinde verimli olabilir.

15 Şubat 2013 Cuma

Türkçülüğün Esasları, Ziya Gökalp

Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları: Yazar eserinin birinci bölümün de tükçülüğün esaslarını; Türklük kavramını ,millet unsuru gibi temel hususları anlatmış ikinci bölümünde ise Türkçülüğün proğramı anlatılmıştır.
Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa'da Türklükle ilgili iki hareket oluştu. Bulardan birincisi Fransızca, Turquerte denilen. Türk hayranlığı'dır. Türkiye'de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, ciltçilerin, tezhipçilerin yaptıkları ciltler ve tezhipler, mangallar, şamdanla, vb. Gibi Türk sanat eserleri çoktan Avrupa'daki sanat severlerin dikkatini çekmişti. Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel şeyleri binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu veya Türk odası oluştururlardı. Bazıları da bunları başka milletlere ait güzel şeylerle birlikte, bibloları arasında sergilerdi.Avrupa ressamların Türk hayatıyla ilgili yaptıkları tablolar ile, şairlerin ve filozofların Türk ahlakını nitelemek amacıyla yazdıkları kitaplar da Turquerie'nin içine girerdi. Lamartine'in, Auguste Comte'un Pierre Laffite'in, Ali Paşa'nın özel sekreterleri olan Mismer'in, Pierre Loti'nin, Farrere'in Türklerle ilgili dostça yazıları bunların örneklerindendir. Avrupa'daki bu hareket tamamen Türkiye'deki Türklerin güzel sanatlardaki ve ahlaktaki yüksekliklerinin bir sonucudur.Avrupa'da otaya çıkan ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya'da, Almanya'da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da, İngiltere'de, birçok bilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türklerin eski bir millet olduğunu oldukça geniş bir alanda yayılmış bulunduğunu ve çeşitli zamanlarda dünya egemenliğine yaraşır devletler ve yüksek medeniyetler kurduğunu meydana koydular. Gerçi bu sonuncu araştırmaların konusu Türkiye değil, eski Doğu Türkleri idi. Fakat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de yurdumuzdaki bir takım fikir adamlarının ruhuna etkisiz kalmıyordu.
Yazar Türkçülüğün yerleştirilmesinde emek veren yazarlardan ve ulu önder M.Kemel Atatürk’ten şöyle bahseder;
Yakıp Kadri, Yahya Kemal, Falip Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri, Beyler gibi yazarlar ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vala Nurettin beyler gibi şairler yeni Türkçe'yi güzelleştirdiler. . Müfide Ferit Hanım da, gerek değerli kitaplarıyla, gerek Paris'teki yüksek konferansları ile Türkçülüğün yükselmesine büyük emekler harcadı.Türkçülük dünyası bugün o kadar genişlemiştir ki, bu alanda çalışan sanatçılarla bilim adamlarının isimlerini saymak ciltlerle kitap gerektirir.
Türkçülüğe ait bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük ideali çevresinde birleştirerek büyük bir yok oluş tehlikesinden kurtarmayı  başaran büyük bir dahi ortaya çıkmasaydı. Bu büyük dahinin adını söylemeğe gerek yok. Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kutlu bir kelime sayarak, her an saygıyla anmaktadır. Eskiden Türkiye'de. Türk milleti hiç bir önemli yere sahip değildi. Bugün, her hak Türk'ündü. Bu topraktaki egemenlik Türk egemenliğidir. Politikada kültürde, ekonomide hep Türk halkı egemendir. Bu kadar esin ve büyük inkılabı yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve özellikle başarı ile sonuçlandırmak çok güçtür.
Yazar milleti çeşitli kavramlara göre (coğrafya ,politik ,ferdiyetçi…gibi çeşitli hususlara göre incelemiş en son aşağıdaki sonuca ulaşmıştır:
O halde, millet nedir? Irka, kavme, coğrafyaya politikaya ve iradeye ait güçlere üstün gelecek ve onları egemenliğine alabilecek başa ne gibi bir bağımız var?Sosyoloji ispat ediyor ki, bu bağ terbiyede, kültürde, yani duygularda  ortaklıktır. İnsan en samimi, en içten duygularını ilk terbiye zamanlarında alır. Ta beşikte iken, işittiği ninnilerle ana, dilinin etkisi altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdiğimiz dil, ana dilimizdir. Ruhumuzu oluşturan bütün din, ahlak ve güzellik duygularımızı bu dil aracılığıyla almışız. Zaten ruhumuzun sosyal duyguları, bu din, ahlak ve güzellik duygularından ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi toplumdan almışsak sürekli o içinde daha büyük bir imkanla yaşamamız mümkün iken, toplumumuz içindeki fakirliği ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasıdaki o zenginlikten daha fazla bizi mutlu ede. Zevkimiz, vicdanımız, özleyişlerimiz, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız toplumdur. Bunların yankısını ancak o toplum içinde işitebiliriz.Ondan ayrılıp ta başka bir topluma katılabilmemiz için, büyük bir engel vardır. bU engel, çocukluğumuzda o toplumdan almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski toplum içinde kalmak zorundayız.Bu açıklamalardan anlaşıldı ki, millet, ne ırkın, ne kavmin, ne coğrafyanın, ne politikanın ne de iradenin belirlediği bir topluluk değildir.Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan, bir topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek tarif eder. Felekten de bir adam, kanca ortak olduğu insanlardan çok dilde ve dinde ortak olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insani karakterimiz bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi becerilerimiz ırksızımdan geliyor,manevi becerilerimizde terbiyesini aldığımız toplumdan geliyor. Büyük İskender diyordu ki;"Benim gerçek babam Filip değil,Aristo'dur. Çünkü birincisi maddi varlığımın, ikincisi manevi varlığımın meydana gelmesine neden olmuştur." İnsan için, manevi varlık, maddi varlıktan önce gelir. Bu bakımdan,milliyette soy kütüğü aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve idealin milli olması aranır. Normal bir insan, hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun idealine çalışabilir. Çünkü ideal bir heyecan kaynağı olduğu içindir ki aranır.halbuki, terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir toplumun ideali ruhumuza asla heyecan veremez. Aksine, terbiyesini almış olduğumuz toplumun ideali ruhumuzu heyecanlara boğarak mutlu yaşamamıza neden olur.İnsan, terbiyesiyle büyüdüğü toplumun ideali uğruna hayatını feda edebilir. Halbuki zihnen kendisini bağlı sandığı bir toplum uğruna ufak bir çıkarını bile feda edemez. Kısaca insan, terbiyece ortak olmadığı , bir toplum işinde yaşarsa, Mutsuz olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik sonuç şudur; yurdumuzda bir zamanlar dedeleri Arnavutluk'tan veya zamanlar dedeleri Arnavutluk'tan veya Arabistan'dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunların Türk teri beysiyle büyümüş ve Türk idealiyle çalışmayı alışkanlık haline getirmiş görürsek, diğer milletdaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız.. Yalnız iyi günlerimizde değil, kötü günlerimizde de bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Özellikle bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakarlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler vermiş olanlar varsa, nasıl olurda bu fedakar insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Gerçi atlarda soy aramak gerekir. Çünkü, bütün üstünlükleri içgüdüye dayandığı ve bunlar kalıtım yoluşla geldiği için, hayvanlarda ırkın büyük bir önemi vardır. İnsanlarda ise, ırkın sosyal niteliklere hiç bir etkisi olmadığı için, soy aramak doğru değildir. Bunun tersi bir yol tutacak olursak memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu feda etmek gerekecektir. Bu durum doğru olmadığından, (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türlüğe ihaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başak çare yoktur.
Diyerek millet kavramını açıklamıştır.
Milli kültür ve medeniyet kavramlarını şöyle açıklamıştır: Milli Kültür (Hars) ile medeniyet arasında hem birleşme noktası, hem de ayrılık noktaları vardır. Mili kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası, ikisinin de bütün toplumsal hayatları içine almasıdır. Toplumsal hayatlar şunlardır; Din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, ekonomi, dil ve fen ile ilgili hayatlar. Bu sekiz türlü hayatın bütününe milli kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilir. Şimdi, milli kültür ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, farkları arayalım:Birinci olarak, kültür milli olduğu halde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür, yalnız bir milletin din, ahlak, hukuk, akıl, estetik,dil ekonomi ve fen hayatlarının uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı gelişmişlik düzeyine sahip birçok milletlerin sosyal hayatlarının ortak bir bütünüdür. Mesela, Avrupa milletleri arsında ortak bir Batı medeniyeti vardır.Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman kültürü v.d. barınmaktadır.İkinci olarak, medeniyet, yöntem aracılığıyla ve ferdi iradelerle oluşan sosyal olayların bütünüdür. Mesela din ile ilgili bilgiler ve bilimler yöntem ve irade ile oluştuğu gibi, ahlak, hukuka güzel sanatlara, oluştuğu aklın fonksiyonlarına, dile ve fenlere ait bilgiler ve teoriler de hep fertler tarafından yöntem ve irade ile oluşturulmuşlardır. Bundan dolayı aynı medeniyet dairesi içinde bulunan bütün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin toplamı medeniyet dediğimiz şeyi meydana getirir.
Batı medeniyetinin her yerde doğu medeniyetinin yerine geçmesi doğal bir kanun olunca, Türkiye'de de böyle olması zorunlu idi. O halde Doğu medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam diniyle beraber bir Türk kültürü, diğer taraftan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte Türkçülüğün görev bir taraftan yalnız hak arasında kalmış olan Türk kültürünün arayıp bulacak, diğer taraftan Batı medeniyetini tam ve canlı bir biçimde alarak milli kültüre aşılamaktadır.
Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Batı medeniyetiyle uzlaştırmağa çalışmışlardı. Oysa ki iki zıt medeniyet yanyana yaşayamazlar; sistemleri birbirine aykırı olduğu için, ikisi de birbirini bozmağa neden olur. Mesela, Batı'nın müzik tekniği ile Doğu'nun müzik tekniği birbiriyle uzlaşmaz. Batı'nın deneysel mantığı ile Doğunun iskolastik mantığı birbiriyle barışamaz. Bir millet ya Doğulu olur, ya Batılı olur. İki dinli bir fert olmadığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yenilik hareketinde başarı sağlayamadılar.
Türkçülere gelince, bunlar esasen Bizanslı olan Doğu medeniyetini büsbütün bırakarak Batı medeniyetini tam bir biçimde almak istediklerinden, girişimlerinde başarılı olacaklardır. Türkçüler tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla, batı medeniyetine tam ve kesin bir biçimde girmek isteyenlerdir. Fakat, batı medeniyetine girmeden önce, milli kültürümüzü arayıp bularak milli kültürümüzü ortaya çıkarmamız gerekir.
Yazar işgal yıllarında İngilizleri gözlemleyerek medeni ahlaklarının düşük ama vatani ahlaklarının yüksek olduğunu belirtmiştir.Aynı hususun bizde tersi olduğunu özellikle çok vatan haini çıkmasından dolayı vatani ahlakın düşük esas önemli unsurun vatani ahlak olduğunu belirtmiştir.Bu hususla ilgili olarak vatan sevgisini şöyle açıklamıştır:
Vatani ahlakın yüksel olması, milli dayanışmanın temelidir. Çünkü vatan, üstünde oturduğumuz toprak demek değildir. Vatan, milli kültür dediğimiz şeydir ki üstünde oturduğumuz toprak onun ancak dış görünüşünden ibarettir. Ve onun dış görünüşü olduğu içindir ki kutsaldır . Demek ki vatan; din, ahlak ve estetik güzelliklerin bir müzesidir, bir sergisidir. Vatanımızı içten gelen bir aşkla sevmemiz, bu içten güzelliklerin ürünü olduğu içindir. O halde, milli kültürümüzü bütün güzellikleriyle ne zaman meydana çıkarırsak, vatanımızı en çok o zaman seveceğiz ve bu kadar şiddetle seveceğimiz o sevimli vatan uğruna, şimdiye kadar yaptığımız gibi, yalnız tehlike zamanlarında hayatımızı değil, barış zamanlarında da bütün şahsi ve toplum tutkularımızı feda edilebileceğini belirtmiştir.
Ziya Gökalp Türklerin esas dilinin İstanbul Türkçesi olduğunu belirtmiştir . Bunun ise konuşulan fakat yazılmayan İstanbul lehçesi ,diğeri de konuşulmayan fakat yazılan Osmanlıca olmak üzere iki dili olduğunu ve eserinde, bu ikilemin çözümünü şöyle anlatmaktadır:
‘’O halde, yalnız bir seçenek kalıyor; Konuşma dilini yazarak yazı dili haline getirmek! Zaten halk yazarları bu işi eskiden beri yapıyorlardı. Osmanlı edebiyatının yanında, halk diliyle yazılmış bir Tür edebiyatı altı, yedi yüzyıldan beri vardı. Demek ki, dil ikiliğini kaldırmak için, yeniden hiçbir şey yapmağa gerek yoktu. Osmanlı dilini hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak, halk edebiyatına temel görevi gören Türk dilini olduğu gibi milli dil saymak yeterli idi: işte Türkçüler, dilimizdeki ikiliği kaldırmak için, şu prensibi kabul etmekle yetindiler: İstanbul halkının ve özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları dili yazmak. Böylelikle yazılacak olan İstanbul konuşma diline yeni dil sonar güzel Türkçe, daha sonra Türkçe adları yeni verildi ‘’
Ziya Gökalp Türklük Ahlakını;kişisel ahlak, medeni ahlak aile ahlakı,cinsel ahlak,gelecekteki aile ahlakı , gibi kavramlarla açıklamıştır.Milletlerarası Ahlakı şöyle izah etmiştir:
Fertlerin birbirine karşı iyilik sever ve iyilik yapar olması "medeni ahlak" adını aldığı gibi, milletlerin birbirlerinin iyiliklerini istemesine ve birbirlerine iyilik yapmasına da "milletlerarası ahlak" adı verilir. Eski Türklerin yenilmiş milletlere sonradan kapitülasyon adıyla başına bela olan olağanüstü ayrıcalıklar sunmaları Türk kültüründeki milletlerarası birlik fikrinin bir sonucudur. Gelecekte, Milletler topluluğu şimdiki gibi yalandan değil, gerçekten oluşursa bunun en içten üyesi hiç kuşkusuz Türkiye devleti ve Türk milleti olacaktır. Çünkü geleceğe ait bütün gelişmeler, tohum halinde Türk'ün eski kültüründe vardır.Özetle, her milletin yeryüzünde gerçekleştirdiği tarihi ve medeni bir misyonu vardır. Türk milletinin misyonu ise, ahlakın en yüksek erdemlerini gerçeklik alanına çıkarmak, en olamaz sanılan fedakarlıkların ve kahramanlıkların olabildiğini kanıtlamaktır.
Hukuk alanında Türkçülüğü:Özetle bütün yasalarımızda hürriyete, eşitliğe ve adalete aykırı ne kadar kural ve teokrasi ile klerikalizme ait ne kadar izler varsa hepsine son vermek gerektiğini belirtmiştir.Din alanında Türkçülüğü ise:
Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, din kitaplarını okuyup anlayamazsa, doğaldır ki, dinin gerçek niteliğini öğrenemez. Hatiplerin vaizlerin ne söylediklerini anlamadığından ibadetlerden de hiç bir zevk alamaz. İmam-ı Azam hazretleri, hatta, namazdaki surelerin bile milli dilde okunmasının dince sakıncalı olmadığını söylemişlerdir. Çünkü ibadetten alınacak dini heyecan nacak okunan duaların tamamen anlaşılmasına bağlıdır. Türklerin namazdan aldıkları yüksek zevkin bir bölümü de yine ana dille söylenen ve mırıldanılan ilahilerdir. Özellikle teravi namazlarını canlandıran etken şiir ile musikiyi birleştiren, Türkçe ilahilerdir. Ramazanda ve diğer zamanlarda Türkçe söylenen vaazlar da halkta dini duygular ve heyecanlar uyandırırlar.Türklerin en çok heyecan aldıkları ve zevk duydukları bir dini tören daha vardır ki, o da Mevlit-i Şerif okunmasından ibarettir. Şiir ile musikiyi ve canlı olayları bir araya getiren bu tören dine sonradan eklenen bir biçimde ortaya çıkmakla beraber en canlı dini törenler sırasına geçmiştir. İşte bu örneklerden anlaşılıyor ki, bugün Türlerin ara-sıra dini bir hayat yaşamasını sağlayan etkenler dini ibadetlerin arasında, eskiden beri Türk diliyle yapılmasına izin verilen törenlerin var olmasıdır. O halde, dini hayatımıza daha büyük bir heyecan ve iç huzuru vermek için gerek tilavetler1 dışarıda kalmak üzere Kur'an-ı Kerim’in ve her türlü ibadetin Türkçe yapılmasını belirtmiştir.Şeklinde açıklamıştır.
Yazar genel olarak ekonomik ,politik gibi diğer alanlarda da yukarda ki hususlara benzer düşünmüş Türkçülük felsefesini şöyle izah etmiştir:
Felsefe, maddi ihtiyaçların gerektirmediği ve zorlamadığı çıkarsız kinsiz karşılıksız bir düşünüştür. Bu tür düşünüşe "spekülasyon" adı verilir. Biz, buna, Türkçe'de "muakale" adını veriyoruz. Bir millet, savaşlardan kurtulmadıkça ve ekonomik bir huzura ulaşmadıkça, içinde spekülasyon yapacak fertler yetişemez. Çünkü spekülasyon yalnız düşünmek için düşünmektir. Halbuki, bin türlü derdi olan bir millet; yaşamak için, kendini savunmak için, hatta yemek yemek ve içmek için düşünmek zorundadır. Düşünmek için düşünmek, ancak bu hayati düşünüş ihtiyaçlarından kurtulmuş olan ve çalışmadan yaşayabilen insanlara nasip olabilir. Türkler, şimdiye kadar böyle bir huzur ve rahata eremedikleri için, içlerinde hayatını spekülasyona adayabilecek az adam yetiştirebildi. Bunlar da, düşünüş yollarını bilmediklerinden, ideallerini iyi yönetemediler. Çoğunlukla dervişlik ve kalenderlik çıkmazlarına saptılar. Türkler, maddi silahların, manevi değerleri hükümsüz bıraktığı son yüzyıla gelinceye kadar, Asya'da Avrupa'da, Afrika'da bütün milletleri yenmişler, egemenlikleri altına almışlardı. Demek ki Türk felsefesi, bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksekti. Bugün de öyledir. Yalnız şu var ki, bu gün maddi medeniyet bakımından ve maddi silahlar dolayısıyla Avrupalı milletlerden gerideyiz. Medeniyetçe onlara eşit olduğumuz gün, hiç şüphesiz dünya egemenliği yine bize geçecektir. Mondros'ta esir bulunduğumuz zaman, orada kamp komutanı olan bir İngiliz şu sözleri söylemişti; "Türkler, gelecekte, yine cihangir olacaklardır."Görülüyor ki, Türklerde, yüksek felsefe ileri gitmiş olmamakla beraber, halk felsefesi oldukça yüksektir. İşte felsefede Türkçülük, Türk halkındaki bu milli felsefeyi arayıp meydana çıkarmaktır.Ey, bugünün Türk genci! Bütün bu işlerin yapılması, yüzyıllardan beri seni bekliyor.Şeklinde açıklamıştır.

Osmanlı Devleti, bügükü Amerika Birleşik Devletleri gibi bir milletler sistemiydi ve  aslî unsurunu herhangi bir millet oluşturmuyordu. Bir çok milletten oluşan bu sistem yıkılma noktasına geldiğinde, fikri  anlamda birçok kurtuluş  reçetesi ve oluşumu ortaya çıkmıştır. Bunların en başlıcaları, Osmanlıcılık, İslamcılık, Türçülük ve değişik batılı devletlerin himayesinde mandacılıktır.
    Bütün bunların yanında, Kurtuluş savaşına karar veren, planlayan, kazanan ve Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk’ ün önderliğinde Türk halkı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devletin’ den farklı olarak üniter yapıya sahiptir ve aslî unsuru Türk halkıdır.
    Osmanlı Devleti’ nin en sancılı ve yıkılmaya yüz tuttuğu dönemde (1876) dünyaya gelen ve Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurulmasını müteakip (1924) vefat eden Ziya GÖKALP, bir sosyolog olarak, emperyalizmden kurtulmanın ve çağdaşlaşmanın esas unsuru olarak her alanda (sosyal, ekononomik, kültürel, siyasî, dinî, ahlakî, felsefî) millileşmenin, yani Türkleşmenin ve Türkçülüğün  ana gaye olduğunu tespit etmiştir. Bu konudaki esasları belirlerken uzak ve yakın tarihin etkisi kapsamında başlıca üç unsurdan etkilenmiştir. Bunlardan birincisi, Orta Asyadaki Oğuz Türklerinin sosyal yapısı ve kültürü,  ikincisi Osmanlı Devletin’de, daha doğrusu Osmalıcılıkta ve İslamcılılıkta yapılan hatalar ile Osmanlı sistemi içinde Türk olmanın önemsizliği, üçüncüsü ise   İttihat ve Terakkiçilerin Türkçülük adına yaptıkları yanlış tespit ve uygulamalar. Bütün bunların, yazarın eserini oluşturmasına esas teşkil etmiş olduğunu değerlendirmekteyim. 
    Eserde, Türkçülüğün felsefesi ve doktirini orta konulmakta, aslî unsuru Türk olan bir devlet yapısının nasıl olması geretiği anlatılmaktadır. Konunun sosyal felsefesi, esasları ile beraber yol haritası çıkarılmak istenmiş, Türk kim dir? Kim değildir? Soruları cevaplanmış, Türkçülüğün ne olması, ne olmaması gerektiği vurgulanmıştır. Devlet ve millet  hayatını oluşturan (sosyal,ekonomik, siyasî, hukuki, güzel sanatlar vs.) bütün çerçevelerin Türkleşmesi anlatılmıştır. Milleti oluşturan unsurlar; dil, mefkûre, din, ahlak ve terbiye birliği olarak tanımlamıştır. Burada önemli olan husus, Ziya Gökalp’ in milleti oluşturan konular arasında “ırk birliğini” almamış olmasıdır.
    Dil konusu üzerinde gösterdiği hassasiyet ve belirlediği esasların o günlerden bu günlere kadar olan çalışmaların temelini oluşturduğunu, “...konuşma dilini (Türkçe’yi) yazarak, yazı dili haline getirmek” prensibinin çok yerinde bir tespit olduğunu değerlendirmekteyim.
    “Hiçbir medeniyet hiçbir dine nispet edilemez. Bir Hıristiyan medeniyeti olmadığı gibi bir İslam medeniyeti de yoktur.” diyerek, batılaşmanın hıristiyanlaşma olmadığını belirtmesinin, bu konuda belirlediği esasların halk nezdinde de kabul görmesinde önemli bir etken olduğunu düşünmekteyim.
     Yazarın belirtmiş olduğu bütün esaslar bir bakıma teorik (nazarî ) ve  pratik (amelî)  şu iki prensip ışığı altında şekillenmektedir. Bunlar:
Nazarî olarak, “Türkçülüğün vazifesi, bir taraftan yalnız halk arasında kalan Türk harsını arayıp bulmak, diğer taraftan batı medeniyetini tam ve canlı bir surette alarak millî harsa aşılamaktır.
Bunu gerçekleştirme vasıtası ve pratik programın ana prensibi olarak da, “Halka doğru gidecek olanlar, yüksek bir tahsil ve terbiye gören seçkinlerdir. Çünkü seçkinler medeniyet görmüş ancak harstan nasibini almamışlardır. Bunlar halktan harsi bir terbiye almak ve halka medeniyet götürmek için halka doğru gideceklerdir.” diyerek aydınları görmektedir.
    Sonuç olarak eserde, Türk halkının harsının (millî kültürünün) Türk aydını tarafından, Batı medeniyeti içinde muasırlaştırılmasının, Türkçülüğün esasını oluşturtğunu değerlendirmekteyim.

14 Şubat 2013 Perşembe

100 Büyük Roman Özet, Abraham H. Lass

Abraham H. Lass'ın 100 Büyük Roman Özeti, 4 Cilt olup Ötüken  Yayınevi tarafından 2007'de basılmıştır.
Batı edebiyatını iyi öğrenmenin başlıca yolunun bu edebiyatı oluşturan eserlerin tanıtılması, eleştirilmesi  ve yazarları hakkında bilgi verilmesi olduğu düşüncesiyle Türkçe’ye kazandırılan Abraham H. Lass’ ın bu eseri dört ciltten oluşmaktadır.Amerikalı yazar bu kitap ile iki tür okuyucuya hitap etmek amacında olduğunu belirtmekte , birinci grubu yani  bu kitapta bahsedilen romanların sadece birkaç tanesini okuma fırsatı bulanları   diğerlerini de okumaya sevk etmek ,ikicinci gruba yani bu eserlerden çoğunu okuyanlara da  okumuş oldukları bu eserlerin gerçekten de nefis eserler olduğunu bir kere daha hatırlatmak olduğunu vurgulamaktadır.Yazar romanları incelerken dört ana bölümden oluşan belli bir sistem dahilinde her romanı şu şekilde ele almaktadır.

1.    Başlıca karakterler kimlerdir,nasıl insanlardır ?
2.    Romandaki başlıca olay ve tezlerinin özünün berrak ve anlaşılır ifadelerle anlatılması.
3.    Romanların, günümüzdeki eleştirisiyle ilgili kısa bir yazı.Böylece ele alınan eserin, roman türünün geliştitilmesinde hangi mevki işgal ettiği gösteriliyor; çağdaş okuyucu ve eleştrilerin onları nasıl ele aldıkları anlatılıyor.
4.    Her yazarın hayatı hakkında kısa bilgiler veriliyor.

    Yazar giriş bölümünde bir romanın nasıl okunması gerektiği, okurken romandaki kahramanlara bakarak  yazarın hayatı hakkında bazı fikirler elde edilebileceği , karakterlerin analizi esnasında nelere dikkat edilmesi gerektiği hakkında kısa bilgiler verdikten sonra geri kalan 220 sayfada  batı edebiyatının önemli yapıtlarından olan 25 tane roman hakkında yukarıda belirtilen esaslar dahilinde değerlendirmeler yapmaktadır.
    Eserde  ele alınan romanlar şöyledir.

      
          ESERİN ADI                               YAZARI                                 
    Don Kişot                                        Miguel de Cervantes
    Robinson Crusoe                    Daniel Defoe
    Güliver’in Seyahatleri                Jonathan Swift
    Candide                            Voltaire
    Tom Jones                        Henry Fielding
    Wakefield Papazı                    Oliver Goldsmith
    Gurur ve Aşk                        Jane Austin
    Kara Şövalye                        Sir Walter Scott
    Kırmızı ve Siyah                    Stendhal
    Parma Manastırı                    Stendhal
    Sefiller                                                Viktor Hugo
    Notre Dame’ın Kamburu                Viktor Hugo
    Eugine Grandet                Honore de Balzac
    Goriot Baba                    Honore de Balzac
    Son Mohikan                    James Fenimore Cooper
    Moby Dick                        Herman Melville
    Tom Amca’nın Kulubesi                Harriet  Beecher Stowe
    Ölü Canlar                    Nikolai Gogol
    Monte Kristo Kontu                Alexander Dumas Pere
    Madam Bovary                Gustave Flaubert
    Oblomov                        Ivan Alexandrovich Goncharov
    Babalar ve Oğullar                Ivan Sergeyevich Turgenev
    Pickwick’in Evrakları            Charles Dickens
    David Copperfield                Charles Dickens
    İki Şehrin hikayesi                Charles Dickens

Cilt 2


Abraham H. Lass’in yazdığı 100 Büyük Roman adlı eserin ikinci cildinde toplam yirmi altı roman özetlenmiştir. Eser özetleri, başlıca karakterlerin tanıtılması ile başlar, hikâye ile devam eder, eleştiri ile zenginleşir ve son olarak yazar ve diğer eserleri ile ilgili bilgi verilmesi ile son bulur.  Kitapta incelenen eserler ve yazarları şunlardır:
(1)    Büyük Ümitler (Great Expectations), Charles Dickens (1812–1870)
(2)    Ölmeyen Aşk (Rüzgârlı Bayır) ya da (Wuthering Heights), Emily Bronte (1818–1848)    
(3)    Suç ve Ceza, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(4)    Karamazov Kardeşler, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(5)    Tom Sawyer, Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(6)    Huckleberry Finn’in Maceraları (The Adventures of Huckleberry Finn), Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(7)    1887’den 2000 Yılının Görünüşü (Looking Backward), Edward Bellamy  (1850–1898)
(8)    Bir Hanımın Portresi (The Portarit of a Lady), Henry James (1843–1916)
(9)    Cesaret Madalyası (The Red Badge of Courage), Stephen Crane (1871–1900)
(10)    Hodgamlar Panayırı (Vanity Fair), William Makepeace Thackeray (1811–1863)
(11)    Alice Harikalar Diyarında (Alice’s Adventures in Wonderland), Lewis Carroll (1832–1898)
(12)    Anna Karenina, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(13)    Harp ve Sulh, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(14)    Denizler Altında 20 Bin Fersah, Jules Verne (1828–1905)
(15)    Nana, Emile Zola (1840–1902)
(16)    Germinal, Emile Zola (1840–1902)
(17)    Erewhon, Samuel Butler (1835–1902)
(18)    Yuvaya Dönüş (The Return of the Native), Thomas Hardy (1840–1928)
(19)    Asi Kalpler (Jude the Obscure), Thomas Hardy (1840–1928)
(20)    Define Adası (Treasure Island), Robert Louis Stevenson (1840–1894)
(21)    Dorian Gray’in Portresi (The Picture of Dorian Gray), Oscar Wilde (1856–1900)
(22)    Ahtapot (The Octopus), Frank Norris (1870–1902)
(23)    Vahşetin Çağrısı (The Call of the Wild), Jack London (1876–1916)
(24)    Kız Kardeşim Carrie (Sister Carrie), Theodore Dreiser (1871–1945)
(25)    Bir Amerikan Faciası (An American Tragedy), Theodore Dreiser (1871–1945)
(26)    Babbitt, Sinclair Lewis (1885–1951)


Kitabın kendisi bir özetler bütünü olduğu ve içeriğin tekrar özetlenmesi kitabın tanıtımı için ayrı bir güdükleme operasyonu olacağı için her roman özetinin sadece konusu verilecek ve en çok ilgi çeken üç romanın üzerinde durulacaktır. Şu açık bir gerçektir ki bu kitaptaki her roman üzerinde tek tek durulsa, neredeyse kitabın kendisi kadar bir yeni eser ortaya çıkar. Ancak yine kabul edilmesi gereken diğer kaçınılmaz gerçek de şudur ki seçilen üç roman tamamen özetçinin kendi sübjektif kriterleri çerçevesinde seçilmiştir ve bir başkası tarafından bunları da seçmeye ne gerek vardı tepkisi ile karşılanabilir. Yine de bazı makul kıstaslar ele alınarak Dreiser’ın ve Lewis’in kitapları özet sonunda ele alınacaktır.
Kitapta özetlenen ilk eser olan ve Dickens’in en iyi eseri olarak kabul edilen Büyük Ümitler, küstah insanların hayat tarzlarının soysuzlaştırıcı etkisini ciddi ve derin bir şekilde incelemeye almıştır. Dickens, bu romanında yapmış olduğu psikolojik tahlilleri ile kendisinin alelade bir roman yazarı olmaktan ziyade bir sosyolog veya psikolog gibi toplumun ve bireylerin sıkıntılarını incelemeye aldığını ortaya koymuştur.
Emily Bronte’nin Ölmeyen Aşk’ı, İngiliz romantizminin büyük şaheserlerindendir ve ihtiraslı aşk ve intikam ile rasyonel, medeni dünyayı inceler. İhtiras ve akıl iki farklı dünyayı temsil eder ve roman bu iki dünyanın üç nesil boyunca birbiri ile olan etkileşimini ele alır.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının başkahramanı olan Rodion Raskolnikov’un Rus Faust’u olduğu da söylenir ve roman fakir, gururlu, ihtiraslı, üstün zekâlı, mutsuz ve bunların sonucu suç işleyen bir adamın sadık bir kadının aşkı ile doğru yolu bulmasını anlatır.
Dostoyevski’nin bir diğer meşhur eseri Karamazov Kardeşler ise, yazarın son yıllarının dini heyecanlarını içerir ve Rus hayatının farklı yönlerini temsil eden bir ailenin portresini çizer.
Gerçek adı Samuel Langhorne Clemens olan ve Mark Twain adı ile meşhur olmuş yazarın ünlü eseri Tom Sawyer’da Amerikan pastoral hayatı kısmen duygusal kısmen de gerçekçi bir şekilde resmedilmiştir. Kitap bir tasvirler zinciridir.
Samuel Langhorne Clemens’ın kendi tabiri ile en iyi eseri olan Huckleberry Finn’in Maceraları ise, şüphesiz Amerikan edebiyatının şaheserlerinden birisidir ve Tom Sawyer’ın devamı olmasına rağmen ondan daha hareketli ve ilgi çekicidir.
Bellamy’nin, 2000 Yılının Görünüşü eseri Amerika’nın en nüfuzlu kitapları arasında gelir ve Amerikan edebiyatının en önemli ütopik romanıdır. Kitap genelde sınıf harbine karşı çözüm olarak kârdan çok ürün uğrunda organize olmuş toplumun canlı manzarasını önerir.
James, Bir Hanımın Portresi’nde, insanın kendisini katlanmak zorunda kaldığı acı ve ıstıraplara nasıl hazırlayacağını konu edinmiştir.
Crane, Cesaret Madalyası’nda, çevrenin insan hayatındaki öneminden bahseder. Roman, realist bir yaklaşımla, insanın kendi iradesi ve kaderi arasındaki objektif çatışmayı konu edinir.
Thackeray’in Hodgamlar Panayırı, sosyete hayatındaki riyakârlık ve tamahkârlığı konu edinir ve en büyük mizahi İngiliz romanı kabul edilir.
Carroll’ın Alice’i, hem çocuk hem de erişkin romanıdır. Bu roman bir dizi sosyal hiciv içerir.
Tolstoy’un, Anna Karenina ve Harp ve Sulh adlı eserleri birlikte incelendiğinde birincinin bir ahlak dersinden ibaret olduğu, ikincinin ise Rus cemiyetinin ve özellikle asiller sınıfının bir incelemesi olduğunu görürüz.
Verne’in 20 Bin Fersah’ı, yazdığı 65 romandan birisidir ve belki de en iyisidir. Ancak bir çocuk bilimkurgusundan öteye gidemez.
Zola, Nana’sında kadının şehvetinden elde ettiği gücünün yıkıcılığı üzerinde dururken, Germinal’de işçi hareketini ele almış ve işçilerin ıstıraplarını konu edinmiştir.
Butler’ın Erewhon’u, mizahi bir ütopyadır ve Victoria devrinin inanışlarını ele alır.
Hardy’nin Yuvaya Dönüşü, insanın kaderin yumruğu altında ezilişini ve sendeleyip düşüşünü ele almıştır ama yazar karamsarlığının ve sanatının zirvesine Asi Kalpler ile erişmiştir.
Stevenson’ın Define Adası, çocuklar için yazılmıştır ve ciddiyetle okumaya çalışmak anlamsızdır ancak birçok çocuk romanından farkı zamanla değerini yitirmemiş ve uzun ömürlü olmasıdır.  Bunun temel sebebi ise, Stevenson’ın tasvirdeki gücüdür.
Wilde’ın tek tam romanı olarak meşhur olan Dorian, Faust efsanesinin değişik bir tarzda yeniden ele alınışından başka bir şey değildir.
Norris’in Ahtapot’u, gerçek bir olayın romanlaştırılmasıdır ancak tam olarak natüralisttir denemez. Eser, sadece bir sosyolojik belge değildir çünkü yazar ele aldığı halk ve olaylar hakkında tarafsız değildir.
London’ın Vahşetin Çağrısı adlı eserinde, yazarın şefkat hisleri ve zekâsı açıkça görülür. Eser realizmden yoksun olsa da ve mantık silsilesi takip etmese de, London’ın anlatıştaki zirvesi eseri elden bırakılamaz hale getirmekte.
Dreiser’ın Kız Kardeşim Carrie ve Bir Amerikan Faciası adlı eserlerinde ele aldığı ortak konu, insanın iradesinin bazı içsel güçlerine köle olabildiği ve bunun etkilerinin insan hayatındaki yıkıcılığıdır. Her iki eserde de yazar, sonuçta elde edilmiş gibi görünen ama bir türlü elde edilemeyen alçakça duygular ile istenen çirkin arzuların tatminsizliğini resmediyor.
Lewis, Babbitt’te, Orta-Amerikan hayatının bayağılığını ve saçmalığını gözlerimiz önüne seriyor ve ruhsuz iyimserlikleri, büyültülmüş bir fotoğraf gibi ortaya koyuyor.
Hem Dresier’ın Carrie’si ve Faciası ve hem de Lewis’in Babbitt’i, 19’uncu asrın son çeyreği ve 20’nci asrın ilk yarısı itibariyle ele alındığında, Amerikan toplumunun içinde bulunduğu acınacak sosyal yapıyı ortaya koymaktadır. Aslında son derece mutlu gibi görünen ve rakamları milyonları bulan bir topluluk, bir ümitsizlik ve karamsarlık batağına saplanmıştır. İnsanlar, hayatı sahte iyilikler, alçak ihtiraslar ve anlamsızca uyulan ya da dayatılan kurallar etrafında yaşayarak sonuçta son derece mutsuz bir hayat manzumesine erişirler. Bunu fark edince de çok geç olur ve birçoğu ya intiharı ya da hayattan kaçmayı tercih eder. Bir kısmı da akli dengesini yitirir. Oysaki Amerikan Rüyası diye afişe edilen ideal hiçbir yerde yoktur. İşin daha da korkunç tarafı, o dönemde bazı yazarların tespit ettiği bu sosyal kokuşma, artarak devam etmiş ve günümüzde, Amerikan toplumu ve bilhassa gençliği tamamen sapıtmıştır. Toplumun hemen tamamına uyuşturucu bağımlılığı, alkolizm, sapık cinsel temayüller, yaygın eşcinsellik, aşırı kumar düşkünlüğü ve parçalanmış aile yapısı sirayet etmiş ve bu durum artık normal karşılanır hale gelmiştir. Kısacası, Dreiser ve Lewis’in o dönemde sinyallerini verdiği ahlaki anlayış paradigmasındaki değişim veya kayma bugün gerçekleşmiştir.
Yukarıdaki iki romanın seçiminden maksatsa, bu iki yazarın da halen benimle beraber öğrencilik yapan arkadaşlarımca en az bilinen yazarlar olmasına rağmen, Amerikan toplumunda çok ünlü ve klasik yazarlar olmasıdır

Cilt 3

ARROWSMITH
Yazan
SİNCLAİR LEWİS (1885–1951)

    Bir tıp öğrencisi olan Martin Arrowsith’in alanında azimli ve gayretli çalışmalarını anlatır.
MUHTEŞEM GATSBY
Yazan
F. SCOTT FİTZGERALD(1896–1940)

    Muhteşem Gatsby “Amerikan Rüyası” nın çöküşünü anlatır. Amerikanın I. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı düş kırıklığını, para ve mevki tutkunu bir toplumdaki ahlak çöküntüsünü çarpıcı bir biçimde yansıtmakla kalmamış; belli bir zaman ve yerde geçen olayları anlatmakla yetinmemiş; Gatsby'nin muhteşem rüyasının peşinde koşmasını adım adım takip ederken hayal ve gerçek arasındaki büyük farklılığa da güzel bir örnek vermiştir.
    Fakir ama hırslı olan Jay Gatsby savaş sırasında tanıdığı zengin ve güzel Daisy’i unutamaz. Savaş sonrası inanılmaz bir servet elde eden Gatsby’nin tek düşü Daisy’le birlikte olmaktır. Gatsby Daisy’nin New York, East Egg’deki villasının tam karşısına bir villa yaptırır. Komşusu Nick Carraway’in yardımı sayesinde Daisy ile yeniden görüşmeye başlar, ama Daisy zengin Tom Buchanan ile evlidir. Daisy bir trafik kazası sonucu Tom’un metresini öldürdüğünde Gatsby’nin arabasını kullanır ve onun suçunu Gatsby üstlenir. Gastby ölen kadının kocası tarafından öldürülür. Gastby’nin evinde verdiği partilere katılan insanların ne yazık ki hiç biri cenaze törenine katılmaz.
ZAMAN MAKİNESİ
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Bilimkurgu serüvenini başlatan ilk ve en görkemli adımlardan biri olan bu klasik romanda H.G. Wells, insanoğlunun hiç eskimeyecek zaman yolculuğu düşünden yola çıkarak yaşam biçimlerimizin evrildiği yönü sorguluyor.
    Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında İngiltere’de bir bilim adamı aksam yemeğine çağırdığı konuklarına zaman makinesi olduğunu iddia ettiği bir aygıtı gösterir. Saygıdeğer konukları ona inanmayı reddeder, ancak bir hafta sonra tekrar evinde toplandıklarında onu bitkin, sefil ve perişan bir halde bulurlar. Onlara M.S. 802701 yılında, bir zamanlar Londra’nın bulunduğu noktada tanık olduğu yaşamı anlatır. Geleceğe yolculuk etmiş, gelecekteki insanlarla tanışmıştır; birer peri kadar hoş, meyveyle beslenen, yaşamlarını neşeli bir tembellik içinde geçiren sevimle torunlarımızla...
TONO-BUNGAY
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Geroge Ponderevo ve amcası Edward Ponderevo’nun zengin olma yolunda başlarından geçen olayları ve George’nun yaşadığı aşklardan bahsetmektedir.
BİR HAYAT HİKÂYESİ
Yazan
ANOLD BENNETT

    İki kız kardeş olan Constance ve Sophia’dan Constance’nin durağan sıkıcı hayatına rağmen Sophia’nın azimli, başarılı hayallerine kavuştuğu hayatını anlatır.
ORMAN ÇOCUĞU
Yazan
RUDYARD KİPLİNG (1865–1936) 

    Orman Çocuğu, 1907 yılında Nobel Edebiyatını kazanan Rudyard Kipling'in en ünlü çocuk romanıdır. Bir uçak kazası sonucu balta girmemiş bir ormanda yaşamak zorunda kalan küçük bir çocuğun serüvenleri anlatılmaktadır. Eserde ayrıca çocuklara hayvan ve çevre sevgisi de aşılanmaktadır.
SYLVESTRE BONNARD’IN CÜRMÜ
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Kitap iki bölümden oluşur. İlk bölümde Bonnard eski kitaplara duyduğu hayranlıkla onları elde etme çabasını, ikinci bölümde gençlik aşkının torununa rastlayıp ona bir büyükbaba olmak için yaptığı fedakârlıkları anlatır.
PENGUENLER ADASI
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Anatole France ktapsever bir babanın oğludur. Penguenler Adası’nı 1908 yılında yazan Anatole France 1921 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Bir siyasi düş niteliğinde olan Penguenler Adası France'in en önemli yapıtlarından biridir. Mael adındaki efsanevi bir aziz Kuzey kutbunda penguenlerin yaşadığı bir ada bulur ve bu adayı Avrupa’ya taşır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde penguenlerin insanlarla ilişkileri, penguenlerin ve Fransa’nın birbirine paralel devam eden tarihi anlatılır.
GÖSTA BERLİNG EFSANESİ
Yazan
SELMA OTTİLİANA LOVİSA LAGERLÖF (1858–1940)

    Efsane ve masallara dayanan yapıtlarıyla tanınan Lagerlöf çağdaş öykü yazarlarının en yeteneklilerinden biri sayılır. Öğretmenlik yaptığı dönemde yayınladığı İki ciltlik romanı Gösta Berling'le (Gösta Berling Destanı) uluslararası ün kazandı. Lagerlöf, Gösta Berling adlı romanıyla İsveç’te romantizmin canlanışında önemli rol oynadı. Bu yapıtında doğup büyüdüğü Vaermland bölgesinin en parlak dönemini, bölgenin demir döküm atölyeleri ve küçük malikânelerle dolup taştığı yıllardaki yaşamı anlatıyor. Gösta Berling, ayyaşlığından dolayı ünvanı geri alınan bir kır papazıdır. Öğrencisi olan bir genç kıza âşık olur, fakat sonunda kızın kuzeni ile evlenmek zorunda kalır.
BUDDENBROOK AİLESİ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Thomas Mann'ın bütün bir 20. yüzyıl boyunca çokça tartışılan romanı Buddenbrooklar, 'Bir Ailenin Çöküşü'nü anlatır. Hikâye 1835 yılında, Buddenbrook ailesinin yeni evlerindeki bir davetle başlar. On bölüme yayılan ve ağır ağır akan bu sahnede, Buddenbrook ailesi, aralarındaki ilişkiler, dostları, ilgi alanları ve dönemin burjuva kültürü sergilenir. İhtiyar Johann'ın yönettiği Buddenbrooklar, yüz yıllık bir geçmişe sahip şirketleriyle Baltık Denizi sahilindeki Lübeck eyaletinde buğday ticaretiyle uğraşan saygın bir ailedir. Üvey abisi Gotthald, babasının muhalefetine rağmen bir esnaf ailesinin kızı ile evlendiği için şirketin reisliği Jean'a geçer. Jean, karısı Elizabeth, çocukları Thomas, Chirstian, Antonie ve Cara'dan müteşekkil aile, kimileri uzaktan akrabaları olan evin hizmetkâr kadrosuyla birlikte başlangıçta mutlu ve güvenli bir hayat sürdürürler. Ancak çocuklar büyüdükçe bu tablo yavaş yavaş bozulacaktır. Mesela küçük oğul Christian ailenin hasletlerine hiç sahip değildir. Sanata, eğlenceye, bohem hayata düşkünlüğü onu her türden ticari faaliyetten uzaklaştırır. Kızlardan Tony, ailenin ısrarıyla yıldızı yeni yeni parlayan bir tüccarla evlendirilir. Ancak bu evliliği Buddenbrooklar'ın servetinden yaralanmak için yapmış olan kocası kısa sürede iflas edecek, Tony küçük kızı Erica ile birlikte eve dönecektir. Tony’e yıllar sonra bir kez daha deneyeceği evlilik de mutluluk getirmeyecektir. En küçük kız Clara'nın kişiliği hiç gelişmez. Riga'lı bir din adamı ile evlenerek aileden uzaklaşır.
SİHİRLİ DAĞ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Sihirli Dağ hem felsefi hem empresyonist hem de sembolist olarak tanımlanabilir. Kitapta, tüberküloz sanatoryumundaki hastaları 1900`lerin başlarındaki Avrupa toplumunun çatışan tavır ve politik inançlarını sembolize eder. Bir sanatoryumda geçen bu eser insanlık, 20. yy, savaşlar, hastalık, ruh, ölüm gibi işlediği temaları, tekniği ile tam anlamıyla modern bir Avrupa destanıdır.
İMMORALİST
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Gide bu eseriyle hem kendi hayatından hem de hayatın ona dayattıklarından hesap sorar neredeyse. Riya, Gide’in hayatında önemli bir yer tutar. Evliliği mesela… Hasta babasını memnun etmek için evlendiği eşini sevmeden evlenmiş. Eşinin de kendisi gibi yetim büyümesi Gide için yaşamlarının ve yaşadıklarının eşitlediği bir evlilik diye düşünmüş. Gide eşine değil, eşiyle yaşadıkları ortak geçmişe, ortak sevgisizliğe, ortak yalnızlığa âşıktır. Gide’in yaşamı boyunca en acı serüveni, anılarıyla arasında geçen ilişkidir. Anıları Gide’ in tek gerçek ailesidir. Gide bu gerçeği kabullenmek istemez ama anılarına da yaşamı boyunca sığınır. Gide, çaresizliğini bir tek anıları karşısında gizleme gereksinimi duymuyor. Yazarın bu eseri bir başka anlamıyla kendisiyle ve yaşadıklarıyla yüzleşmesidir. Gide, İmmoralist adlı eserinde ahlakı ve kendi ahlakını sorguluyor.
KALPAZANLAR
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Kalpazanlar Gide'nin kendi deyişiyle "ilk romanı" dır. Kalpazanlar ilk kez 1925 yılında yayımlanmıştır. Bu kitabındaki konu; kişi tam anlamıyla mutluluğa kavuşmak, yaşamın tadını çıkarmak istiyorsa geleneklere değil kendi yüreğinin sesine uyması gerektiğidir. Andre Gide der ki "Dünya şayet kurtulabilirse, ancak yerleşik kurallara, kökleşmiş basmakalıp düşüncelere boyun eğmeyenler sayesinde kurtulacaktır".
GÜNEŞ YİNE DOĞAR
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Güneş Yine Doğar, Fransa’dan İspanya'ya Paris'in zevk ve sefa âlemlerinden, boğa güreşi arenalarının nefes kesici heyecanına durmaksızın devam eden bu arayışın hikâyesidir. Savaşta aldığı bir yara nedeniyle âşık olduğu insanla birlikte olmasına imkân olmayan Jake Barnes'ın dilinden anlatılan bu roman, savaş sonrası neslinin hayat tarzını, heyecanlarını, bunalımlarını, hayallerini, mutluluklarını ve acılarını gözlerimizin önüne sermektedir.
SİLAHLARA VEDA
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Silahlara Veda, Birinci Dünya Savaşında Fredeick Henry adındaki Amerikan Subayının Catherine isimli bir kıza âşık olması ile birlikte Almanların elinden kaçarak gebe kalan sevgilisine kavuşma çabalarını anlatır. Kitabın sonunda Ölüm denilen gerçek anlaşılırsa, hayatın yaşanmaya değer güzellikte olduğu ve önemli anları bulunduğunu görmekteyiz.
İHTİYAR BALIKÇI
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    İhtiyar Balıkçı adlı roman, İhtiyar bir balıkçının tüm olumsuzluklara rağmen umudunu hiç yitirmeyişini ve her türlü zorluğa karşı nasıl mücadele ettiğini konu alıyor. Kitabın sonunda bir amacımız olduğu zaman, bu amacı gerçekleştirmek için karşımıza çıkan zorluklarla, elimizden gelenin en iyisini yaparak mücadele etmeliyiz dersini çıkarabiliriz.

BERİ GEL MELEĞİM
Yazan
THOMAS WOLFE (1900–1938)

    Sekiz çocuklu Oliver ve Eliza Gant çiftinin yedinci çocuğu olan Eugene’nin eğitim hayatındaki başarıları ile ailenin parçalanmış, sefil hayatını anlatır.
SES VE ÖFKE
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Eser, farklı bakış açılarıyla anlatılır ve dört ana bölümden meydana gelmiştir. Ses ve Öfke, bilinç akışı yöntemi ile yazılmıştır. Bilinç akışı Yöntemi: Yazar, kahramanların bilincinden geçen olayları müdahale etmeden anlatır. Birinci bölüm, 7 Nisan 1928′de Benjy’nin bilincinden geçen olayların anlatılmasından ibarettir. İkinci bölüm, 2 Haziran 1910′da Quanten’in intihar etmeden önceki yaşadıklarının onun zihninden anlatılmasıdır. Üçüncü bölüm, 6 Nisan 1928′de Jason’ın bakış açısıyla anlatılan olaylar oluşturur. Dördüncü bölüm, 8 Nisan 1928′de Paskalya günün*deki olaylar oluşturur.
AĞUSTOS IŞIĞI
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Ağustos Işığı adlı eserde Faulkner, Amerikan toplumunda yaşanan zenci sorunu, bireyin modern toplumdaki yalnızlığı ve kimliğini oluşturamayan köksüz insanın dramı gibi temaları dünya edebiyatının en ileri teknikleriyle ele alır. Babasında zenci kanı bulunduğu ileri sürülen beyaz tenli Joe Christmas'ın çevresinde gelişen roman, çağımızın şimdiden klasikleşmiş yazarı Faulkner'ın beş eserinden biridir.
VATAN SEVGİSİ
Yazan
PEARL BUCK (1892–1973)

    Wang Lung adındaki fakir bir Çinli çiftinin çalışkan bir köleyle evlenip zengin olmasını çocuklarından duyduğu hayal kırıklıklarını anlatır.
GEMİDEKİ İSYAN
 Yazan
JAMES NORMAN HALL (1887–1951)
CHARLES NORDHOFF (1887–1947)

    Byam, Teğmen Bligh’ın kaptanlığında Tahiti’ye açılır. Bligh’ın mürettebata kaba davranışları ve hakaretleri mürettebatın ayaklamasına yol açar. Byam da isyancılardan sanılıp cezalandırılır. Yıllar sonra geri döndüğünde karısının ve arkadaşlarının öldüğünü, kızının evlendiğini öğrenir.
ALLAH’A ADANAN TOPRAK
Yazan
ERKSİNE CALDWELL (1903–1987)

    Ty Ty Walden, günlerini altın bulmak için saatlerce toprak kazmakla geçirir. Bulacağı altının bir kısmıyla da kilise yapacağı toprağa ayırmıştır. Bu sırada kızları, damatları ve oğulları arasında karışık ilişkiler söz konusudur.
GAZAP ÜZÜMLERİ
Yazan
JOHN STEİNBECK (1902–1968)

    Pulitzer ödülü kazanan Gazap Üzümleri 20. Yüzyılın en büyük edebiyat eserleri arasında yer alır. Konusu kısaca  topraklarından koparılan ve iş bulma umuduyla yollara dökülen yoksul tarım işçilerinin hayatta kalma mücadelesidir. Eser  Joad ailesinin öyküsü etrafında yüzyılın başında açlığa  zulme ve sömürüye direnen milyonların öyküsüdür.
İNSANLIK KOMEDİSİ
Yazan
WİLLİAM SAROYAN (1908–1983)

    İnsanlık Komedisi, 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının kısa öykü, roman ve oyun türlerinde en iyi yazarlarından biri olarak kabul edilen William Saroyan'ın en sevilen romanlarından biridir. Olaylar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ABD'de, Kaliforniya Eyaleti'ne bağlı Ithaca kasabasında yaşayan Macauley ailesinin etrafında geçiyor.
    Neredeyse her aileden bir ferdin bilfiil savaşın içinde olduğu bu küçük Amerikan kasabasının savaştan ne şekilde etkilendiği, bu sıra dışı koşulların yarattığı insanlık halleri, eserin başkahramanı olan yeniyetme Homer Macauley'in büyüme sancılarıyla harmanlanarak anlatılıyor. Saroyan, kendine özgü bakışıyla, savaşın içindeki sıradan insanın nabzını tutmayı başarırken, bir yandan da "savaşın kaçınılmaz olarak içerdiği barbarlık", "savaş suçunun sorumluluğunu 'düşman' belletilen varlıkla sınırlamamak" gibi kavramlar üzerine sorular sordurmayı amaçlıyor.
KRALLAR ÖNDE GİDER
Yazan
ROBERT PENN WARREN (1905–1989)

    Jack Burden ve Willie Star önceleri avukatlık yapar, sona politikaya atılır. Jack Burden ise önceleri gazetecilik yapar sonra gazeteden ayrılıp Willie ile çalışmaya başlar. Kitabın ilerleyen bölümlerinde birlikte yaptıkları işler anlatılır.
KARANLIĞIN KALBİ
Yazan
JOSEPH CONRAD (1857–1924)

    Conrad, kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı eserinde Kongo'ya (o zamanlar -1890'lar- adı Kongo Özgür Devleti olan Kral 2. Leopold'ün özel mülkü ve kolonisi) Marlow adlı bir adamın yaptığı bir yolculuktan, oradaki tecrübelerinden ve Kurtz denilen başka bir adamın yaşadıklarından bahsediyor.
    Kısaca kitabın konusu: Marlow, Kongo'ya Belçikalı bir şirket tarafından gönderilir. Kongo'dan fillerin dişi alınıp Avrupa'ya getirilmektedir. Tabi alışverişte fildişi aslında çok düşük bir maliyettir. Çünkü karşılığında medeniyet götürülmektedir. Medeniyetin fiyatı yanında fil dişinin fiyatı nedir ki!..

Cilt 4

Kitap, yirmi üç farklı hikayeden oluşmaktadır. Bu hikayelerin adları şöyledir: Bayan Dalloway, Güney Rüzgarı, Çin Ufukları, Hayat Bağları, Jean-Christophe, Swann’ın Aşkı, Dünya Nimeti, Dünya Hayali, Şato, Dava, Ve Durgun Akardı Don, Gelin Tacı, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, İnsanlık Durumu, Ses Sese Karşı, Cesur Yeni Dünya, Ekmek ve Şarap, Bulantı, Yabancı, 1984, Gün Ortasında Karanlık, Doktor Jivago, Lord Jim.
        Bölümler, önce bölümde geçen başlıca karakterlerin tanıtılmasıyla başlamakta, hikaye anlatılmakta, hikaye üzerine yazarın eleştirisi ifade edilmekte, yazar hakkında bilgi verilmekte ve son olarak yazarın diğer eserleri tanıtılarak bölü sonlandırılmaktadır.
        Bayan Dalloway
        Clarissa Dalloway, hissi, tahayyül gücü kuvvetli, orta yaşlı, Londra’lı bir sosyete kadınıdır.  Parlamentonun pek başarılı sayılmayan bir üyesi olan Richard onun kocasıdır. Peter Walsh, Bayan Halloway’ın önceki sevgilisidir. Hindistan’da beş yıl hizmet gördükten sonra Londra’ya dönmüştür. Septimus Warren Smith ise insanlara iyi hisler besleyebilme özelliğini kaybetmiş eski bir askerdir.
        Bayan Dalloway akşam yemek düzenlemeye karar verir ve alışveriş için dışarıya çıkar. Bu süre zarfında gökte reklam amaçlı uçan bir uçağın taşıdığı afiş ve Kraliçenin de içinde bulunduğunu değerlendirdiği lüks bir araç dikkatini çeker. Londra ve şehrin hareketliliği ona, kendi mazisini hatırlatır.
            Clarissa Dalloway elindeki çiçeklerle eve döndüğü zaman, kocasının Milicent Bruton adlı kurnaz ve vicdansız kadın tarafından öğle yemepine davet edildiğini öğrenir. Bu yemeğe kendisinin davet edilmeğine çok üzülür.
        Smith ise çeşitli sebeplerden dolayı sinir buhranı geçirir ve pencereden atlayarak intihar eder. Zengin ve kendisine güven besleyen Sir William, intihar eden Septimus Smith’e sempati beslemez. Fakat kendisiyle  bu genç arasında hayret uyandırıcı benzerlikler bulunduğunu fark eder. Peter, yaşlanmakta olmasına rağmen güzelliğini muhafaza eden Bayan Dalloway’a halen aşıktır.
        Yazarın hikaye üzerine yapmış olduğu eleştiride, değişik karakterlerin monolog ve kaderlerinin birbirlerine mükemmel bir teknik ve ustalıkla bağlandığından bahsedilir.
       
        Güney Rüzgarı
        Güney Rüzgarı, hem geriye dönerek Birinci Dünya Harbinden önceki Avrupa’ya bir bakış, hem de dini ve geleneksel ahlak telakkilerinin 1920’lerde nasıl parçalandığını anlatan kehanetli bir romandır.
        Putperest yerlileri Hıristiyan yapmak için Afrika’ya giden ve bu gayretlerinde başarılı olamayan Bombopo Piskoposu Thomas Heard, İngiltere’ye dönerken Akdeniz’deki güzel ve sakin Nepenthe adasına uğrar. Orada yeğeni Bayan Meadows ile buluşacak, kadını ve çocuğunu İngiltere’ye getirecektir. Yeğeninin kocası Hindistan’dadır. Gemide Don Francesco adında neşeli ve sevimli bir Katolik papazı ile tanışır. Don Francesco, Mr. Heard’ı mahalli cemiyete sokar. Nitekim Nepenthe’nin bu neşeli günleri uzun sürmez ve bir dizi uğursuzluklar baş gösterir. Yaşanan çeşitli olaylar neticesinde Piskopos, halkın zevk içinde bir hayat sürdüklerinden, kendilerini suçlu hissetmeleri gerektiğinin hatırlatılmasından değil, Katolik de olsa, kendi arzularıyla seçtikleri hayatı sürmelerine müsaade edildiği zaman mutlu olacaklarını öğrenir.
        Çin Ufukları
        Çin Ufukları aslında uzun ütopik romanlar dizisinden bir tanesidir. Harpten bıkan ve yeni bir harbin yaklaşmakta olduğunu hisseden, 1920’lerin Katolik dünyasında yeni değerler arayan fakat depresyonla karşılaşan insanlar Çin Ufuklarının rahat felsefesinde en derin ümit ve hayallerin gerçekleştiğini görürler.
    Romancı Rutherford’un zamanında Hugh Conway, Oxford’da başarılı bir öğrencidir. Conway’ın Uzakdoğu’da bir konsolosluktan diğerine dolaştığı on sene zarfında Rutherford onun izini kaybeder. Bir gün Rutherford, bir Katolik hastanesinde bu eski arkadaşına rastlar. Yorgun, zayıf ve oldukça şaşkın olan Conway kendisine inanılmaz bir hikaye anlatır.
Conway Baskul şehrinde konsolostur. Buradan uçakla ayrılır. Ancak uçak içindekilerle birlikte onu Himalaya Dağları içerisinde bir vadideki tapınağa götürür.  Conway, kendisinin ve arkadaşlarının bu tapınağı doldurmak için getirildiklerini öğrenir. Yüce Lama, yeni bir harbin, medeniyeti ortadan kaldırabileceğini hissettiğinden, kültürü muhafaza etmek ve medeniyeti yeniden başlatmak için buraya yeterli sayıda insan getirmek .istemiştir.
        Hayat Bağları
Annesi 1885’te öldüğü zaman dokuz yaşında olan Philip Carey, amcası William ve yengesi Lousia ile kalmak üzere onların Londra civarında Blackstable kasabasındaki evlerine gider. Philip son derece hissi, sakat doğmuş bir çocuktur. Paralı bir insan olan amcası zalim bir adamdır; kendi ahlaki düşüncelerini diğer insanlara empoze etmeye çalışır. Philip’in müşfik bir anlayışlı yengesi çocuğu bağrına basar; bu çocuksuz kadın ona kimsesizliğini unutturmaya çalışır.
Philip’in okul arkadaşları onun sakatlığıyla mütemadiyen alay ederler. Spor faaliyetlerine katılamayan ve sınıf arkadaşlarının alaylarından kurtulamayan Philip, kendi içine kapanmayı, fakat bağımsız bir insan olmayı öğrenir. Daha sonra roman Philip’in doktor olana kadarki eğitim hayatı ile devam eder.
        Jean-Christophe
Bu romanın kahramanı Jean-Christophe Kraft, ondokuzuncu asrın sonlarına doğru Almanya’da doğdu. Yetenekli bir müzisyen olmasına rağmen kendisini içkiye veren babasının mahalli dükalık orkestrasındaki yeri sallantılıdır. Basit br kadın olan annesi kasabada aşçı olarak çalışır. Çocuk babasında bulamadığı sevgiyi annesinde bulur. İki küçük kardeşi romanda ikinci derecede rol oynarlar. Jean-Christophe’ın fikirlerinin oluşmasında bilhassa iki kişinin büyük rolü olmuştur. Bir müzisyen, ikince derecede kompozitör olan büyükbabası Jean Kraft ile basit bir sokak satıcısı olmakla beraber son derece nazik, sevimli ve iyi huylu dayısı Gottfriend.
Gençliğinde müzik sevgisiyle yetişen Jean-Christophe ölümüne kadar yaşadığı, olaylar aşklar ve zihninde tasarladığı düşüncelerin anlatıldığı roman çeşitli irili ufaklı olayla devam eder.
        Swann’ın Aşkı

 Birinci kısımda Marcel çocukluğunu, ebeveynleriyle, büyükannesi ile amcaları, dayıları, halaları ve teyzeleriyle Paris civarında küçük ve hoş bir kasaba olan Combray’da geçirdiği zamanları hatırlar. Bu istikrarlı, kültürlü ve Marcel’in de paylaştığı kitap zevkine sahip bir orta sınıf ailesidir. Aile dostları arasında, kendilerini sık sık ziyaret eden M. Swann da vardır. Aile Swann’ı tamamiyle benimser.
İkinci kısımda Marcel artık yetişkin olmuştur. Çocukluk yıllarına ait hatıralar üzerinde bu bölümde daha fazla durulur.  Üçüncü kısım olan “Swann aşık oluyor” bumaceranın hikayesidir. Hikaye bay ve bayan Verdurin’in yönettikleri ve oldukça şüpheler doğuran bir Paris salonunda başlar. Burada geçen çeşitli olaylar sonrası Swann Odetta adlı bir kadına aşık olur. Odetta aslında iyi bir kadın değildir. Sonuçta Swann bu durumu anlar ve kadından soğur.
Son kısımda  Marcel tekrar hatırladıklarına döner. Çocukluğunda, Swann’ın kızı Gilberte ile Champs Elyssees’de oynadığını hatırlar. Gilberte’nin annesi ise Odette’dir. Swann artık Odette’yi sevmemesine rağmen, kızının hatırı için onunla evlenmiştir.
Marcel daha sonraki ciltlerde hatıralarını anlatmaya devam eder. Bu hatıralar şimdi, sadece Swann ve Odette’yi değil, “Swann aşık oluyor”da belirtilmeyen pek çoklarını da kapsar. Bu ciltler şunlardır: Gelişen Bir Fidanlıkta, Guerinante Yolu, Ovadaki Şehirler, Gomerre, Tutsak, Tatlı Sahtekar Gitti, Maziden Hatırlananlar.

        Dünya Nimeti
Dünya Nimeti, Kuzey Norveç’in ıssız bölgelerinde geçer; hükümet çalışkan ve azimli her çiftçiye burada toprak verir. Sağlam yapılı, az konuşan ve basit düşünceli İsak adındaki bir çiftçi, kendi çiftliğini kurmak için bölgeye gelir. Zamanla kendi hayatını paylaşacak bir kadın bulur ve evlenir. İnger adındaki bu kadın, kendisi gibi basit bir köylüdür ve bir hastalık sonunda dudağının yarık kalması yüzünden daha önce kendisiyle evlenecek erkek bulamamıştır.
Beraberce küçük bir çiftlik kurarlar; ilkin bir inekleri, ardından bir atları olur; daha sonra  bir at arabasına, çiftlik eşyasına ve hatta lüks eşyaya sahip olurlar. Sellenraa dedikleri bu yer, kendilerine yeterli, zengin bir çiftlik haline gelir. İnger’in sıhhatli çocuklar olarak yetişen Eleseus ve Siverd adında iki erkek çocukları vardır. Üçüncü çocukları bir kızdır. Onun da dudağı annesi gibi yarıktır.  İnger bunun kendisine neye mal olduğunu bildiğinden henüz on dakika yaşamadan kızını boğarak öldürür ve İsak’a söylemeksizin gömer. Oline adındaki dedikoducu bir kadın hadiseyi meydana çıkarır ve İnger, Trondhjem’de bir hapishaneye gönderilir.
Roman kesin bir şekilde sona ermez. Eleseus gider. Axel ve Barbro evlenirler. Isak ve İnger yaşlandıklarından şimdi çiftliği Silver yönetir.

        Dünya Hayali
Dünya hayali, beynelminel ve sosyal huzursuzluğun baş gösterdiği bir zamanda, 1905’lerde geçer. Bu seneler, üst sınıflar için, yirminci asır teknolojisinin yarattığı bolluk ortasında, maziden tevarüs ettikleri feodal imtiyazların zevkini çıkardıkları bir çağdı. Romanın kahramanı Christian Wahnschaffe, bir Alman çelik milyonerinin oğludur.  Annesi tarafından şımartılmış, yüksek zevklere sahip bir gençtir.
Genç, yakışıklı ve cazibeli biri olmasına rağmen, soğukçasına bencildir, kendisini çevresindekilerden uzak tutar. Her çeşit sefalet ve mutsuzluk onu tiksindirir. Romanın daha sonraki bölümlerinde Christian tedricen bencil ve kapalı bir hayat sürdüğünü idrak eder. Daha sonra kendini bir cinayetin çözümüne adar. Uzun çalışmalar sonucu katili bulur.
Christan’ın ailesine gelince, oğullarının yaşadığı sosyal çevreler kendilerini öylesine dehşete düşürür ki, onu bir akıl hastanesine yatırmayı düşünürler. Christan onları bu zahmetten kurtarır ve ortadan kaybolur. Christan’ın daha sonraki hayatı hakkında romanda bilgi verilmez, sadece onun kişiliği ve ruh hali üzerinde çeşitli yorumlar yapılır.
        Şato
Hikaye, Kont Westwest diye bilinen bir adamın malikanesinin veya küçük prensliğinin sınırlarını tayin etmek için çalıştırılan K. Adındaki bir toprak ölçücüsünün tecrübe ve görüşleri etrafında döner. Hikayenin başlıca noktaları esnaf ve zanaatkarların yaşadıkları önemsiz bir köy ile civarındaki tepede, hükümet bürolarının bulunduğu bir şatodur. Kont’un orada yaşadığı sanılmakta ise de, kendisi sahnede görünmez.
K.nın karşılaştığı mesele, şatoya giderek, kendisinin ne yapması gerektiğini öğrenmektir. Bunun normal olarak hiç de zor bir mesele olmaması icap eder. Fakat önüne deli edici engeller ve kontroller çıkar. Nihayet hedefine ulaşır ve kendisinin toprak ölçücüsü olarak angaje edildiğini ispat eder.
K. şatoya gitmek ister, ancak bir türlü bunu başaramaz. Çeşitli ilginç olaylar yaşar, ilginç kişilerle tanışır. Kitabın ilk baskısı yazar Franz Kafka öldüğü için belli bir noktada kalır. Daha sonra ikinci baskısında Brod, Kafka’nın notlarından ramanı biraz daha geliştirir.
Genel olarak bakıldığında Şato sembolik bir kitap gibi görülse de sembollerin neyi ifade ettiği pek açık bir şekilde anlaşılamamaktadır.
        Dava
Dava, kendisine mahsus özellikleri olmayan, belirlenmemiş bir şehirde geçer. Bu şehrin yüzyılın başındaki Prag olabileceği değerlendirilmektedir. Psikolojik yanı öne çıkan bir kitaptır.
Romanın kahramanı Joseph K. Otuz yaşındadır. Bir bankada iyi bir işi vardır. İyi bir insan olarak tanınır. Değişik işlerde çalışan insanların yaşadıkları kiralık bir evde oturur. Yemeklerini sakin bir kahvehanede yer ve geceleri dokuza kadar çalışır. İçine kapanık, ruhi bir boşluk içinde, yakın arkadaşları bulunmayan bir bekardır.
Bir sabah onun bu rutin hayatı parçalanır. İki kişi evine gelerek tevkif edildiğini söyler. K. Herhangi bir suç işlediğini hatırlamaz. Durum karmakarışıktır, şaşkınlık vericidir. Ne gibi bir suç işlediği veya kanunun hangi maddesini ihlal ettiği kendisine söylenmez. Karşılaştığı herkes onun suçlu olduğunu kabul eder. Yargılama muğlaktır. Hiç kimse hatta mahkeme görevlileri dahi davanın mahiyetini anlamazlar. En kötüsü de mahkemenin yıllarca sürmesine karşın kimsenin beraat etmemesidir.
Roman K. nın kendisini temize çıkarmak veya hiç olmazsa kendisine yüklenilen suçun ne olduğunu anlamak için giriştiği faaliyetler ile ilgilidir.

        Ve Durgun Akardı Don
Kazaklar, on altıncı ve on yedinci asrın Rusya’sındaki serflik düzeninden kaçarak, Rus İmparatorluğu’nun muhtelif bölgelerinde yerleşen ve atamanları, yani kendilerini seçtikleri liderleri altında yarı bağımsız devletler kuran insanlardır. Hükümet, onların bu muhtariyetine hürmet etmiş ve onları imtiyazlı ve profesyonel askeri bir kast olarak kullanmıştır.
Kendi geleneklerini muhafaza ederek, kendi subaylarının kumandası altında Rus ordusunda hizmet etmelerine müsaade edilmiştir. Ordudaki hizmetleri sona erdiği zaman, köylerine, kasabalarına dönmüşlerdir. Rus köylülerinden uzak, kendi hayatlarını yaşamaya devam etmişlerdir.
Eski zamanlarda devlete defalarca başkaldırmışlardı. Sonraları muhafazakar olmuş ve reaksiyoner hükümetleri desteklemişlerdir. Dahili harp sırasında, pek çokları karşıt- ihtilal tarafına geçmişlerdir. Ondan sonra da imtiyazlı durumlarını kaybetmişlerdir. Yazar Mikhail Alexandrovich Sholokhov’un bu romanı Don Bölgesindeki Gregor Melekhov adında genç bir Kazakın hayatını ele almaktadır. Hadiseler beş ila altı yıllık bir devreyi kapsar ve 1918’de sona erer. Birinci kısım Barış, ikinci kısım Harp, üçüncü kısım ihtilal ve dördüncü kısım ise dahili harp başlıklarında anlatılmaktadır.
        Gelin Tacı
Gelin Tacı, on dördüncü asırda Norveç’de kırk kadar başlıca karakterin dört nesil boyunca hayatını inceleyen başarılı bir eserdir. Hikaye merkezi Norveç’te Jörundgaard’daki malikanesinde yaşayan Lavrans adlı bir centilmenle başlar. Bu kişi üç erkek çocuğu bebek yaşlarında öldüğünden dolayı kızı Kristin’e çok bağlıdır. Kitap bu kızın hayatını konu alır. Romanın ilk bölümü Kristin’in çocukluk yıllarını anlatmaktadır.
Malikanedeki hayatı, kendisinden büyük Arne adındaki bir erkek çocukla arkadaşlığı, ormanda yaptığı bir gezi sırasında bir cadı olduğuna inanılan garip bir kadının kendisini dehşete düşürmesi Osla’ya yaptığı gezi ve orada Evdin adındaki nazik ve dindar bir papazla tanışması, kardeşi Ulvhild’in doğması, bir doğanın kardeşini ciddi olarak sakatlaması gibi olaylar anlatılmaktadır.
Tüm bu ilginç olayların vuku bulduğu hayatını Kristin vebaya yakalanarak kaybeder.

        Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok


Garp Cephesinde yeni bir şey yok, bir grup Alman erinin, Birinci Dünya Harbinde başlarından geçenleri anlatır. Dört tanesi okulu bitirir bitirmez askere alınmışlardır. Bunlar, Baumer, Kropp, Müler ve Leer’dir. Dört kişi de, onlardan daha yaşlım köylülerdir, Tjaden, Westhus, Detering ve Katozinsky. Hikayeyi Baumer anlatır. Hikaye harpteki bir erin başından geçen maceraları anlatır. Bunlar, eğitim, çarpışma, izin, kadınlar, mağlubiyet ve ölüm olarak özetlenebilir.
        İnsanlık Durumu
Çin 1927’de, fena halde bölünmüş bir ülkedir. On beş sene önce kurulan cumhuriyetin yerini bir generaller rejimi almıştır. Bu generallerden hiçbiri ülkede tam bir hakimiyet kuramasa da, her birinin üstünlük kurmasını engelleyebilmektedir. Ülkenin güneyinde Koumintang veya Milliyetçi Parti lideri Şan Kay-Şek hakimdir ve rejimini kuzeye doğru yaymaktadır. Şan Kay-Şek, Çin komünistlerinin ve onların Rus müşavirlerinin yardımlarını kabul etmiştir. Fakat Şan Kay-Şek Şanghay’ı ele geçirdikten sonra, bu müttefiklerine karşı cephe almıştır. İnsanlık Durumu, bu hadiseler ortasında geçen gelişmeleri anlatmaktadır.

        Ses Sese Karşı
Londra Tohumculuk ve Fiziki Yeterlilik Merkezi’nin küstahçasına mağrur müdürü, bir grup heyecanlı gence ve öğrenciye merkezi gezdirmektedir. Sene Ford’dan sonra 632’dir. Yeni Dünya’da zaman, Ford’un T modeli otomobilin kütlevi bir tarzda yapılmasına başlanmasıyla ölçülür. Bu merkezde insanlar, suni ilkah yolu ile kütlevi bir tarzda üretilir ve cemiyetin katı hiyerarşik düzenine uymaları için kimyevi metodlarla, fiziki bünyeleri geliştirilir.
Müdür cemiyet hedeflerine –Topluluk, Şahsiyet, İstikrar- ulaşacaksa, ferdi farklara yer yok der: insanlar cenin hallerinden itibaren, cemiyette alacakları yerlere göre şekillendirilir: Alfa Artı, oldukça zeki liderler, Epsilon eksi ahmaklar, pis işleri yapan kötü şekilli maymun gibi yaratıklar.
Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Ekmek ve Şarap
İtalya 1935’te, Etiopya’ya harp ilan etmek üzeredir. Faşist hükümet, yönetimi tam manasıyla eline geçirmiş; bütün muhalefet susturulmuş veya yeraltına sürülmüştür. Rejimin bazı düşmanları yurt dışına kaçmışlar, bazıları kendi inanışlarını rejimin düşüncesiyle bağdaştırmışlar veya buna mecbur bırakılmışlardır.  Bu sonunculardan biri, Don Benedetto adında yaşlı bir papazdır. Önceleri bir öğretmendir, ancak rejimi açıktan açığa eleştirdiği için mesleğinden atılmıştır. Şimdi kız kardeşinin yanında bir emeklilik hayatı sürer; fakat rejimi hala tenkit ettiğinden dolayı kendisine şüpheli nazarla bakılır.
Müteakip hadiseler daha yumuşak bir tarzda cereyan etmişlerdir. Bazıları acındırıcı, bazıları da halk mizahı ile doludur.
        Bulantı
Roman Antonia Roquentin adında, arkadaşları, ailesi ve hatta bir işi bulunmayan yapayalnız bir entelektüelin günlük hatıraları şeklinde yazılmıştır. Onun hakkında sadece bir iki gerçek meydana çıkmaktadır.  Avrupa’da, Asya’da uzun uzun dolaşmış, Hindistan ve Çin-Hindinde arkeolojik araştırmalara katılmış, fakat sonunda bu tür faaliyetlerle ilgilenmemeye başlamıştır.
Roquentin’ in bu yalnız, kendisine yeterli hayatı, bulantı adını verdiği acıtıcı hücumlara maruz kalır. Sadece kendisinin hayatından değil, hayat denilen şeyden tamamiyle bıkmıştır. Kitabın sonunda ona ne olduğunu ise sadece tahmin edebiliyoruz.
        Yabancı
Yabancının merkezi karakteri , Mersault adında, Cezayir’de yaşayan bir gençtir. Babası ölmüştür ve annesi de bir huzurevinde yaşamaktadır. Sakin bir yaşamı olmasına rağmen bir gün tartıştığı bir Arap’ı öldürür. Ceza olarak giyotinle idamına karar verilir. İdamdan önce papaz yanına gelir. Ancak Mersault hiçbir dine inanmadığı için hayatın anlamsızlığını rahibe anlatır. Ona göre herkes bir gün öleceğinden huzura kavuşturulmayı istemediğini hiç pişmanlık duymadığı söyler. Ona göre bütün insanların hayatı manasızdır.
        1984
Winston Smith, 4 Nisan 1984 günü, Hakikat Bakanlığındaki içinin başından bir müddet için ayrılarak hatıralarını gizlice kaydetmek üzere evine gider. Birkaç gün öncesi, Mr.Charrington’ un eskici dükkanından, önceki yıllardan kalma güzel bir not defteri satın almıştır.
Winston Smith Londra’da oturur. Burası şimdi, İngiltere ile Kuzey ve Güney Amerika’yı ihtiva eden Okyanusya’nın bir parçası olan Hava Alanı Birin baş şehridir. Dünyanın öteki iki muazzam devleti Eurasia ve Eastasia gibi Okyanusya’da Ingsoc, yani İngiliz sosyalizminin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, değişmez totaliter bir polis devletidir. Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Gün Ortasında Karanlık
Sene 1938. Moskova yargılanmaları senesi. 1905 ile 1917 ihtilallerine katılan; önceleri Parti Merkez Komitesi üyeliği, bir ihtilal ordusu kumandanlığı yapan ve devlet alüminyum inhisarını yürüten, uzak görüşlü ve bilgili bir adam olan ve kendisini kırk yıldır partiye adayan Rubaşov, kısa bir müddet önce tevkif edilmiştir.
Kitap yargılanma süreci ve sonunda idam edilişine kadar olan çeşitli olayları anlatır.
        Doktor Jivago
Moskovalı zengin bir işadamının oğlu olan Yuri Jivago, 1889’da doğmuştur. On yaşında iken annesi ölür. Birkaç sene sonra da, parasını kaybeden babası intihar eder. Başka bir aile onu öz çocukları gibi büyütür. Yirmi yaşında iken ailenin kızıyla evlenir ve bir kız çocuğu dünyaya gelir. Fakat 1924 yılında orduya alınmasıyla birlikte istikbal vaat edici hekimlik çalışmalarını bırakmaya mecbur kalır.
Harp bütün Rusya’yı sarar. Daha sonra harp ihtilale dönüşür. Moskova muhasara altındadır. Halk yokluk içinde yaşamaktadır. Daha sonra savaş sona erer , Jivago’nun ölümüne dek süren bazı olaylarla roman devam eder.
Roman genel olarak bakıldığında siyasal yönleri öne çıkan bir kitap olarak göze çarpmaktadır.
        Lord Jim
Tertemiz giyinen Jim, ilk bakışta Doğudaki limanların herhangi birinde çalışan bir katipten çok daha göz alıcıdır. Fakat küçük bir tekne ile limana giren gemilere yaklaşarak onlara günlük ihtiyaçlarını satmaktan ibaret olan bu liman katipliği işi, Jim’in mizacı ile bağdaşmaz. Bir müddet bu işi yaptıktan sonra, aniden ve esrarengiz bir şekilde deniz aşırı limanlardan birine gider.
Charles Marlow adındaki yaşlı denizci, bu esrarengiz görünüşlü, uzun boylu, sarışın İngiliz delikanlısının başından geçenlerle ilgilenir. Derken Jim’in de içinde bulunduğu bir gemi batma tehlikesi atlatır. Jim ve beraberindekiler tekneye atlayarak kurtulur. Ancak bu olaydan sonra yargılanırlar. Bu esnada birçok tartışma yaşanır. Daha sonra geminin batmak üzere iken Fransızlar tarafından kurtarıldığı anlaşılır. Mahkeme sona erer.
Jim Doğuya doğru bölgeden uzaklaşır. Kendisi için utanç verici bu durumun duyulmamasını istemektedir. Ancak olaylar beklediği şekilde cereyan etmez. Yerlilerle yaşanan bir sorun yüzünden tartışma çıkar. Marlow Jim’in ancak yerliler tarafından bu şekilde göğsünden vurularak öldürülmesiyle ruhunun temizleneceğine inanmaktadır.



4 Mayıs 2012 Cuma

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin, Ebookmall, 2001-ABD  
Charles Darwin’in hayat hikayesi.
    Darwin, 12 Şubat 1809'da İngiltere'nin Shrewsbury kasabasında, Robert ve Susannah Darwin'in beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Robert Darwin ünlü doktordu.ı. Darwin Temmuz 1817'de, henüz sekiz yaşındayken, annesini kaybetti. Eylül 1818'de ise Shrewsbury Okulu'nda yatılı öğrenci olarak eğitime başladı. Okul döneminde Garnett ismindeki bir arkadaşını hiç unutamamıştır. Arkadaşı bir gün kasabada ona pasta ısmarlar ve hiçbir ödeme yapmadan oradan ayrılırlar. Darwin neden böyle bir şey yaptığını sorduğunda, ona cevap olarak ‘Dedem çok zengin bir insandı. Kim ki kendisine ait olan şu şapkayı onun gibi giyer ve onun yürüdüğü gibi yürürse hiçbir dükkan ondan tek kuruş talep etmeyecektir. Çünkü o toplu olarak ödeme yapmıştır’ der. Darwin’e denemek isteyip istemediğini sorar ve şapkayı ona verir. Darwin onun dedesi gibi yürüyerek aynı pastaneye girer bir kek aldıktan sonra ücreti ödemeden oradan ayrılmak istediğinde dükkan sahibi onu kovalamaya başlar. Darwin’de arkadaşının nasıl güvenilmez birisi olduğunu daha iyi anlamış olur.
Küçük kız kardeşine borçlu olduğu bir insanlık anlayışı vardır. Bir kuş yuvasında iki yumurta (toplama merakından dolayı) varsa mutlaka birini orada bırakmıştır. Çocukluğuna ait unutamadığı anlardan bir tanesi de ölen bir süvarinin mezarında yapılan tören ve saygı atışıdır.
Okul yıllarında Dünyanın Harikaları adlı elinden hiç düşürmemiştir. Bir gün uzaktaki ülkelere gideceğini hissediyordu. Onun bu arzusu yıllar sonra Beagle ile yaptığı dünya turunda gün yüzüne çıkmış oldu.
İlk çalışmalarına bilimsel olmayan boyutta da olsa böcek toplamak ve onlara isimlendirmekle uğraştı. Bazen onları isimlendirmekte zorlanmış olsa da sadece koleksiyon maksadıyla böceklerin öldürülmesine gönlü razı olmadı. Bundan sonra kuşları gözlemlemeye başladı. 
Erkek kardeşi kimya bilimiyle uğraşıyordu. Onun yapmış olduğu deneylerde yardımcı olarak kabul edilmesi ve gece geç vakitlere kadar orada çalışıyor olması kendisine Gaz lakabının takılmasına sebebiyet verdi.
1825'te mezun olan Darwin, bir süre babasının yanında stajyer doktor olarak çalıştıktan sonra İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi'nin tıp fakültesine yazıldı. Fakat cerrahlığa bir türlü ısınamadı ve tıp derslerini boşlamaya başladı. Öğretmeni Robert Edmund Grant'ten Jean-Baptiste Lamarck'ın evrim teorisini öğrendi ve Grant ile beraber deniz canlılarını inceleyip ortak atalardan evrilme teorisini destekleyen homoloji (farklı canlı türlerinde aynı temel yapıya sahip organların bulunması) örnekleri buldu. Bir başka öğretmeni olan Robert Jameson'dan ise jeoloji ve bitkilerin sınıflandırılması üzerine dersler aldı, Edinburgh Kraliyet Müzesi'nin bitki koleksiyonunu düzenlemede Jameson'a yardımcı oldu.
Darwin'in tıp eğitimini iyice boşladığını farkeden babası, 1827'de onu Edinburgh'dan alarak Cambridge Üniversitesi'ne bağlı Christ's College'a yazdırdı. Darwin'in teoloji okuyup bir din adamı olmasını umuyordu. Darwin, teolojide tıbba kıyasla daha başarılı olsa da, asıl ilgi alanı hâlâ doğa tarihiydi. Kuzeni William Darwin Fox ile beraber böcek toplamaktan hoşlanıyordu. Böceklere olan ilgisi sayesinde botanik profesörü John Stevens Henslow ile tanışan Darwin, bu profesörle yakın arkadaş oldu ve hem Henslow'un doğa tarihi dersine yazıldı, hem de ondan özel dersler almaya başladı. Darwin 1831 yazını, jeoloji profesörü Adam Sedgwick ile beraber Galler'in jeolojik katmanlar haritasını çıkararak geçirdi.
1831 sonbaharında Henslow, Darwin'i Beagle gemisinin kaptanı Robert FitzRoy ile tanıştırdı. Beagle, Aralık 1831'de FitzRoy'un komutasında iki senelik bir Güney Amerika yolculuğuna çıkacaktı ve kaptan yolda kendisine arkadaşlık edecek iyi eğitimli bir doğabilimci istiyordu. Henslow'un tavsiyesi üzerine FitzRoy, Darwin'i gemisine almayı kabul etti. Darwin'in babası önce bu uzun yolculuğa izin vermediyse de, kayınbiraderinin araya girmesiyle fikrini değiştirdi.
Beagle'ın yolculuğu iki yerine beş yıl sürdü. Darwin, yolculuk boyunca çok çeşitli jeolojik oluşumlar, fosiller ve canlılar keşfetti ve bunlardan örnekler topladı. Fırsat buldukça Cambridge'e keşiflerini anlatan ayrıntılı mektuplar yazıyor, topladığı ilginç örnekleri postalıyordu. Bu sayede, kendisi uzakta olmasına rağmen, İngiliz doğabilimcileri arasında ünü epey yayıldı. Yolculuk boyunca tuttuğu günlüğüne, doğabilimsel keşiflerinin yanısıra, karşılaştığı değişik insan topluluklarıyla ilgili kültürel ve antropolojik gözlemlerini de yazıyordu. Bu günlüğü 1839'da Beagle Yolculuğu adıyla yayımlayacaktı.
Yolculuk Darwin için kolay olmadı. Deniz tutmasından fena şekilde etkilendi, Ekim 1833'te Arjantin'de ateşli bir hastalık geçirdi, Temmuz 1834'te ise And Dağları'ndan Şili'ye dönerken tekrar hasta oldu ve bir ay yataktan çıkamadı.
Yolculuğun başında Kaptan FitzRoy, Darwin'e Charles Lyell'ın Jeolojinin Prensipleri adlı kitabını vermişti. Lyell bu kitabında jeolojik oluşumların, bugün de devam eden çok yavaş süreçlerin etkisiyle, çok uzun çağlar sonucunda oluştuğunu savunuyordu. Darwin, Batı Afrika açıklarındaki Santiago adasında, yüksek volkanik kaya yamaçlarında mercan ve deniz kabuğu kalıntıları bulunca, bu yamaçların bir zamanlar deniz altında bulunduğunu, ve Lyell'ın söylediği gibi çağlar boyunca yavaş yavaş yükseldiğini anladı. Darwin yolculuk boyunca pek çok önemli jeolojik keşif yapacaktı. Patagonya'da gördüğü, deniz kabukluları ve çakıldan oluşan geniş düzlüklerin yükselmiş sahiller olduğunu tahmin etti. Şili'de bir deprem sonrasında deniz seviyesi üstünde kalmış midye yatakları gözlemleyince, kıyının deprem sonucu yükseldiğini anladı. Benzer şekilde, And Dağları'nın yamaçlarında, kumlu sahillerde yetişen ağaçlara ve deniz kabuklularına ait fosiller buldu ve bu yamaçların zaman içinde yükseldiği sonucuna vardı.
Darwin Güney Amerika'da, soyu tükenmiş devasa memelilere ait fosiller buldu. Bu fosillerin bulunduğu katmanlarda modern deniz kabuklularına ait kalıntılar da vardı, yani bu memelilerin soyu yakın zamanlarda, herhangi bir iklim değişikliği ya da felâket olmadan tükenmişti. Jeolojinin Prensipleri 1832'de çıkan ikinci cildi, Güney Amerika'daki Darwin'e postalandı. Charles Lyell, bu ciltte evrim fikrine karşı çıkıyor, biyolojik türlerin dağılımını "yaradılış merkezleri" fikriyle açıklıyordu. Darwin, bir taraftan bunu okurken, bir taraftan da daha sonra kendi evrim teorisini destekleyecek olan çok önemli gözlemler yapıyordu. Galápagos Adaları'ndan pek çok "alaycıkuş" örneği topladı ve bu kuşların, yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik farklar gösterdiklerini farketti. Yerel İspanyollar'ın, bir kaplumbağanın görünüşüne bakarak hangi adadan geldiğini anlayabildiklerini öğrendi.
Beagle'ın 1826-1830 arasındaki ilk yolculuğu sırasında, Güney Amerika'nın en güney ucundaki Tierra del Fiego'dan alınmış ve İngiltere'de medenîleştirilmiş olan üç Yagan yerlisi, misyonerlik yapmaları için kabilelerine geri verildi. Darwin bu kabileleri sefil ve rezil vahşiler olarak tanımlıyordu. Bir sene geçtiğinde, yerliler misyonerlik görevini bırakmış, eski hayatlarına geri dönmüşlerdi. Darwin, kısmen bu tecrübe sonucunda, insanların hayvanlardan sanıldığı kadar uzak olmadığını düşünmeye başladı. Darwin, insan toplulukları arasındaki yaşayış farklılıklarını, ırksal gelişmişlikle değil, kültürel gelişmişlikle açıklıyordu. Güney Amerika'da şahit olduğu kölelik kurumundan hoşlanmıyor, Avrupalı kolonilerin Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerli halklara verdiği zarardan üzüntü duyuyordu.
Yolculuğun sonlarına doğru Darwin'in tuttuğu ayrıntılı notları okuyan Kaptan FitzRoy, yolculukla ilgili resmi raporun doğabilimle ilgili son kısmını Darwin'in yazmasını rica etti.
Darwin'in seyahatteyken İngiltere'ye yolladığı mektuplar, fosil örnekleri ve doldurulmuş canlılar, eski öğretmeni Henslow aracılığıyla İngiliz doğabilimcilerine aktarılıyor, Darwin'in ünü bu sayede gittikçe yayılıyordu. Beagle 2 Ekim 1836'da İngiltere'ye döndüğünde Darwin saygın bir doğabilimci olarak tanınmıştı. Darwin, İngiltere'ye ayak bastığında, önce Shrewsbury'ye gidip akrabalarını ziyaret etti, sonra Cambridge'e gelerek Beagle yolculuğunda topladığı örneklerin tanımlanıp sınıflandırılması üzerinde çalışmaya başladı. Henslow, bitki örneklerini tasnif edip isimlendirmede Darwin'e yardımcı oluyordu, fakat hayvan örnekleri için Darwin'in uzman zoologlara ihtiyacı vardı. Babasının parasal desteğiyle Londra'ya gidip zoologlarla görüşmeye başlayan Darwin, Charles Lyell aracılığıyla Richard Owen adında bir biyologla tanıştı. Owen, Darwin'in getirdiği fosilleri inceleyerek o güne kadar bilinmeyen pek çok soyu tükenmiş hayvan türü tanımladı.
Darwin, Aralık 1836'da Güney Amerika kıtasının yükseldiğine dair bir bilimsel makale yazdı, ve Ocak 1837'de Lyell'ın da desteğiyle bu makalesini Londra Jeoloji Cemiyeti'ne sundu. Aynı gün, Beagle yolculuğunda topladığı kuş ve memeli örneklerini de Londra Zooloji Cemiyeti'ne sundu.
Londra bilim çevrelerinde, hayatın ve canlı türlerinin kökeni sevilen bir tartışma konusuydu. Matematikçi ve filozof Charles Babbage'ın başını çektiği bir grup, Tanrı'nın Dünya'daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını savunuyordu. Darwin'in Edinburgh Üniversitesi'nden hocası Robert Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilimadamı ise türlerin birbirine dönüşebildiğini iddia ediyor, ama bu fikirleri yüzünden çoğunluk tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanıyordu.
Mart 1837'de John Gould, Darwin'in farklı adalardan topladığı alaycıkuşların farklı türlere ait olduklarını açıkladı. İspinozları hangi adalardan topladığını not etmemiş olan Darwin, Kaptan FitzRoy'un notlarını inceleyince, Gould'un tanımladığı farklı ispinoz türlerinin de farklı adalardan geldiğini keşfetti. Nisan 1837'ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili fikirlerini yazdığı gizli bir "B" günlüğü tutmaya başladı, ve bu günlüğün 36. sayfasına ilk kez bir evrim ağacı çizdi.
Darwin, bir taraftan türlerin dönüşümü üzerinde çalışırken, bir taraftan da Beagle günlüklerini yayıma hazırlıyor, ve Charles Lyell'ın fikirlerini destekleyecek bir Güney Amerika jeolojisi kitabı yazıyordu. Tüm bunların üstüne, bir de kendi getirdiği örnekler hakkındaki uzman görüşlerini içerecek geniş kapsamlı bir eser üzerinde çalışmaya başladı.
Sonunda bu yüksek çalışma temposuna dayanamayarak kalbinden rahatsızlandı. Eylül 1837'de doktor tavsiyesi üzerine çalışmalarına ara verdi ve Shaffordshire'da akrabalarının yanında kalmaya başladı. Kuzeni Emma Wedgwood da aynı evde kalıyor ve hasta bir akrabaya bakıyordu. Haziran 1838'e kadar Shaffordshire'da kalan Darwin, türlerin dönüşümü üzerindeki araştırmalarına devam ediyor, uzman görüşü almak için doğabilimcilerin yanı sıra çiftçiler ve güvercin yetiştiricilerine de danışıyordu. Sonuçta evlenmeye karar veren Darwin, babasına da danıştıktan sonra Temmuz 1838'de evlilik teklif etmek için Emma'ya gitti, ama teklifi yapmaya cesaret edemedi.
Araştırmalarına Londra'da devam eden Darwin, türlerin dönüşümü konusunda çok önemli gelişmeler kaydetti. Thomas Malthus'un Nüfus Prensibi Üzerine Deneme adlı yazısı Darwin için önemli bir esin kaynağı oldu. Malthus bu yazısında insan nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, ama hastalık, savaşlar ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu anlatıyordu. Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini farketti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında zayıf olanlar çok geçmeden ölüyor, güçlü olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular meydana getiriyor ve kendilerini güçlü yapan özellikleri yavrularına aktarıyorlardı. Böylece türler nesilden nesile değişerek çevrelerine daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838'de günlüğüne yazdı.
Kasım 1838'de nihayet Emma'ya evlilik teklif eden Darwin, Ocak 1839'da evlendi. Aynı ay içinde, Royal Society'ye (Kraliyet Cemiyeti) üye olarak seçildi. Darwin çifti, evlilikten hemen sonra Londra'ya yerleşti.
Darwin, doğal seçme fikrinin temelini atmıştı ama şüpheci meslektaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Jeoloji Cemiyeti'nin Aralık 1838'deki toplantısında, evrim fikrini savunan eski hocası Robert Edmund Grant'e nasıl şiddetle karşı çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti. Mayıs 1839'da Kaptan FitzRoy'un Beagle raporu yayımlandığında, Darwin'in yazdığı kısım o kadar beğenildi ki, sonradan başlıbaşına bir kitap olarak basıldı.
1842 başlarında Darwin, Lyell'a fikirlerini açıklayan bir mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin'in bunu inkâr etmesine çok üzüldü. Mayıs 1842'de Darwin'in mercan kayalıkları üzerine yazdığı eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçme teorisinin bir kabataslağını kâğıda döktü. Kasım 1842'de Darwin çifti, Londra'nın stresinden uzaklaşmak için şehrin dışındaki Down House'a geçti. Ocak 1844'te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton Hooker'a açan Darwin, kendisini bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi hissediyordu ama Hooker Darwin'in teorisini beğendi. Temmuz'a gelindiğinde, Darwin'in kabataslağı 230 sayfalık bir deneme yazısına dönüşmüştü. Ekim 1844'te anonim olarak yayımlanan ve insan dahil tüm canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını savunan Yaradılışın Doğal Tarihinden İzler adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere vurulunca Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması gerektiğini bir kez daha anladı. Kitap, Londra orta sınıfından büyük ilgi gördü ve türlerin dönüşümü konusunu bir kez daha gündeme getirdi. Darwin 1846'da üçüncü jeoloji kitabını yayımladı, ve arkadaşı Hooker'la beraber deniz kabuklularıyla ilgili geniş kapsamlı bir araştırmaya başladı. 1847'de Hooker, Darwin'in doğal seçme üzerine yazdığı uzun denemeyi okudu ve önyargıdan uzak tarafsız eleştiriler sundu, fakat bir taraftan da Darwin'in yaradılış fikrine karşı çıkmasını sorguladı.
1849'da uzun süredir kötü giden sağlığını düzeltmek umuduyla Malvern'de bir kaplıcaya giden Darwin, iki ay sonra kendini daha iyi hissetti. 1850 Haziran'ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851'de Annie'nin ölümüyle iyiliksever bir Tanrı'ya olan tüm inancını kaybetti.
Deniz kabuklularıyla ilgili çalışmalarının sonuçlarını 1851-1854 arasında yayımladığı bir dizi kitapla anlatan Darwin, 1853'te bu çalışmasından dolayı Royal Society tarafından madalya ile ödüllendirildi. Ayrıca bu çalışma, o zamana kadar jeolog olarak bilinen Darwin'in biyolog olarak da ünlenmesini sağladı. Darwin, deniz kabuklularıyla ilgili çalışmasında, belli bir fonksiyonu olan bir organın, değişen şartlar sonucunda ufak değişimler geçirerek fonksiyonunu değiştirebileceğine dair kanıtlar gözlemledi. Kasım 1854'te notlarına, ortak bir atadan gelen canlıların, doğanın ekonomisinde ayrı ayrı yerlere adapte olmaları sonucunda anatomik olarak birbirlerinden uzaklaşabileceklerini yazdı.
Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitiren Charles Darwin 19 Nisan 1882'de öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Ne var ki, aynı düşünceyi paylaşmayan bazıları çarçabuk harekete geçerek, önde gelen bilim insanları ve hükümet üyelerini ikna çalışmasına girişti. Amaçları, bu kişileri biraraya getirip İngiltere'nin ünlü kilisesi Westminster Abbey'nin baş rahibinden Darwin'in buraya gömülmesini rica etmelerini sağlamaktı. Baş Rahip George Granville Bradley, gerekli onayın canı gönülden verileceğini bildirdi. Böylece, Darwin 26 Nisan günü öğleden sonra Westminster Abbey'ye gömüldü. Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin İngiltere büyükelçisi James Russell Lowell da vardı. Darwin bu kilisenin Bilginler Köşesi olarak bilinen bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor. Darwin, yeryüzündeki canlı türlerinin değişimini betimlemek için gizemlerin gizemi tanımlamasını ortaya atan büyük filozof Herschel'e, Türlerin Kökeni kitabının girişinde göndermede bulunmuştu.