Eğil Dağlar, Yahya Kemal, Yapı Kredi Yayınları, 2005, İstanbul
Son senelere kadar siyasî tarihin “Şark Meselesi” diye başlı başına ayrılmış mahut faslı bir düstura istinat ediyordu: “Avrupa’da Türkler bulundukça bir şark meselesi vardır.” Türk Avrupa’dan çekildi gibi, boyunduruğundan kurtulan milletler birer birer inkişaf ettiler. Lakin bu sefer bir şark meselesi değil on şark meselesi çıkar.Balkan Harbi’nden sonra Balkanlı devletlerin hududu bir türlü tabiîleşmez; belki de hiçbir zaman edemeyecek de. Mansıbından bir asırdır kan akan Şark Meselesi’nin bir defa da menbaını tetkik etmek gerektir. Şark milletleri idarî bir murakabeden çok ziyade, fikrî bir murakabeye muhtaçtırlar.
Vatan Mefhumu
Bir inkılâp fikrine meş’ale olan her siyasî, milletin bir tabakasını kurtarırken diğer tabakasını mutlaka ezer, yeni fikirleri yayarken eski fikirleri mutlaka kudurtur. Namık Kemal’i bilâkis vezirinden hademesine kadar bütün bir devlet şebekesi, eşrafından esnafına kadar bütün bir ümmet ittifakla sevmektedir.İlk defa Osmanlı ülkesinin adını “vatan” koyan bu inkılâpçı, ruhlarda vakıa yeni bir ateş uyandırdı, lakin fikirlerde bu kelimeyle ne değiştirdi acaba? Namık Kemal’in muasırları vatanı belki acı, lâkin doğru mefhumunda anlayabilmek için pek hamdılar. Dün trende zarif bir arkadaşımla konuşurken şöyle demiştir: “Bu şehre girmek için Fatih’in her topuna doksan manda koşmuştuk. Şimdi ise koca saltanatı bir mandaya değişeceğiz.” (Manda ve himaye taraftarlarına atıfta bulunarak)
Yürüyen Bir Fikir
İzmir faciası karşısında kan ağladığımız günlerdir.Fransızca bir darbımesel vardır: Bazen felâket bir işe yarar derler. İzmir faciası da Avrupa’nın bir şeyi anlamasına yarar.Osmanlı Devleti’nin saltanat kısmını teşkil eden toprakları gittikten sonra ortaya çıkar ki Edirne’den Adana’ya, Erzurum’a kadar Türk vatanı ayrılmaz, kopmaz, parçalanmaz bir kütledir.Türk milletini harpten fazla yoran Paris Konferansı’nın malî ve iktisadî zararlarına mukabil hiç olmazsa Türk birliğinin daha ziyade efkâra yerleşeceğini ümit ederiz.
Eser
Yavuz Sultan Selim Mısır yollarında mı, İran yollarında mı belli değil demiş ki: “Bu seferler, at koşturmalar beyhude değil ! Biz gönülleri toplu bulundurmak için perişan oluyoruz.” Bu söz Mustafa Kemal’in ve onu milletin timsali görüp de takip edenlerin iki senedir kin köpüklerine karşı, aforozlara, Anzavurlara karşı, Parakevopuloslara karşı daima aynı imanla söylediği sözdür. Mustafa Kemal ve onu milletin timsali gören Türkler Anadolu’da ademden bir Türk ili çıkardılar.Milî hareketi bir kıvılcımken söndüremeyen nefesler bir gün bir güneş olduktan sonra söndürmeye çalışırlarsa ne demeli?
İki Yol
Milletin nasibini tayin, ancak milletin bağrından kopmuş olan bugünkü vekillere aittir. Biz ancak devletlerin teklifini nasıl telâkki edeceklerini tahmin edebiliriz. Hükûmetin bugünkü beyannamesini okuduktan sonra tutabileceğimiz iki yol olduğunu görüyoruz.Biri çapraşık, diğeri düzdür.Çapraşık yol, hiçbir zaman unutamayacağımız İzmir ve Edirne’yi, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da millî programın en mukaddes maddesi hâlinde kalplerimize hakkederek, muahedeye rıza vermek ve muahede bir defa tatbik edildikten sonra, Yunanla baş başa kalmak ve mukaddes emelin husulüne kadar uğraşmaktır.İkinci yol düzdür: Hiçbir zaman unutamayacağımız, veremeyeceğimiz İzmir’i ve Edirne’yi bugün istemek, yarın muahedenin tatbikinden sonra sergüzeşt siyasetinden azade, devletlere itminan verecek bir sükûnla yaşamaktır.
Gönül Kerestesiyle
Anadolu’daki macerayı uzaktan yakından kâh sevine sevine, kâh korka korka seyreden nice gafiller zannediyor ki eğer bu harpten Yunan’a karşı silahlarımızın zaferiyle çıkarsa, Kırım ve Teselya seferlerinden sonra olduğu gibi, devlet eski düzende bir daha dirilir, bir müddet daha keyif süreriz.Lâkin bu macerayı bu gözlerle seyredenler aldanıyorlar.Yeni Türk devleti millî hareketle doğmuştur. Şimdiye kadar milletin uzakta yakında bütün gönüllerini al bayrak altında toplayan bu devlet ihtilâl devrinden nasıl muzaffer çıktıysa harp devrinden de muzaffer çıkacak ve sulhten sonra yeni bir hayata girecektir.Osmanlı tarihinde ıslahat ve inkılâplar bir değil, on değil bütün bir silsiledir. Lâkin hep eskiyi tamir ettikleri için tesirleri neticesiz kaldı. Bu son necat tamamıyla tecelli ettiğinden sonra da eski bünyanı, eski zihniyet, eski idare ile, eski tabakalarında tekrar kursak az bir müddet sonra aynı neticeyi verir. Özleyeceğimiz şeyler eski saltanatın şanları, bayrakları, medeniyeti, musikisi, mimarisi, şiiridir, lâkin şekli, idaresi, siyaseti değildir.
Taarruz Şayiası
Yunanlılar birkaç gündür gazetelerde, telgraflarda, muttasıl “Üçüncü taarruz” çanlarını çalıyorlar. Bu haberlerin bize korku, tabanları gevşeten Yunanlılara teselli vermekten başka bir hedefi de vardır ki dikkat edilmeye değer; hatta belki de bu haberlerin en ziyade gözettiği de o hedeftir. Yunanistan mağlup olmakla, kendine Trakya ve İzmir’i temin eden büyük rolü kaybetti demektir, değil mi? Mağlup olarak hak talep eden bir fatihle, galip olarak vatanını isteyen bir millet arasında vaki olan bu davanın bir numunesi şimdiye kadar görülmeliydi. Harbin halledemediği hulyasını, tehditkâr bir tavırla siyaset nasıl halledebilir?
Neticeye Yakın
Yunan ordularını önce İnönü’nde sonra da Dumlupınar’da çifte bir yıldırım darbesiyle vurup kaçırmak musâlâhayı müşkülleştirmiştir. Yunanlılar mağlubiyetten ziyade neşriyata ehemmiyet verirler. Son aylarda güneşi balçıkla sıvayamadılar. İnönü’nde ve Dumlupınar’da tabanları kaldırıp kaçtıklarını bütün cihanın gazeteleri olduğu gibi yazdı.Yunanlılar şimdi sulhe talip, lâkin, yüzlerinde de bir mağlubiyet lekesi var, bu lekeyle nasıl musâlâha edebileceklerini düşünüp taşınıyorlar.
Mîsak-ı Millî
Kıştan beri İstanbul’un manevî ağrıları durdu,millî hareketin hür nefesiyle yürüyen genç ordular düşmanı yendiğinden beri de İstanbul millî vahdetin büyüklüğünü Ankara kadar, Sivas kadar, Erzurum, Trabzon, Kastamonu hâsılı herhangi bir Anadolu şehri kadar derinden duyuyor. Bütün bu muzafferiyetler ancak birer merhaledirler. Gaye İzmir’e ve Edirne’ye kavuşarak bir devlet olmaktır. Bu gayeye varmak için de kalp kuvveti veyeni zamanların çok meşhur bir tabiriyle sinir kuvveti göstermekten bir an bıkmamak, bir an gevşememek lâzım gelir. İzmir ve Edirne devlete kavuşmadan önce gevşemek bir Türk için küfürdür.
O
Mustafa Kemal Paşa’nın simasını ileride tahattur edecek her Türk Abdülhak Hâmid’in bu mısra’ındaki çerçeve içinde görecek:
“Akardı pâyına mahşer-misâl bir millet!”
Çoktan, pek çoktan beri bu millet bir oğlunun şahsında böyle temessül etmemişti.Mustafa Kemal Paşa diyor ki: Bu İnönü mucizesi yalnız Türk neferlerinin eserleridir; neferler diyor ki: O gün İnönü’nde bizim başımızda arslan gibi zabitler vardı, onların elinde kendimizden geçtik, yürüdük; zabitler diyor ki: O gün başımızda İsmet Paşa vardı; bu muzafferiyet onundur, Fevzi Paşa hazırladı O kazandı, İsmet Paşa da diyor ki: Bu eser Mustafa Kemal Paşa’nındır! Bu söyleşileri tevazu zannedenler ne kadar aldanırlar!
Yunanlılar İzmir’e çıktıkları gün çok bed-mesttiler, o gün, o feci gün İstanbul’dan Samsun’a bir adamın gittiğini fark edemediler. Her şeyin bittiğini zannettikleri o gün her şey başlıyordu; o adamın neden sonra ismini öğrendiler. Şimdi de rüyalarına giriyor.Yunanlılar, bu ismi ve bu adamı, Kartaca “Kadîm Caton” u nasıl sürekli hatırladıysa öyle hatırlayacaklardır.
Temsil Bahsi
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi inkırazını Avrupa siyasiyatına derme çatma bir vukufla taharri edenler bir sebep üzerine ittifak ederler: “Türkler fethetmiş lâkin fethettikleri kıt’aların halkını temsil edememişler, Osmanlı saltanatı onun için battı.” Diğer bir faraziye: “Türklerin diğer milletleri temsil etmek kudreti yoktur.” Gariptir ki Türklerin temsil kudreti olmadığını en ziyade Türkler tarafından temsil edilmiş olanlar söylerler.
Türklerde temsil kudreti harikulâde bir derecede vardı ve Anadolu’dan Rumeli’ye kadar vâsi ülkede milyonlarca insanı temsil ettiler, bu toprakları benimsediler.Bugün bu milletin yüzüne bakmak bu temsil kudretini görmeye derhal kifayet eder.
Cetlerimiz fatih bir milletin mâlik olabileceği bütün meziyetlere mâlik oldukları gibi, büyük bir temsil kudretini haizdirler; aslen Asyalı oldukları ve Küçük Asya’ya pek geç geldikleri halde Anadolu’yu ve Rumeli’yi Türkleştirdiler, bir Türk toprağı yaptılar, lâkin insandılar daimü’l-bâki olmak şartıyla her şeyi yapamazlardı, oğullarına da yapacak bazı şeyler bıraktılar.Bu yapılacak şeyler her hâlde cetlere sövüp sayma, onların büyük eserini küçük görme, ipe sapa gelmez tarihi mütalâalardan başka şeylerdir.
Eğil Dağlar
Felâketin bin acısına mukabil bir hayrı da olmaz mı? Yunanlılar bin seneden beri Hudâvendigâr toprağına kök salmış olan Türklüğün köklerini koparmaya çalışırken o topraklar altında yatan ilk Türk beylerini, ilk Osmanlı padişahlarını uyandırdılar.İki sene evvel İzmir rıhtımında açtıkları facia devresinde bu millet umdukları gibi kanlar içinde boğulmadı, bilâkis kanlar içinde dirildi, gözlerini açtı, yepyeni bir hayat idrak etti.Teselya ovalarını inleten meşhur türkü bütün Anadolu vadilerinden geliyor:
“Eğil dağlar eğil üstünden aşam
Yeni talim çıkmış varam alışam!”
“Eğil dağlar…” şimdi bir daha Anadolu dağlarından işitiliyor; bu türküyü Kral Konstantin de hatırlar, Papulas da, arkadaşları da, lâkin bu defa söyleyen ordular değil, önünden kaçamayacakları bir çığdır. Hudâvendigâr toprağında bugün bulunuşları siyasi talihlerinden midir, siyasi talihsizliklerinden mi yakında anlaşılır!
Basit Bir Tecrübe
İki yüz sene, sekiz ay, iki sene, Türkiye’nin kendi cephesinden görünen tarih-i siyasisi bu üç devreye ayrılır. İlk iki yüz sene Rusya’nın Deli Petro ile şark muvazenesine bir tehlike olmaya başladığından başlar ve ta Harb-i Umumî’nin başlangıcına gelir.Bu devirde Rus tehlikesi artar, gözlerini Akdeniz kıyılarına diker,kendi eseri olan Balkan devletlerini Devlet-i Osmaniye’nin üzerine saldırtır ve Balkan Harbi’nin kendi eseri olduğuyla iftihar eder. Harb-i Umumî’nin nihayetinde Rusya umulmadık şekilde dağılır, diğer taraftan Alman İmparatorluğu mağlup olur, cenuba inmeye çalışan iki imparatorluktan eser kalmaz. Devlet-i Osmaniye bundan sonra kuzey tehlikesinden masun kalır ama, bu sefer de talihinin kötülüğünden mağluplar safında yer alır, işte ilk iki yüz senenin hikâyesi!
İkinci devre sekiz aydır; bu kısacık devrede ilk defa Devlet-i Osmaniye menafii kâbil-i te’lîf, büyük devletler karşısında bulunur, o büyük devletlere mağluptur, onların barış şartlarına boyun eğmeye mecburdur; lâkin bu devre göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçer.
Son iki sene ise Yunanistan ile didişmekle geçer.Küçük Yunanistan hiç intizar edilmedik bir anda, Devlet-i Osmaniyye’nin son barınacağı toprağa, öz vatanına saldırır.Küçük Yunanistan şarkı altüst etmekte, eski Rusya’nın yerine geçer, Trakya’ya yerleşmekle Balkanlar’da sulhü zedeleyen bir mikrop olur.
Bu Muharebenin Askerleri
İzmir rıhtımına Yunan ordusu çıktığından bugüne kadar istiklâl için döğüşen bu askerler kimdiler? Eğer bu milletin evlâtları arasında herkesten ayrılan bir sınıf varsa onlardır. Bu devletin son günleri gibi gözüken bu acıklı günlerde gazi ve bani cetlerimiz bu askerlerin kılığında dirildiler.
Birinci ve İkinci İnönü’nde,Adana’da, İzmir’de, Büyük Sakarya’da şehit düşenlerin isimleri sıra ile Ayasofya’nın, Fatih’in, Süleymaniye’nin sütunlarına hakkedilsin…
İzmir’e Yunan baskınından sonra Anadolu’da birdenbire parlayan mukaddes ateş ve dökülen mukaddes kan, bu milleti müebbeden yaşatacak bu iki unsurdur.
Teşkilat Kabiliyeti
Son devirlerde dimağlara yerleşmiş bir fikirdir ki Türklerin tek bir meziyeti vardır: Askerlik. Eğer Avrupalılar bu tek meziyeti de inkâr etselerdi, kendilerini, denizde balık gibi Avrupa irfanı içinde kaybeden Türklerin dünya üzerinde hiçbir meziyetleri olmadığına kâni olurlardı. Fakat Avrupalılar birçok sebepler yüzünden bunu inkâr etmediler, çünkü askerlik hakikaten, milli farika derecesinde, büyük bir meziyetimizdi, mazi itibariyle Avrupalıların şerefli bir düşmanı idik.
Hakikatte askerlik Türklüğün tek meziyeti değil inkâr olunmayan tek meziyetidir.Zaten bu meziyet teşkilata olan istidadını göstermez mi? Müverrih Michelet, meşhur Fransa tarihinde, Sultan Süleyman’ın ordusunu Macar ovalarını istila ettiği zaman bütün teşkilatı ve idaresi ile tasvir ederken hayretten coşar, en muazzam bir teşkilat numunesi olarak tasvir eder.Türk’ün askerlikte olan bu kabiliyeti, fütuhat asırlarında, mülkî, kazaî, malî, ilmî, sınaî, bütün teşkilatında aynı mükemmeliyetle göze çarpardı.
Bu kabiliyetimize evvelâ inanmak, sonra onları bu asra göre tahmin etmek lüzumu biran hatırımızdan çıkmasın.İstiklâlin sırrı bundadır.
16 Mart
Gelecek nesiller 16 Mart gününün ne nevi bir facia olduğunu idrak edemeyecekler.Aslında İstanbul şehri 1918 sonbaharından beri zaten işgal altındaydı, Türkiye’nin taksimi ise, o taksim iki seneden beri zaten başlamış ve Anadolu’nun birçok yerlerini müttefik devletler, bir sebeple, istilâ etmişler.Türkleri tazyik, tahkir, hor görme ise bütün bunlar iki senden beri muttasıl oluyordu.Öyle ise 16 Mart’ın hususiyeti nedir?
1919 baharındaki İzmir baskını Türkiye’de yepyeni bir uyanıklığın başlangıcı olmuştu.İlk sersemliğin geçmesinin ardından bambaşka bir manzara ortaya çıkmıştı.Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri, dolaşan çeteler, Urfa, Maraş ve Ayıntap feveranları, evvelâ Erzurum sonra Sivas daha sonra Ankara’da beliren ciddi teşekkül, Heyet-i Temsiliye ve bütün bunların fevkinde Mustafa Kemal Paşa’nın ismi…
Bu devrede muhalefet fevkalâde sönmüştü. Ferid Paşa, sukutundan sonra iflâs ettiğini idrak eden adam hâliyle Baltalimanı’na çekilmişti.Ali Kemal son Dahiliye Nâzırlığı’ndan sonra ortadan kaybolmuştu.Ortada muhalefet gazetesi olarak bir Alemdar, bir de Sait Molla’nın Türkçe İstanbul gazetesi kalmıştı.
Yalnız 16 Mart’tan önce bende bir önsezi vardı: İngilizlerin milliyetperverliğe İstanbul’da şedit bir darbe indireceklerini havada dolaşan bir şeyden hissediyordum. 16 Mart darbesi gayet gizli tutuluyordu. Yalnız birkaç gün evvel Refik Hâlid Alemdar’da bir başmakale yazmıştı.Bu makalede yakında bir şey olacağını sevinçle inceden inceye tehditkâr bir şive ile ima ediyordu.
16 Mart sabahı sokağa çıktım, sokakta hiçbir fevkalâdelik yoktu. Süleyman Şevket Bey’e tesadüf ettim; Letafet Apartmanı faciasını, Harbiye Nezareti’nin işgal edildiğini, çok miktarda evler basıldığını, Meclis-i Meb’usan’ın ve Meclis-i Âyân’nın kordon altında tutulduğunu ve olayların devam ettiğini nakletti.
Beyazıt Meydanı’nda darbenin bütün emareleri vardı; birçok şapkalı Rumlar, Ermeniler ve ecnebiler seyirci gibi dolaşıp sırıtıyorlardı.Harbiye Nezareti’nin kapısında İngiliz nöbetçiler görülüyorlardı.Orada bu elim ve sessiz manzarayı bir süre seyrettim.
İstiklâl Harbi yazılarıŞark İnsaniyeti
Son senelere kadar siyasî tarihin “Şark Meselesi” diye başlı başına ayrılmış mahut faslı bir düstura istinat ediyordu: “Avrupa’da Türkler bulundukça bir şark meselesi vardır.” Türk Avrupa’dan çekildi gibi, boyunduruğundan kurtulan milletler birer birer inkişaf ettiler. Lakin bu sefer bir şark meselesi değil on şark meselesi çıkar.Balkan Harbi’nden sonra Balkanlı devletlerin hududu bir türlü tabiîleşmez; belki de hiçbir zaman edemeyecek de. Mansıbından bir asırdır kan akan Şark Meselesi’nin bir defa da menbaını tetkik etmek gerektir. Şark milletleri idarî bir murakabeden çok ziyade, fikrî bir murakabeye muhtaçtırlar.
Vatan Mefhumu
Bir inkılâp fikrine meş’ale olan her siyasî, milletin bir tabakasını kurtarırken diğer tabakasını mutlaka ezer, yeni fikirleri yayarken eski fikirleri mutlaka kudurtur. Namık Kemal’i bilâkis vezirinden hademesine kadar bütün bir devlet şebekesi, eşrafından esnafına kadar bütün bir ümmet ittifakla sevmektedir.İlk defa Osmanlı ülkesinin adını “vatan” koyan bu inkılâpçı, ruhlarda vakıa yeni bir ateş uyandırdı, lakin fikirlerde bu kelimeyle ne değiştirdi acaba? Namık Kemal’in muasırları vatanı belki acı, lâkin doğru mefhumunda anlayabilmek için pek hamdılar. Dün trende zarif bir arkadaşımla konuşurken şöyle demiştir: “Bu şehre girmek için Fatih’in her topuna doksan manda koşmuştuk. Şimdi ise koca saltanatı bir mandaya değişeceğiz.” (Manda ve himaye taraftarlarına atıfta bulunarak)
Yürüyen Bir Fikir
İzmir faciası karşısında kan ağladığımız günlerdir.Fransızca bir darbımesel vardır: Bazen felâket bir işe yarar derler. İzmir faciası da Avrupa’nın bir şeyi anlamasına yarar.Osmanlı Devleti’nin saltanat kısmını teşkil eden toprakları gittikten sonra ortaya çıkar ki Edirne’den Adana’ya, Erzurum’a kadar Türk vatanı ayrılmaz, kopmaz, parçalanmaz bir kütledir.Türk milletini harpten fazla yoran Paris Konferansı’nın malî ve iktisadî zararlarına mukabil hiç olmazsa Türk birliğinin daha ziyade efkâra yerleşeceğini ümit ederiz.
Eser
Yavuz Sultan Selim Mısır yollarında mı, İran yollarında mı belli değil demiş ki: “Bu seferler, at koşturmalar beyhude değil ! Biz gönülleri toplu bulundurmak için perişan oluyoruz.” Bu söz Mustafa Kemal’in ve onu milletin timsali görüp de takip edenlerin iki senedir kin köpüklerine karşı, aforozlara, Anzavurlara karşı, Parakevopuloslara karşı daima aynı imanla söylediği sözdür. Mustafa Kemal ve onu milletin timsali gören Türkler Anadolu’da ademden bir Türk ili çıkardılar.Milî hareketi bir kıvılcımken söndüremeyen nefesler bir gün bir güneş olduktan sonra söndürmeye çalışırlarsa ne demeli?
İki Yol
Milletin nasibini tayin, ancak milletin bağrından kopmuş olan bugünkü vekillere aittir. Biz ancak devletlerin teklifini nasıl telâkki edeceklerini tahmin edebiliriz. Hükûmetin bugünkü beyannamesini okuduktan sonra tutabileceğimiz iki yol olduğunu görüyoruz.Biri çapraşık, diğeri düzdür.Çapraşık yol, hiçbir zaman unutamayacağımız İzmir ve Edirne’yi, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da millî programın en mukaddes maddesi hâlinde kalplerimize hakkederek, muahedeye rıza vermek ve muahede bir defa tatbik edildikten sonra, Yunanla baş başa kalmak ve mukaddes emelin husulüne kadar uğraşmaktır.İkinci yol düzdür: Hiçbir zaman unutamayacağımız, veremeyeceğimiz İzmir’i ve Edirne’yi bugün istemek, yarın muahedenin tatbikinden sonra sergüzeşt siyasetinden azade, devletlere itminan verecek bir sükûnla yaşamaktır.
Gönül Kerestesiyle
Anadolu’daki macerayı uzaktan yakından kâh sevine sevine, kâh korka korka seyreden nice gafiller zannediyor ki eğer bu harpten Yunan’a karşı silahlarımızın zaferiyle çıkarsa, Kırım ve Teselya seferlerinden sonra olduğu gibi, devlet eski düzende bir daha dirilir, bir müddet daha keyif süreriz.Lâkin bu macerayı bu gözlerle seyredenler aldanıyorlar.Yeni Türk devleti millî hareketle doğmuştur. Şimdiye kadar milletin uzakta yakında bütün gönüllerini al bayrak altında toplayan bu devlet ihtilâl devrinden nasıl muzaffer çıktıysa harp devrinden de muzaffer çıkacak ve sulhten sonra yeni bir hayata girecektir.Osmanlı tarihinde ıslahat ve inkılâplar bir değil, on değil bütün bir silsiledir. Lâkin hep eskiyi tamir ettikleri için tesirleri neticesiz kaldı. Bu son necat tamamıyla tecelli ettiğinden sonra da eski bünyanı, eski zihniyet, eski idare ile, eski tabakalarında tekrar kursak az bir müddet sonra aynı neticeyi verir. Özleyeceğimiz şeyler eski saltanatın şanları, bayrakları, medeniyeti, musikisi, mimarisi, şiiridir, lâkin şekli, idaresi, siyaseti değildir.
Taarruz Şayiası
Yunanlılar birkaç gündür gazetelerde, telgraflarda, muttasıl “Üçüncü taarruz” çanlarını çalıyorlar. Bu haberlerin bize korku, tabanları gevşeten Yunanlılara teselli vermekten başka bir hedefi de vardır ki dikkat edilmeye değer; hatta belki de bu haberlerin en ziyade gözettiği de o hedeftir. Yunanistan mağlup olmakla, kendine Trakya ve İzmir’i temin eden büyük rolü kaybetti demektir, değil mi? Mağlup olarak hak talep eden bir fatihle, galip olarak vatanını isteyen bir millet arasında vaki olan bu davanın bir numunesi şimdiye kadar görülmeliydi. Harbin halledemediği hulyasını, tehditkâr bir tavırla siyaset nasıl halledebilir?
Neticeye Yakın
Yunan ordularını önce İnönü’nde sonra da Dumlupınar’da çifte bir yıldırım darbesiyle vurup kaçırmak musâlâhayı müşkülleştirmiştir. Yunanlılar mağlubiyetten ziyade neşriyata ehemmiyet verirler. Son aylarda güneşi balçıkla sıvayamadılar. İnönü’nde ve Dumlupınar’da tabanları kaldırıp kaçtıklarını bütün cihanın gazeteleri olduğu gibi yazdı.Yunanlılar şimdi sulhe talip, lâkin, yüzlerinde de bir mağlubiyet lekesi var, bu lekeyle nasıl musâlâha edebileceklerini düşünüp taşınıyorlar.
Mîsak-ı Millî
Kıştan beri İstanbul’un manevî ağrıları durdu,millî hareketin hür nefesiyle yürüyen genç ordular düşmanı yendiğinden beri de İstanbul millî vahdetin büyüklüğünü Ankara kadar, Sivas kadar, Erzurum, Trabzon, Kastamonu hâsılı herhangi bir Anadolu şehri kadar derinden duyuyor. Bütün bu muzafferiyetler ancak birer merhaledirler. Gaye İzmir’e ve Edirne’ye kavuşarak bir devlet olmaktır. Bu gayeye varmak için de kalp kuvveti veyeni zamanların çok meşhur bir tabiriyle sinir kuvveti göstermekten bir an bıkmamak, bir an gevşememek lâzım gelir. İzmir ve Edirne devlete kavuşmadan önce gevşemek bir Türk için küfürdür.
O
Mustafa Kemal Paşa’nın simasını ileride tahattur edecek her Türk Abdülhak Hâmid’in bu mısra’ındaki çerçeve içinde görecek:
“Akardı pâyına mahşer-misâl bir millet!”
Çoktan, pek çoktan beri bu millet bir oğlunun şahsında böyle temessül etmemişti.Mustafa Kemal Paşa diyor ki: Bu İnönü mucizesi yalnız Türk neferlerinin eserleridir; neferler diyor ki: O gün İnönü’nde bizim başımızda arslan gibi zabitler vardı, onların elinde kendimizden geçtik, yürüdük; zabitler diyor ki: O gün başımızda İsmet Paşa vardı; bu muzafferiyet onundur, Fevzi Paşa hazırladı O kazandı, İsmet Paşa da diyor ki: Bu eser Mustafa Kemal Paşa’nındır! Bu söyleşileri tevazu zannedenler ne kadar aldanırlar!
Yunanlılar İzmir’e çıktıkları gün çok bed-mesttiler, o gün, o feci gün İstanbul’dan Samsun’a bir adamın gittiğini fark edemediler. Her şeyin bittiğini zannettikleri o gün her şey başlıyordu; o adamın neden sonra ismini öğrendiler. Şimdi de rüyalarına giriyor.Yunanlılar, bu ismi ve bu adamı, Kartaca “Kadîm Caton” u nasıl sürekli hatırladıysa öyle hatırlayacaklardır.
Temsil Bahsi
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi inkırazını Avrupa siyasiyatına derme çatma bir vukufla taharri edenler bir sebep üzerine ittifak ederler: “Türkler fethetmiş lâkin fethettikleri kıt’aların halkını temsil edememişler, Osmanlı saltanatı onun için battı.” Diğer bir faraziye: “Türklerin diğer milletleri temsil etmek kudreti yoktur.” Gariptir ki Türklerin temsil kudreti olmadığını en ziyade Türkler tarafından temsil edilmiş olanlar söylerler.
Türklerde temsil kudreti harikulâde bir derecede vardı ve Anadolu’dan Rumeli’ye kadar vâsi ülkede milyonlarca insanı temsil ettiler, bu toprakları benimsediler.Bugün bu milletin yüzüne bakmak bu temsil kudretini görmeye derhal kifayet eder.
Cetlerimiz fatih bir milletin mâlik olabileceği bütün meziyetlere mâlik oldukları gibi, büyük bir temsil kudretini haizdirler; aslen Asyalı oldukları ve Küçük Asya’ya pek geç geldikleri halde Anadolu’yu ve Rumeli’yi Türkleştirdiler, bir Türk toprağı yaptılar, lâkin insandılar daimü’l-bâki olmak şartıyla her şeyi yapamazlardı, oğullarına da yapacak bazı şeyler bıraktılar.Bu yapılacak şeyler her hâlde cetlere sövüp sayma, onların büyük eserini küçük görme, ipe sapa gelmez tarihi mütalâalardan başka şeylerdir.
Eğil Dağlar
Felâketin bin acısına mukabil bir hayrı da olmaz mı? Yunanlılar bin seneden beri Hudâvendigâr toprağına kök salmış olan Türklüğün köklerini koparmaya çalışırken o topraklar altında yatan ilk Türk beylerini, ilk Osmanlı padişahlarını uyandırdılar.İki sene evvel İzmir rıhtımında açtıkları facia devresinde bu millet umdukları gibi kanlar içinde boğulmadı, bilâkis kanlar içinde dirildi, gözlerini açtı, yepyeni bir hayat idrak etti.Teselya ovalarını inleten meşhur türkü bütün Anadolu vadilerinden geliyor:
“Eğil dağlar eğil üstünden aşam
Yeni talim çıkmış varam alışam!”
“Eğil dağlar…” şimdi bir daha Anadolu dağlarından işitiliyor; bu türküyü Kral Konstantin de hatırlar, Papulas da, arkadaşları da, lâkin bu defa söyleyen ordular değil, önünden kaçamayacakları bir çığdır. Hudâvendigâr toprağında bugün bulunuşları siyasi talihlerinden midir, siyasi talihsizliklerinden mi yakında anlaşılır!
Basit Bir Tecrübe
İki yüz sene, sekiz ay, iki sene, Türkiye’nin kendi cephesinden görünen tarih-i siyasisi bu üç devreye ayrılır. İlk iki yüz sene Rusya’nın Deli Petro ile şark muvazenesine bir tehlike olmaya başladığından başlar ve ta Harb-i Umumî’nin başlangıcına gelir.Bu devirde Rus tehlikesi artar, gözlerini Akdeniz kıyılarına diker,kendi eseri olan Balkan devletlerini Devlet-i Osmaniye’nin üzerine saldırtır ve Balkan Harbi’nin kendi eseri olduğuyla iftihar eder. Harb-i Umumî’nin nihayetinde Rusya umulmadık şekilde dağılır, diğer taraftan Alman İmparatorluğu mağlup olur, cenuba inmeye çalışan iki imparatorluktan eser kalmaz. Devlet-i Osmaniye bundan sonra kuzey tehlikesinden masun kalır ama, bu sefer de talihinin kötülüğünden mağluplar safında yer alır, işte ilk iki yüz senenin hikâyesi!
İkinci devre sekiz aydır; bu kısacık devrede ilk defa Devlet-i Osmaniye menafii kâbil-i te’lîf, büyük devletler karşısında bulunur, o büyük devletlere mağluptur, onların barış şartlarına boyun eğmeye mecburdur; lâkin bu devre göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçer.
Son iki sene ise Yunanistan ile didişmekle geçer.Küçük Yunanistan hiç intizar edilmedik bir anda, Devlet-i Osmaniyye’nin son barınacağı toprağa, öz vatanına saldırır.Küçük Yunanistan şarkı altüst etmekte, eski Rusya’nın yerine geçer, Trakya’ya yerleşmekle Balkanlar’da sulhü zedeleyen bir mikrop olur.
Bu Muharebenin Askerleri
İzmir rıhtımına Yunan ordusu çıktığından bugüne kadar istiklâl için döğüşen bu askerler kimdiler? Eğer bu milletin evlâtları arasında herkesten ayrılan bir sınıf varsa onlardır. Bu devletin son günleri gibi gözüken bu acıklı günlerde gazi ve bani cetlerimiz bu askerlerin kılığında dirildiler.
Birinci ve İkinci İnönü’nde,Adana’da, İzmir’de, Büyük Sakarya’da şehit düşenlerin isimleri sıra ile Ayasofya’nın, Fatih’in, Süleymaniye’nin sütunlarına hakkedilsin…
İzmir’e Yunan baskınından sonra Anadolu’da birdenbire parlayan mukaddes ateş ve dökülen mukaddes kan, bu milleti müebbeden yaşatacak bu iki unsurdur.
Teşkilat Kabiliyeti
Son devirlerde dimağlara yerleşmiş bir fikirdir ki Türklerin tek bir meziyeti vardır: Askerlik. Eğer Avrupalılar bu tek meziyeti de inkâr etselerdi, kendilerini, denizde balık gibi Avrupa irfanı içinde kaybeden Türklerin dünya üzerinde hiçbir meziyetleri olmadığına kâni olurlardı. Fakat Avrupalılar birçok sebepler yüzünden bunu inkâr etmediler, çünkü askerlik hakikaten, milli farika derecesinde, büyük bir meziyetimizdi, mazi itibariyle Avrupalıların şerefli bir düşmanı idik.
Hakikatte askerlik Türklüğün tek meziyeti değil inkâr olunmayan tek meziyetidir.Zaten bu meziyet teşkilata olan istidadını göstermez mi? Müverrih Michelet, meşhur Fransa tarihinde, Sultan Süleyman’ın ordusunu Macar ovalarını istila ettiği zaman bütün teşkilatı ve idaresi ile tasvir ederken hayretten coşar, en muazzam bir teşkilat numunesi olarak tasvir eder.Türk’ün askerlikte olan bu kabiliyeti, fütuhat asırlarında, mülkî, kazaî, malî, ilmî, sınaî, bütün teşkilatında aynı mükemmeliyetle göze çarpardı.
Bu kabiliyetimize evvelâ inanmak, sonra onları bu asra göre tahmin etmek lüzumu biran hatırımızdan çıkmasın.İstiklâlin sırrı bundadır.
16 Mart
Gelecek nesiller 16 Mart gününün ne nevi bir facia olduğunu idrak edemeyecekler.Aslında İstanbul şehri 1918 sonbaharından beri zaten işgal altındaydı, Türkiye’nin taksimi ise, o taksim iki seneden beri zaten başlamış ve Anadolu’nun birçok yerlerini müttefik devletler, bir sebeple, istilâ etmişler.Türkleri tazyik, tahkir, hor görme ise bütün bunlar iki senden beri muttasıl oluyordu.Öyle ise 16 Mart’ın hususiyeti nedir?
1919 baharındaki İzmir baskını Türkiye’de yepyeni bir uyanıklığın başlangıcı olmuştu.İlk sersemliğin geçmesinin ardından bambaşka bir manzara ortaya çıkmıştı.Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri, dolaşan çeteler, Urfa, Maraş ve Ayıntap feveranları, evvelâ Erzurum sonra Sivas daha sonra Ankara’da beliren ciddi teşekkül, Heyet-i Temsiliye ve bütün bunların fevkinde Mustafa Kemal Paşa’nın ismi…
Bu devrede muhalefet fevkalâde sönmüştü. Ferid Paşa, sukutundan sonra iflâs ettiğini idrak eden adam hâliyle Baltalimanı’na çekilmişti.Ali Kemal son Dahiliye Nâzırlığı’ndan sonra ortadan kaybolmuştu.Ortada muhalefet gazetesi olarak bir Alemdar, bir de Sait Molla’nın Türkçe İstanbul gazetesi kalmıştı.
Yalnız 16 Mart’tan önce bende bir önsezi vardı: İngilizlerin milliyetperverliğe İstanbul’da şedit bir darbe indireceklerini havada dolaşan bir şeyden hissediyordum. 16 Mart darbesi gayet gizli tutuluyordu. Yalnız birkaç gün evvel Refik Hâlid Alemdar’da bir başmakale yazmıştı.Bu makalede yakında bir şey olacağını sevinçle inceden inceye tehditkâr bir şive ile ima ediyordu.
16 Mart sabahı sokağa çıktım, sokakta hiçbir fevkalâdelik yoktu. Süleyman Şevket Bey’e tesadüf ettim; Letafet Apartmanı faciasını, Harbiye Nezareti’nin işgal edildiğini, çok miktarda evler basıldığını, Meclis-i Meb’usan’ın ve Meclis-i Âyân’nın kordon altında tutulduğunu ve olayların devam ettiğini nakletti.
Beyazıt Meydanı’nda darbenin bütün emareleri vardı; birçok şapkalı Rumlar, Ermeniler ve ecnebiler seyirci gibi dolaşıp sırıtıyorlardı.Harbiye Nezareti’nin kapısında İngiliz nöbetçiler görülüyorlardı.Orada bu elim ve sessiz manzarayı bir süre seyrettim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder