Beş Şehir, Ahmet Hamdi TANPINAR, Dergah Yayınları, İstanbul, 2005
Ankara
Ankara inkılapçı kadroların umutlarını yeşerttiği bir şehirdir. Kitapta anlatılan şehirler içinde yer almasının sebebi yükselen millî birliğin, değişmenin, sembolü olmasındandır. Anadolu’nun kaderinde değişiklik yapan olayların çoğu Ankara etrafında geçmiştir. Ankara civarında yaşanan olayların en önemlisi ve sonuncusu İstiklal Savaşı’dır. İstiklal savaşı; sadece Türk milletinin kendi haklarını yeni baştan kazanmış olduğu savaş değildir. Aynı zamanda, 26 Ağustos sabahı Dumlupınar’da gürleyen toplar, iktisâdi ve siyasi esaret altında yaşayan, bütün şark milletleri için, yeni bir devrin başladığını ilan etmiştir. Onun içindir ki, bundan böyle her zincir kırılışının başında Ankara’nın adı geçecektir.
Eti, Firikya, Lidya, Roma ve Bizans, Selçuk ve Osmanlı devletleri için Ankara, Orta Anadolu’da bir iç kale vazifesi görmüştür. Yıldırım, Timurlenk’le burada karşılaşmıştır. Bizans-Arap mücadelesinin en kanlı safhaları burada geçmiştir. Selçuklu zamanında Bizans’ın Anadolu içine son savleti burada kırılmıştır. Kısacası Ankara’nın, uzun tarihi şaşırtıcı olaylar ile doludur. Asırlar içinde uğradığı istilalar, üst üste olan yangın ve yağmalar, şehirde geçmiş zamanların çok az eserini bırakmıştır.
Selçuklu devri sanat eserlerinden ve sanat işlerinde onun devamı olan Ahilerden Ankara’da büyük eser kalmadı. Konya ve Sivas, Niğde, Kayseri, Aksaray’da görüp taş işçiliğine hayran olduğumuz o büyük kapılı binalar, sırlı tuğladan alaca kanatlı bir kuş gibi sabah ışıklarında uçan minareler Ankara’da yoktur.
Erzurum
A. Hamdi TANPINAR Erzurum’a üç defa, üçünde de ayrı ayrı yollardan gitmiştir. İlk yolculuğunu çocuk denecek bir yaşta ve Balkan Harbinin sonunda yapmıştır. Yıldız dağının dibinde, gecenin dört bir yandan getirip çadırımızın üzerine yığdığı, bin türlü ses ve uğultu arasında ben ( A.H.TANPINAR) hep bu dağın şöyle bir gördüğüm mahmur ve dumanlı başını düşünmüştüm. Erzurum’da bu duygularla tıpkı koyunlarını bütün bir yaz boyunca menzil menzil yemyeşil otlaklarda otlata otlata güz başında şehre getiren Cizre ve Bingöl çobanları gibi girdim, diyor TANPINAR.
İkinci sefer geldiğim Erzurum ( 1923' te – 10 yıl sonra ) başka bir Erzurum’du. O na Doğu Anadolu dağlarının eski bir şarap gibi, zamanla takdis edilmiş, ruh besleyici uzletinden değil, dört cihan harbi yılının ve İstiklal Savaşının üstünden aşarak gelmiştim. Aşkale’de yattığım hanın kahvesinde, esirlikten yeni dönen yanık yüzlü, tek kollu çaresiz bir kişi, TANPINAR’a Kafkasya cephesine giderken bıraktığı oğlu, karısı ve anasından hiç birini, hatta evinin yerini bile bulamadığı için şehre girdiği günün akşamında, şehri terk ettiğini söyler.
- Peki şimdi nereye gidiyorsun ? diye sorar TANPINAR
- Efendi, nereye gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim yetmez mi ?
Şeklinde cevap verir meçhul şahıs.Bu konuşma Erzurum’da geçen on yıl içinde kaybolan ve kazanılanları çok iyi özetlemektedir.
Trabzon’dan başlayıp Tebriz’de biten kervan yolculukları, Erzurum’u, 1855'lerde yüz binden fazla nüfuslu iktisadi olarak kalkınmış bir şehir olmasını sağlamıştı. Yakın zamandaki peş peşe gelen savaşlar ise, Erzurum’da yaşamı insan kaynaklarını, iktisadi ve diğer kaynakları oldukça fazla seviyede düşürmüştür.
A. Hamdi TANPINAR, Atatürk'ü ilk defa Erzurum’da görmüş, Atatürk’le tek konuşması Erzurum Lisesinde olmuş. O’na göre Atatürk sakin, kibar, daima dikkatli ve her şeyle alakalıydı. Kendisine söylenenleri son derece rahat bir dinleyiş tarzı vardı. Atatürk her şart içinde varlığını hissettiren bir yapıya sahipti. Bakışında, jestlerinde, ellerinin hareketlerinde, kımıldanışlarında ve yüzünün çizgilerinde bir dinamizim vardı.
A. Hamdi TANPINAR Erzurum’da kaldığı müddetçe mahalli diyebileceğimiz musikiyi şahsi bir macera gibi yaşamış. TANPINAR’ın Erzurum’a üçüncü ve son gidişi İkinci Cihan Harbinin son yıllarına denk gelmiştir. Yataklı vagonda yolculuk yapmasına rağmen asıl yolculuğu üçüncü mevkii vagonlarında aramalı diyor. TANPINAR ona göre üçüncü mevkii vagonlarında yolculuk gerçek hayatı halk arasında aramak gibidir. “Çünkü orada insanlarla en geniş manada temas var.”diyor TANPINAR.
A. Hamdi TANPINAR’a göre Erzurum Türk tarihine Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar ve Malazgirt zaferinin açtığı gedikten yeni vatana giren atalarımızın ilk fethettikleri büyük merkezi şehirlerden birisidir.
Tarihimizin ikinci dönem yerinde, milli mücadelenin temeli gene Erzurum’da atılır. Atatürk, Erzurum’dan işe başlar tıpkı ilk fatihler gibi oradan Anadolu’nun içine doğru yürür; “Erzurum’dan başlayarak yurdumuzu milletimizin tarihi hakları adına yeni baştan fethederiz” diyor TANPINAR.
Yazar eserinde, Erzurum’un doğal güzelliklerinin, dağlarının, havasının ve çarşısının üzerinde bıraktığı etkiden bahsetmektedir. O dönemde yazar Erzurum’u şöyle tasvir eder:
“Erzurum’u, on yıl sonra 1923’te gördüğüm Erzurum’dan çok başkaydı. Her türlü kıyafette bir kalabalığın çarşı pazarını doldurduğu, saraç, kuyumcu, bakırcı dükkanları, o kadar malın girip çıktığı hanları, ambarlarıyla, eşraf ve ayanı, esnafı, otuz sekiz medresesi, elli dört camisiyle, İran transitinin beslediği refahlı ve mâmur Erzurum’la on yıl sonra gördüğüm harap şehir arasında kolay kolay münasebet tasavvur edilemezdi. Sonradan öğrendiğime göre muhtelif çarşılarında on binlerce zanaatçı çalışır, saraçlarının yaptığı eğerler bütün şark vilayetlerine hatta Tebriz’e kadar gidermiş. Ben babamla, annemle gittiğimiz siyah kehribarcıları şimdi bir masal gibi hatırlıyorum. Küçük ve yarı aydınlık dükkanlarda ince, dikkatli işin terbiyesini almış, adeta iş terbiyesi ile durulmuş bir takım adamlar, oturdukları yerden konuşuyorlar, pazarlık ediyorlar, ellerindeki kehribar işlerini havı dökülmüş çuha şalvarına sürterek cilalıyorlardı. Sonra keskin bir meşin kokusu, yumuşak derinin adeta söndürdüğü, kıvamını bozduğu tokmak sesleri ve bir yığın uğultu…”
KONYA
“Konya bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğunuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuk sultanlarının şehrinde bulursunuz.” diyen yazar, kitabında Konya’yı anlatmaya bu çok ilgi çekici bir tasvirle başlamıştır.
A. H. TANPINAR’a göre; her tarihi bir kör dövüşü yapan ihtiraslara, kinlere, felaketlere rağmen bir vatan fetheden ve o arada yeni bir milletin, yeni bir dilin doğmasını sağlayan adamlar Konya'da yaşamışlardır. Haçlı seferlerinin ve Bizans saldırılarının her şeyi yıkacak gibi gördüğü felaketli yıllarda Anadolu’nun içinde bir şimşek gibi dolaşan Selçuklu sultanı 1’inci Kılıç Arslan Konya'yı başkent yaptığı günlerde, belki de TANPINAR’ın bulunduğu yerlerde dolaşmış, durmuş düşünmüş ve çetin kararlar vermişti.
Mevlana ile babası Konya'ya 1228 yılında gelirler. Bu Konya civarında Sultan Han’ının yapıldığı yıldır. TANPINAR’a göre Selçuk Rönesans’ı, vakitsiz bastıran kar fırtınaları altında yeşeren bahara benzer. Karatay Medresesi bittiği zaman medresede yapılan toplantıya katılan Mevlana’ya sorarlar:
-Baş köşe neresidir ?
-Bulunduğu yerden kalkıp kapı dibine tercih eden Mevlana cevap verir.
-Aşk adamı için baş köşe sevgisinin kucağıdır.
Şems geldikten sonra sadece bir cezbe adamı olur, sema döner, şiir söyler, şekillerin ve kalıpların dışında yaşar. Mevlana Konya'yı devrinin yalnız coşkunluklarıyla doldurmaz, onu içten değiştirir. Mevlana şairdir; şiiri inkar etmesine, küçük görmesine rağmen şarkın en büyük şairlerinden biridir diyor TANPINAR. TANPINAR’a göre Mevlana'nın dünyası hareket halinde bir dünyadır; burada her şey yaratıcı aydınlığı ve aşkın kendisi olan Allah'ın etrafında döner, ona doğru yükselir, onda kaybolur, ondan doğar ve ayrılır, tekrar onunla ve birbirleriyle birleşir. Her şey burada birbirini izler, birbirinin aynıdır, birbirine cevap verir. Bu mahşerde ne öldüren, ne öldürülen, ne seven, ne sevilen birbirinden fark edilir. TANPINAR’a göre Mevlana felsefesi ( tasavvuf ) budur.
TANPINAR diyor ki; Mevlana şiirleri yazıldığı devirle beraber düşünülürse batmakta olan bir gemiden yükselen son dua gibidir. Bütün varlık Allah'a doğru giden bu geniş hıçkırıktadır. Onun sesi ümidin ve affın sesiydi gelin o sese hep beraber kulak verelim:
“Gel, gel kim olursan gel, kafirde olsan, Yahudi veya put peresede olsan da gel dergahımız ümitsizliğin dergahı değildir. Yüz defa tövbeni bozmuş olsan yine gel.”
Yazar, tarihte Konya’yı şu şekilde özetlemiştir:
“Haçlı seferlerinin ve Bizans saldırışlarının her şeyi yıkacak gibi göründüğü o felaketli yıllarda Anadolu’nun içinde bir şimşek gibi dolaşan 1’inci Kılıç Arslan Konya’yı payitaht yaptığı günlerde, belki de benim şu anda bulunduğum yerlerde dolaştı, durdu, düşündü, çetin kararlar verdi. Mesut âkıbeti o kadar meçhul Eskişehir muharebesini kazandıktan sonra bu şehre döndü.
II’inci Kılıç Arslan payitahtını zapteden Üçüncü Haçlı Ordusu ile, onun masal yüzlü kumandanı Frederik Barborosa ile şimdi Alâeddin Tepesi dediğimiz bu iç kalede sulh müzakereleri yaptı ve oğulları ile arasındaki anlaşmazlık yüzünden verdiği sözü tutamadığı için açlıktan ve emniyetsizlikten yarıya inen bu yüz bin kişilik ordunun Toros eteklerinde büsbütün ufalıp kaybolması için şehri ateşe verip çıkıp gidişini, yine bu tepeden, şimdi harabesi bile kalmamış köşkünde seyretti.
Selçuklu Devleti’nin Konya üzerindeki etkisi çok büyüktür. Bu etki ile, mimari de, Selçuklu etrafında şekillenmiştir. Yazar kitabında mimariye şöyle değinmektedir:
“Asıl Selçuk idaresinde Alâeddin devri mimarinin en parlak devri idi. Kayseri’deki Keykubad sarayı, Beyşehir civarında yaptırdığı Kubadâbâd, Alâiye’de yaptırdığı köşklerden başka, Konya iç kalesini de yeniden yaptırmıştı. Bugün o tepeye Alâeddin Tepesi diyoruz. Yazık ki kendisi de mimar olan bu hükümdarın yaptırdığı şeylerin yalnız adı ve bazı harabeleri kaldı. Tam bir tamirini o kadar istediğim Büyük Sultan Hanı onun eseridir.
Selçuk mimarisinin en zengin noktası binaların cephesidir. Çadırı örnek alan bu mimari ihtirasları büyüdükçe bu cephelerde taş işçiliğinin tüm imkanlarını dener. Hakikatte Selçuk mimarisi, çok defa dince yasak olan heykelin peşinde gibidir. Binaların cephelerinde küçük madalyonlar, yıldızlar, kornişler, su yolları ve asıl kapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayan istalaktitler, iki yana fener gibi asılmış oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri, firizler ve kordonlar, arabesk levhalar bu cephelerde bazen yazıya pek az yer bırakır.
Bursa
TANPINAR’ a göre, tarih Bursa’ya damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır ki; her yerde kendi ritmi, kendi hususi zevkiyle vardır, her adımda insanın önüne çıkar. Kah bir türbe, bir cami, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede bir çeşme olur ve geçmiş zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, bütün çizgilerini hasret gideren, geçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla sizi yakalar. Bursa’ da yeşilin manası çok başkadır; o ebediyetin rahmani yüzü, bir mükafata çok benzeyen bir sükunun fani bir sacete sinmiş manasıdır. Yeşil türbe, Yeşil cami der demez, ölüm muhayyılerimizdeki çehresini değiştirir. diyor TANPINAR.
Yazara göre Bursa’nın ayrı bir özelliği vardır. Yazar, bu özelliği şu şekilde dile getirmektedir.
“Gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştan başa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir.”
Yazarın Bursa ile bağdaştığı isimler Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilüfer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan ve Konuralp’tir.
Gümüşlü Osman Bey’in gömüldüğü eski Bizans manastırının adıdır. Geyikli Baba, Bursa fethini ve yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu, yeni bir dinin doğuşuna benzeten Horasan Erleri’ndendir. Bursa’nın en önemli çehrelerinden birisi de Nilüfer Hatun’dur. Osmanlının kuruluş devrinin sert simasına aşkın tebessümünü getiren Nilüfer Hatun’dur. Orhan’ın karısına olan sevgisi veya I inci Murat’ın evlat sevgisi, Nilüfer Hatun’un adını Bursa’nın ve İznik’in tarihine ayrılmaz bir şekilde yazmıştır.
Yazar Bursa’nın Osmanlı tarafından fethinden kısa bir süre sonraki mimarideki değişiklikleri kitabında şöyle dile getirir:
“Yirmi otuz senelik bir zaman içinde Bursa’nın ve İstanbul’un yıkılmış Şarkî Roma manzarası ortadan silindi ve yerini, camileri, medreseleri, hanlarıyla, yumuşak çizgili, elastikî hamleli, kullandığı malzemenin güzellik şuurunda kıskanç, yapıldığı şehrin iklimine aynı unsurdan denecek kadar uygun bir mimarî aldı. Bu sanat şöylece büyük çerçevesinde bu şehrin tepelerini ve umumî manzarasını birden değiştirirken şehirlerin içinde sokak sokak ikinci bir fetih yapılıyor, yeşil pencerelerinde uhrevî vaatler gülen türbecikler, çeşmeler, İstanbul ve Bursa’yı adım adım zaptediyordu. Bursa fethedildiğinden elli sene sonra Bursalı Türk çocukları arasında şairler yetişir ve İstanbul’u saltanatının başlangıcında alan Fatih’in nâşı bu şehre getirildiği zaman İstanbul, ananesiyle, semt adlarıyla, evliya türbeleriyle, şiir ve sanat hayatıyla halis Türk’tür. Bursa’da ve İstanbul’da Türk anne ve babadan doğan ilk çocuk nesli büyüdükçe, kendileriyle beraber büyüyen bu geniş hamlenin etrafa dal budak saldığını gördüler.”
İstanbul
İstanbul büyük mimari eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehridir. Hatta iç İstanbul’u onlarda aramalıdır. Büyük eserler ona uzaktan görünen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi işleyerek portrenin içini dolduran, büyük techidin kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik haliyle yaşanmış hayat izleriyle tamamlanmış eserlerdir. İşte Beyazıt, Süleymaniye, Ayasofya, Sultanahmet, Sultan Selim yahut Yenicami gibi.
Tabiat bir çerçeve, bir sahnedir. Bu hasret, onu kendi aktörlerimizle ve havamızla doldurmamızı mümkün kılar. Fakat bu içki ne kadar lezzetli, tesirleri ne kadar derin olursa olsun, Türk cemiyetinin yeni bir hayatın eşiğinde olduğunu unutturamaz. Bizzat İstanbul’un kendisi de bu hayatın ve kendisine yeni kıymetler yaratacak yeni zamanın peşinde sabırsızlanıyor. “En iyisi, bırakalım hatıralar içimizde konuşacakları saati kendiliklerinden seçsinler” diyor TANPINAR!
Yazar tarihte olduğu gibi yaşadığı yıllarda da İstanbul’a hayranlıkla bakmakta, bu hayranlığı tarihle şu şekilde çakıştırmaktadır:
“XV’inci asır başlarında Üsküdar’da, Anadoluhisarı’nda oturan dedelerimiz, İstanbul’a sadece fethedilecek bir ülke gibi bakıyorlar ve Sultantepesi’nden, Çamlıca’dan seyrettikleri İstanbul akşamlarında şark kayserlerinin er geç bir ganimet gibi paylaşacakları hazineleri seyrediyorlardı. Buna mukabil fetihten sonrakiler için İstanbul, bütün imparatorluğun ve Müslüman dünyasının gururu idi. Onunla övünüyorlar, güzelliklerini övüyorlar, her gün yeni bir âbide ile süslüyorlardı. O güzelleştikçe, kendilerini sihirli bir aynadan seyreder gibi güzel ve asil buluyorlardı.”
Yazar İstanbul’un, 1908 ile 1923 arasındaki on beş yılda o eski hüviyettinin tamamıyla değişmesinin sebeplerinden şöyle bahseder:
“Meşrutiyet inkılâbı, üç büyük muharebe, birbiri üzerine birçok yangın, malî buhranlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüzyıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir medeniyet, nihayet 1923’te olduğu gibi kabullenmemiz onun eski hüviyetini tamamıyla giderdi.”
Yazar kitabında İstanbul’daki mimarî üslûba da değinir. İlgisini çeken İstanbul’un genelinde tek bir mimarî üslûbun kullanılmış olmasıdır. Hatta bunu “Kendisini bir tek mimarî üslûbuna terk etmiş şehir pek azdır” diyerek dile getirir ve devam eder. “Bu yönden İstanbul’u, Roma, Atina, İsfahan, Gırnata ve Brugge gibi şehirlere benzetenler haklıdır. Hatta İstanbul’un onlardan biraz üstün tarafı vardır. Çünkü İstanbul sadece âbide ve âbidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir. Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine yardım eder. İstanbul her süsün, her kumaşın kendisine yaraştığı, ayrı ayrı hususiyetlerini açtığı o cömert yaratılışlı güzellere benzer. Yedi tepe iki, hatta Haliç’le üç deniz, bir yığın perspektif imkânı ve nihayet daima lodosla poyraz arasında kalmasından gelen bir yığın ışık oyunu bu eserleri her an birbirinden çok başka, çok değişik şekillerde karşımıza çıkarır.”
İstanbul mimarîsinde Mimar Sinan’ın ayrı bir hususiyeti, ayrı bir önemi vardır. Yazar Mimar Sinan’ın İstanbul mimarîsine kattıklarını şu şekilde dile getirir:
“Kanunî’nin tahta çıktığı senelerde İstanbul, camiî, han, hamam, medrese, büyük saray, evliya türbeleri ve çeşmeleriyle tam bir Türk şehri idi. Yalnız bize ait olan bu manzaranın şimdi deha ile tamamlanması, bu gelişmeyi bir infilâk hâline getirmesi lâzımdı. İşte Sinan bunu yapar. Yaratıcı, nizam verici hamleleriyle İstanbul ufkunu, mermeri, kalkeri, porfiri, kubbeyi, kemeri, istalaktiti, asırlık şekilleri birbirine karıştırır; nispetleri değiştirir, tenazurları kırar, sanki dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi, her şeyi genişletir, büyütür, sarayları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkarır.
Yazara göre, her mimarî üslûbu belli başlı birkaç mesele etrafında toplanır. Bu meselelerden yazar şöyle bahseder; “Sinan geldiği zaman imparatorluk mimarlığının iki meselesi vardı. Bunlardan biri yapıya şeklini, hüviyetini veren kubbe idi. Öteki de yan cephelerin düz duvar biteviyeliğiydi. Kubbeyi içerden mâbedin üstüne, mesnetleriyle alâkası görünmeyecek şekilde asar. Dışardan ise yarım kubbe, küçük gerdanlık kubbeler ile oyunlarla onu bütün bütün nispetlerine rağmen adeta tabiî bir teşekkül hâline koyar.”
Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerinin yazarın gözü ile anlatılması.Kitap, yazarın diğer bütün kitaplarında açmaya çalıştığı tarih ve kültür üzerine düşündüklerinin bir özeti gibidir. Tanpınar kendine has tasvirleri ile İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara’yı kitabında anlatmıştır. Yazar millî eğitim müfettişi olarak gezdiği şehirleri ve bulundukları coğrafyalarını, söz konusu şehirlerin eski sahipleri üzerine bir tarih çalışması şeklinde yorumlamıştır. Yazarın seçtiği şehirlerin önemli bir özelliği de, Türk Devletleri’ne başkentlik yapmış olmasıdır.
Ankara
Ankara inkılapçı kadroların umutlarını yeşerttiği bir şehirdir. Kitapta anlatılan şehirler içinde yer almasının sebebi yükselen millî birliğin, değişmenin, sembolü olmasındandır. Anadolu’nun kaderinde değişiklik yapan olayların çoğu Ankara etrafında geçmiştir. Ankara civarında yaşanan olayların en önemlisi ve sonuncusu İstiklal Savaşı’dır. İstiklal savaşı; sadece Türk milletinin kendi haklarını yeni baştan kazanmış olduğu savaş değildir. Aynı zamanda, 26 Ağustos sabahı Dumlupınar’da gürleyen toplar, iktisâdi ve siyasi esaret altında yaşayan, bütün şark milletleri için, yeni bir devrin başladığını ilan etmiştir. Onun içindir ki, bundan böyle her zincir kırılışının başında Ankara’nın adı geçecektir.
Eti, Firikya, Lidya, Roma ve Bizans, Selçuk ve Osmanlı devletleri için Ankara, Orta Anadolu’da bir iç kale vazifesi görmüştür. Yıldırım, Timurlenk’le burada karşılaşmıştır. Bizans-Arap mücadelesinin en kanlı safhaları burada geçmiştir. Selçuklu zamanında Bizans’ın Anadolu içine son savleti burada kırılmıştır. Kısacası Ankara’nın, uzun tarihi şaşırtıcı olaylar ile doludur. Asırlar içinde uğradığı istilalar, üst üste olan yangın ve yağmalar, şehirde geçmiş zamanların çok az eserini bırakmıştır.
Selçuklu devri sanat eserlerinden ve sanat işlerinde onun devamı olan Ahilerden Ankara’da büyük eser kalmadı. Konya ve Sivas, Niğde, Kayseri, Aksaray’da görüp taş işçiliğine hayran olduğumuz o büyük kapılı binalar, sırlı tuğladan alaca kanatlı bir kuş gibi sabah ışıklarında uçan minareler Ankara’da yoktur.
Erzurum
A. Hamdi TANPINAR Erzurum’a üç defa, üçünde de ayrı ayrı yollardan gitmiştir. İlk yolculuğunu çocuk denecek bir yaşta ve Balkan Harbinin sonunda yapmıştır. Yıldız dağının dibinde, gecenin dört bir yandan getirip çadırımızın üzerine yığdığı, bin türlü ses ve uğultu arasında ben ( A.H.TANPINAR) hep bu dağın şöyle bir gördüğüm mahmur ve dumanlı başını düşünmüştüm. Erzurum’da bu duygularla tıpkı koyunlarını bütün bir yaz boyunca menzil menzil yemyeşil otlaklarda otlata otlata güz başında şehre getiren Cizre ve Bingöl çobanları gibi girdim, diyor TANPINAR.
İkinci sefer geldiğim Erzurum ( 1923' te – 10 yıl sonra ) başka bir Erzurum’du. O na Doğu Anadolu dağlarının eski bir şarap gibi, zamanla takdis edilmiş, ruh besleyici uzletinden değil, dört cihan harbi yılının ve İstiklal Savaşının üstünden aşarak gelmiştim. Aşkale’de yattığım hanın kahvesinde, esirlikten yeni dönen yanık yüzlü, tek kollu çaresiz bir kişi, TANPINAR’a Kafkasya cephesine giderken bıraktığı oğlu, karısı ve anasından hiç birini, hatta evinin yerini bile bulamadığı için şehre girdiği günün akşamında, şehri terk ettiğini söyler.
- Peki şimdi nereye gidiyorsun ? diye sorar TANPINAR
- Efendi, nereye gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim yetmez mi ?
Şeklinde cevap verir meçhul şahıs.Bu konuşma Erzurum’da geçen on yıl içinde kaybolan ve kazanılanları çok iyi özetlemektedir.
Trabzon’dan başlayıp Tebriz’de biten kervan yolculukları, Erzurum’u, 1855'lerde yüz binden fazla nüfuslu iktisadi olarak kalkınmış bir şehir olmasını sağlamıştı. Yakın zamandaki peş peşe gelen savaşlar ise, Erzurum’da yaşamı insan kaynaklarını, iktisadi ve diğer kaynakları oldukça fazla seviyede düşürmüştür.
A. Hamdi TANPINAR, Atatürk'ü ilk defa Erzurum’da görmüş, Atatürk’le tek konuşması Erzurum Lisesinde olmuş. O’na göre Atatürk sakin, kibar, daima dikkatli ve her şeyle alakalıydı. Kendisine söylenenleri son derece rahat bir dinleyiş tarzı vardı. Atatürk her şart içinde varlığını hissettiren bir yapıya sahipti. Bakışında, jestlerinde, ellerinin hareketlerinde, kımıldanışlarında ve yüzünün çizgilerinde bir dinamizim vardı.
A. Hamdi TANPINAR Erzurum’da kaldığı müddetçe mahalli diyebileceğimiz musikiyi şahsi bir macera gibi yaşamış. TANPINAR’ın Erzurum’a üçüncü ve son gidişi İkinci Cihan Harbinin son yıllarına denk gelmiştir. Yataklı vagonda yolculuk yapmasına rağmen asıl yolculuğu üçüncü mevkii vagonlarında aramalı diyor. TANPINAR ona göre üçüncü mevkii vagonlarında yolculuk gerçek hayatı halk arasında aramak gibidir. “Çünkü orada insanlarla en geniş manada temas var.”diyor TANPINAR.
A. Hamdi TANPINAR’a göre Erzurum Türk tarihine Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar ve Malazgirt zaferinin açtığı gedikten yeni vatana giren atalarımızın ilk fethettikleri büyük merkezi şehirlerden birisidir.
Tarihimizin ikinci dönem yerinde, milli mücadelenin temeli gene Erzurum’da atılır. Atatürk, Erzurum’dan işe başlar tıpkı ilk fatihler gibi oradan Anadolu’nun içine doğru yürür; “Erzurum’dan başlayarak yurdumuzu milletimizin tarihi hakları adına yeni baştan fethederiz” diyor TANPINAR.
Yazar eserinde, Erzurum’un doğal güzelliklerinin, dağlarının, havasının ve çarşısının üzerinde bıraktığı etkiden bahsetmektedir. O dönemde yazar Erzurum’u şöyle tasvir eder:
“Erzurum’u, on yıl sonra 1923’te gördüğüm Erzurum’dan çok başkaydı. Her türlü kıyafette bir kalabalığın çarşı pazarını doldurduğu, saraç, kuyumcu, bakırcı dükkanları, o kadar malın girip çıktığı hanları, ambarlarıyla, eşraf ve ayanı, esnafı, otuz sekiz medresesi, elli dört camisiyle, İran transitinin beslediği refahlı ve mâmur Erzurum’la on yıl sonra gördüğüm harap şehir arasında kolay kolay münasebet tasavvur edilemezdi. Sonradan öğrendiğime göre muhtelif çarşılarında on binlerce zanaatçı çalışır, saraçlarının yaptığı eğerler bütün şark vilayetlerine hatta Tebriz’e kadar gidermiş. Ben babamla, annemle gittiğimiz siyah kehribarcıları şimdi bir masal gibi hatırlıyorum. Küçük ve yarı aydınlık dükkanlarda ince, dikkatli işin terbiyesini almış, adeta iş terbiyesi ile durulmuş bir takım adamlar, oturdukları yerden konuşuyorlar, pazarlık ediyorlar, ellerindeki kehribar işlerini havı dökülmüş çuha şalvarına sürterek cilalıyorlardı. Sonra keskin bir meşin kokusu, yumuşak derinin adeta söndürdüğü, kıvamını bozduğu tokmak sesleri ve bir yığın uğultu…”
KONYA
“Konya bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğunuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuk sultanlarının şehrinde bulursunuz.” diyen yazar, kitabında Konya’yı anlatmaya bu çok ilgi çekici bir tasvirle başlamıştır.
A. H. TANPINAR’a göre; her tarihi bir kör dövüşü yapan ihtiraslara, kinlere, felaketlere rağmen bir vatan fetheden ve o arada yeni bir milletin, yeni bir dilin doğmasını sağlayan adamlar Konya'da yaşamışlardır. Haçlı seferlerinin ve Bizans saldırılarının her şeyi yıkacak gibi gördüğü felaketli yıllarda Anadolu’nun içinde bir şimşek gibi dolaşan Selçuklu sultanı 1’inci Kılıç Arslan Konya'yı başkent yaptığı günlerde, belki de TANPINAR’ın bulunduğu yerlerde dolaşmış, durmuş düşünmüş ve çetin kararlar vermişti.
Mevlana ile babası Konya'ya 1228 yılında gelirler. Bu Konya civarında Sultan Han’ının yapıldığı yıldır. TANPINAR’a göre Selçuk Rönesans’ı, vakitsiz bastıran kar fırtınaları altında yeşeren bahara benzer. Karatay Medresesi bittiği zaman medresede yapılan toplantıya katılan Mevlana’ya sorarlar:
-Baş köşe neresidir ?
-Bulunduğu yerden kalkıp kapı dibine tercih eden Mevlana cevap verir.
-Aşk adamı için baş köşe sevgisinin kucağıdır.
Şems geldikten sonra sadece bir cezbe adamı olur, sema döner, şiir söyler, şekillerin ve kalıpların dışında yaşar. Mevlana Konya'yı devrinin yalnız coşkunluklarıyla doldurmaz, onu içten değiştirir. Mevlana şairdir; şiiri inkar etmesine, küçük görmesine rağmen şarkın en büyük şairlerinden biridir diyor TANPINAR. TANPINAR’a göre Mevlana'nın dünyası hareket halinde bir dünyadır; burada her şey yaratıcı aydınlığı ve aşkın kendisi olan Allah'ın etrafında döner, ona doğru yükselir, onda kaybolur, ondan doğar ve ayrılır, tekrar onunla ve birbirleriyle birleşir. Her şey burada birbirini izler, birbirinin aynıdır, birbirine cevap verir. Bu mahşerde ne öldüren, ne öldürülen, ne seven, ne sevilen birbirinden fark edilir. TANPINAR’a göre Mevlana felsefesi ( tasavvuf ) budur.
TANPINAR diyor ki; Mevlana şiirleri yazıldığı devirle beraber düşünülürse batmakta olan bir gemiden yükselen son dua gibidir. Bütün varlık Allah'a doğru giden bu geniş hıçkırıktadır. Onun sesi ümidin ve affın sesiydi gelin o sese hep beraber kulak verelim:
“Gel, gel kim olursan gel, kafirde olsan, Yahudi veya put peresede olsan da gel dergahımız ümitsizliğin dergahı değildir. Yüz defa tövbeni bozmuş olsan yine gel.”
Yazar, tarihte Konya’yı şu şekilde özetlemiştir:
“Haçlı seferlerinin ve Bizans saldırışlarının her şeyi yıkacak gibi göründüğü o felaketli yıllarda Anadolu’nun içinde bir şimşek gibi dolaşan 1’inci Kılıç Arslan Konya’yı payitaht yaptığı günlerde, belki de benim şu anda bulunduğum yerlerde dolaştı, durdu, düşündü, çetin kararlar verdi. Mesut âkıbeti o kadar meçhul Eskişehir muharebesini kazandıktan sonra bu şehre döndü.
II’inci Kılıç Arslan payitahtını zapteden Üçüncü Haçlı Ordusu ile, onun masal yüzlü kumandanı Frederik Barborosa ile şimdi Alâeddin Tepesi dediğimiz bu iç kalede sulh müzakereleri yaptı ve oğulları ile arasındaki anlaşmazlık yüzünden verdiği sözü tutamadığı için açlıktan ve emniyetsizlikten yarıya inen bu yüz bin kişilik ordunun Toros eteklerinde büsbütün ufalıp kaybolması için şehri ateşe verip çıkıp gidişini, yine bu tepeden, şimdi harabesi bile kalmamış köşkünde seyretti.
Selçuklu Devleti’nin Konya üzerindeki etkisi çok büyüktür. Bu etki ile, mimari de, Selçuklu etrafında şekillenmiştir. Yazar kitabında mimariye şöyle değinmektedir:
“Asıl Selçuk idaresinde Alâeddin devri mimarinin en parlak devri idi. Kayseri’deki Keykubad sarayı, Beyşehir civarında yaptırdığı Kubadâbâd, Alâiye’de yaptırdığı köşklerden başka, Konya iç kalesini de yeniden yaptırmıştı. Bugün o tepeye Alâeddin Tepesi diyoruz. Yazık ki kendisi de mimar olan bu hükümdarın yaptırdığı şeylerin yalnız adı ve bazı harabeleri kaldı. Tam bir tamirini o kadar istediğim Büyük Sultan Hanı onun eseridir.
Selçuk mimarisinin en zengin noktası binaların cephesidir. Çadırı örnek alan bu mimari ihtirasları büyüdükçe bu cephelerde taş işçiliğinin tüm imkanlarını dener. Hakikatte Selçuk mimarisi, çok defa dince yasak olan heykelin peşinde gibidir. Binaların cephelerinde küçük madalyonlar, yıldızlar, kornişler, su yolları ve asıl kapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayan istalaktitler, iki yana fener gibi asılmış oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri, firizler ve kordonlar, arabesk levhalar bu cephelerde bazen yazıya pek az yer bırakır.
Bursa
TANPINAR’ a göre, tarih Bursa’ya damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır ki; her yerde kendi ritmi, kendi hususi zevkiyle vardır, her adımda insanın önüne çıkar. Kah bir türbe, bir cami, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede bir çeşme olur ve geçmiş zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, bütün çizgilerini hasret gideren, geçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla sizi yakalar. Bursa’ da yeşilin manası çok başkadır; o ebediyetin rahmani yüzü, bir mükafata çok benzeyen bir sükunun fani bir sacete sinmiş manasıdır. Yeşil türbe, Yeşil cami der demez, ölüm muhayyılerimizdeki çehresini değiştirir. diyor TANPINAR.
Yazara göre Bursa’nın ayrı bir özelliği vardır. Yazar, bu özelliği şu şekilde dile getirmektedir.
“Gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştan başa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir.”
Yazarın Bursa ile bağdaştığı isimler Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilüfer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan ve Konuralp’tir.
Gümüşlü Osman Bey’in gömüldüğü eski Bizans manastırının adıdır. Geyikli Baba, Bursa fethini ve yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu, yeni bir dinin doğuşuna benzeten Horasan Erleri’ndendir. Bursa’nın en önemli çehrelerinden birisi de Nilüfer Hatun’dur. Osmanlının kuruluş devrinin sert simasına aşkın tebessümünü getiren Nilüfer Hatun’dur. Orhan’ın karısına olan sevgisi veya I inci Murat’ın evlat sevgisi, Nilüfer Hatun’un adını Bursa’nın ve İznik’in tarihine ayrılmaz bir şekilde yazmıştır.
Yazar Bursa’nın Osmanlı tarafından fethinden kısa bir süre sonraki mimarideki değişiklikleri kitabında şöyle dile getirir:
“Yirmi otuz senelik bir zaman içinde Bursa’nın ve İstanbul’un yıkılmış Şarkî Roma manzarası ortadan silindi ve yerini, camileri, medreseleri, hanlarıyla, yumuşak çizgili, elastikî hamleli, kullandığı malzemenin güzellik şuurunda kıskanç, yapıldığı şehrin iklimine aynı unsurdan denecek kadar uygun bir mimarî aldı. Bu sanat şöylece büyük çerçevesinde bu şehrin tepelerini ve umumî manzarasını birden değiştirirken şehirlerin içinde sokak sokak ikinci bir fetih yapılıyor, yeşil pencerelerinde uhrevî vaatler gülen türbecikler, çeşmeler, İstanbul ve Bursa’yı adım adım zaptediyordu. Bursa fethedildiğinden elli sene sonra Bursalı Türk çocukları arasında şairler yetişir ve İstanbul’u saltanatının başlangıcında alan Fatih’in nâşı bu şehre getirildiği zaman İstanbul, ananesiyle, semt adlarıyla, evliya türbeleriyle, şiir ve sanat hayatıyla halis Türk’tür. Bursa’da ve İstanbul’da Türk anne ve babadan doğan ilk çocuk nesli büyüdükçe, kendileriyle beraber büyüyen bu geniş hamlenin etrafa dal budak saldığını gördüler.”
İstanbul
İstanbul büyük mimari eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehridir. Hatta iç İstanbul’u onlarda aramalıdır. Büyük eserler ona uzaktan görünen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi işleyerek portrenin içini dolduran, büyük techidin kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik haliyle yaşanmış hayat izleriyle tamamlanmış eserlerdir. İşte Beyazıt, Süleymaniye, Ayasofya, Sultanahmet, Sultan Selim yahut Yenicami gibi.
Tabiat bir çerçeve, bir sahnedir. Bu hasret, onu kendi aktörlerimizle ve havamızla doldurmamızı mümkün kılar. Fakat bu içki ne kadar lezzetli, tesirleri ne kadar derin olursa olsun, Türk cemiyetinin yeni bir hayatın eşiğinde olduğunu unutturamaz. Bizzat İstanbul’un kendisi de bu hayatın ve kendisine yeni kıymetler yaratacak yeni zamanın peşinde sabırsızlanıyor. “En iyisi, bırakalım hatıralar içimizde konuşacakları saati kendiliklerinden seçsinler” diyor TANPINAR!
Yazar tarihte olduğu gibi yaşadığı yıllarda da İstanbul’a hayranlıkla bakmakta, bu hayranlığı tarihle şu şekilde çakıştırmaktadır:
“XV’inci asır başlarında Üsküdar’da, Anadoluhisarı’nda oturan dedelerimiz, İstanbul’a sadece fethedilecek bir ülke gibi bakıyorlar ve Sultantepesi’nden, Çamlıca’dan seyrettikleri İstanbul akşamlarında şark kayserlerinin er geç bir ganimet gibi paylaşacakları hazineleri seyrediyorlardı. Buna mukabil fetihten sonrakiler için İstanbul, bütün imparatorluğun ve Müslüman dünyasının gururu idi. Onunla övünüyorlar, güzelliklerini övüyorlar, her gün yeni bir âbide ile süslüyorlardı. O güzelleştikçe, kendilerini sihirli bir aynadan seyreder gibi güzel ve asil buluyorlardı.”
Yazar İstanbul’un, 1908 ile 1923 arasındaki on beş yılda o eski hüviyettinin tamamıyla değişmesinin sebeplerinden şöyle bahseder:
“Meşrutiyet inkılâbı, üç büyük muharebe, birbiri üzerine birçok yangın, malî buhranlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüzyıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir medeniyet, nihayet 1923’te olduğu gibi kabullenmemiz onun eski hüviyetini tamamıyla giderdi.”
Yazar kitabında İstanbul’daki mimarî üslûba da değinir. İlgisini çeken İstanbul’un genelinde tek bir mimarî üslûbun kullanılmış olmasıdır. Hatta bunu “Kendisini bir tek mimarî üslûbuna terk etmiş şehir pek azdır” diyerek dile getirir ve devam eder. “Bu yönden İstanbul’u, Roma, Atina, İsfahan, Gırnata ve Brugge gibi şehirlere benzetenler haklıdır. Hatta İstanbul’un onlardan biraz üstün tarafı vardır. Çünkü İstanbul sadece âbide ve âbidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir. Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine yardım eder. İstanbul her süsün, her kumaşın kendisine yaraştığı, ayrı ayrı hususiyetlerini açtığı o cömert yaratılışlı güzellere benzer. Yedi tepe iki, hatta Haliç’le üç deniz, bir yığın perspektif imkânı ve nihayet daima lodosla poyraz arasında kalmasından gelen bir yığın ışık oyunu bu eserleri her an birbirinden çok başka, çok değişik şekillerde karşımıza çıkarır.”
İstanbul mimarîsinde Mimar Sinan’ın ayrı bir hususiyeti, ayrı bir önemi vardır. Yazar Mimar Sinan’ın İstanbul mimarîsine kattıklarını şu şekilde dile getirir:
“Kanunî’nin tahta çıktığı senelerde İstanbul, camiî, han, hamam, medrese, büyük saray, evliya türbeleri ve çeşmeleriyle tam bir Türk şehri idi. Yalnız bize ait olan bu manzaranın şimdi deha ile tamamlanması, bu gelişmeyi bir infilâk hâline getirmesi lâzımdı. İşte Sinan bunu yapar. Yaratıcı, nizam verici hamleleriyle İstanbul ufkunu, mermeri, kalkeri, porfiri, kubbeyi, kemeri, istalaktiti, asırlık şekilleri birbirine karıştırır; nispetleri değiştirir, tenazurları kırar, sanki dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi, her şeyi genişletir, büyütür, sarayları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkarır.
Yazara göre, her mimarî üslûbu belli başlı birkaç mesele etrafında toplanır. Bu meselelerden yazar şöyle bahseder; “Sinan geldiği zaman imparatorluk mimarlığının iki meselesi vardı. Bunlardan biri yapıya şeklini, hüviyetini veren kubbe idi. Öteki de yan cephelerin düz duvar biteviyeliğiydi. Kubbeyi içerden mâbedin üstüne, mesnetleriyle alâkası görünmeyecek şekilde asar. Dışardan ise yarım kubbe, küçük gerdanlık kubbeler ile oyunlarla onu bütün bütün nispetlerine rağmen adeta tabiî bir teşekkül hâline koyar.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder