şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2014 Çarşamba

Ömer Hayyam, Dörtlükler

Ömer Hayyam, Dörtlükler, Rubailer, Sabahattin Eyüpoğlu

Asıl adı Gıyaseddin Ebu'l Feth Bin İbrahim El Hayyam olan Ömer Hayyam 18 Mayıs 1048'de İran’ın Nişabur kentinde doğmuştur. Çadırcı anlamına gelen soyadını babasının mesleğinden almıştır. Fakat o soyadının çok ötesinde işlere imza atmıştır. Yaşadığı dönemde dahi İbn-i Sina'dan sonra Doğu'nun yetiştirdiği en büyük bilgin olarak kabul edilmiştir. Tıp,  fizik, astronomi, cebir, geometri ve yüksek matematik alanlarında önemli çalışmaları olan Ömer  Hayyam için zamanın bütün bilgilerini bildiği söylenirdi. Elde bulunan ender kayıtlara dayanılarak Ömer Hayyam'ın çalışmaları şöyle sıralanabilir:

    Yazdığı bilimsel içerikli kitaplar arasında Cebir ve Geometri Üzerine, Fiziksel Bilimler Alanında Bir Özet, Varlıkla İlgili Bilgi Özeti, Oluş ve Görüşler, Bilgelikler Ölçüsü, Akıllar Bahçesi yer alır. En büyük eseri Cebir Risalesi'dir. On bölümden oluşan bu kitabın dört bölümünde kübik denklemleri  incelemiş ve bu denklemleri sınıflandırmıştır. Matematik tarihinde ilk kez bu sınıflandırmayı yapan kişidir. O cebiri, sayısal ve geometrik bilinmeyenlerin belirlenmesini amaçlayan bilim olarak tanımlamıştır. Matematik bilgisi ve yeteneği zamanın çok ötesinde olan Ömer Hayyam  denklemlerle  ilgili başarılı çalışmalar yapmıştır. Nitekim, Hayyam 13 farklı 3. dereceden denklem tanımlamıştır. Denklemleri çoğunlukla geometrik metot kullanarak çözmüştür ve bu çözümler zekice seçilmiş konikler üzerine dayandırılmıştır. Bu kitabında iki koniğin ara kesitini kullanarak 3. dereceden her denklem tipi için köklerin bir geometrik çizimi bulunduğunu belirtir ve bu köklerin varlık koşullarını tartışır. Bunun yanı sıra Hayyam, binom açılımını da bulmuştur. Binom teoremini ve bu  açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir. (Pascal üçgeni diye bildiğimiz şey aslında  bir Hayyam üçgenidir). Öğrenimi tamamlayan Ömer Hayyam kendisine bugünlere kadar uzanacak bir ün kazandıran Cebir Risaliyesi'ni ve Rubaiyat'ı Semerkant'ta kaleme almıştır. Dönemin üç ünlü ismi Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam bu şehirde bir araya gelmiştir .
    Gerek Hayyam'ın zamanında, gerek sonraki zamanlarda yazılan kaynaklarda çağının bütün bilgilerini edindiği, o alanlarda derin tartışmalara girdiği, fıkıh, ilahiyat, kıraat, edebiyat, tarih, fizik ve astronomi okuttuğu yazılıdır. Ebu'l Hasan Ali El-Beyhaki onun çok bilgili bir kimse olduğunu, fakat müderrislik hayatının pek başarılı olmadığını bildirir. Ayrıca Zemahseri ile uzun boylu tartışmalara giriştiğini, onun derslerine bile devam ettiğini, Zemahşeri'yi, bilgi bakımından beğendiğini yazar.
Hayyam'ın fizik, metafizik, matematik, astronomi ve şiir konularında değişik eserleri vardır. Bunlar arasında İbni Sina'nın Temcit (Yücelme) adli eserinin yorum ve tercümesi de yer alır. Zamanında, bir bilgin olarak ün kazanan Ömer Hayyam'ın edebiyat tarihindeki yerini sağlayan, sonraki yüzyıllarda da doğu dünyasının en büyük şairlerinden biri olarak anılmasına yol açan Rubaiyat'ıdır (Dörtlükler). Ömer Hayyam, İran ve doğu edebiyatında rubai türünün kurucusu sayılır. Sonraları aralarına başkalarının eserleri de karışan bu rubailer iki yüz kadardır. Hayyam, oldukça kolay anlaşılan, yumuşak, akıcı, açık ve seçik bir dil kullanır. şiirlerinde gerçekçidir. Yaşadıkları, gördüklerini, çevresinden, zamanın gidişinden aldığı izlenimleri yapmacığa kapılmaksızın, olduğu gibi dile getirir. Ona göre, gerçek olan yaşanandır, dünyanın ötesinde ikinci bir dünya yoktur. İnsan, yaşadıkça gerçektir, gerçek ise yaşanandır. En şaşmaz ölçü akıl ve sağduyudur. İnsan bir akıl varlığıdır. Gerçeğe ancak akıl yolu ile ulaşılabilir.
Ömer Hayyam  pervasız olarak söyleyebilen bir kişiliğe sahiptir. Şiirlerinde halkın anlamadığı kelimeler kullanmamıştır. Düşüncede yaptığını dilde de yapmış bütün büyük adamlar gibi o da halkın anlayabileceği kelimeler kullanmıştır. Hayyam doğulu bir düşünce ve şiir adamı olmasına rağmen gerçek değerini daha ziyade batıda bulmuştur.
Ömer Hayyam’ın hangi şiirlerinin kendisine ait hangilerinin ait olmadığı hakkında kesin bir hüküm bulunmamaktadır.  Zamanındaki bir çok şairin kendilerinin söyleyemediği şeyleri yahut kendi adları ile inandırıcı olmaz sandıkları şeyleri Hayyam’a söylettikleri ve kendi içlerini döktükleri değerlendirilmektedir.
Hayyam’ın şiirleri incelendiğinde genellikle varlık, yokluk, tanrı, aşk ve şarap konularına eğildiğini görmekteyiz. Şiirlerinin yapısı genellikle dörtlükler biçimindedir. Şiirlerinden örnekler verilecek olursa;
Ey özünün sırlarına akıl ermeyen;
Suçumuza, duamıza önem vermeyen;
Günahtan sarhoştum, ama dilekten ayık;
Umudumu rahmetine bağlamışım ben.
    Yukarıdaki şiirinde görüldüğü gibi tanrının bilinmezliğine değinmekte ve ona dilekte bulunmaktadır. Fakat isteklerine ve dualarına cevap bulamadığı anlaşılmaktadır. Kendisini şaraba verdiğini fakat istek ve dualarının bitmediğini yinede umutlarını tanrıya bağladığını belirtmektedir.
Tanrım  bir  geçim  kapısı  açıver   bana;
Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana;
Şarap içir, öyle kendimden geçir ki  beni
Haberim olmasın gelen  dertten  başıma.
    Bu şiirinde de Hayyam kimseye muhtaç olmadan yaşamak istemekte ve bunun için tanrıya dua etmektedir. Hayatın dert ve sıkıntıları ile yaşamak kendisine zor gelmekte ve bu dert ve tasalardan uzak kalmak maksadıyla kendisini şaraba vermektedir. Böylece kendinden geçerek hayatın meşgalelerinden uzak kalacağını düşünmektedir.
İçin temiz olmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tespih, post, seccade güzel;
Ama Tanrı kanar mı bunlara?
    Hayyam burada insanların iç güzelliğe sahip olmaları gerektiğine inanmaktadır. Görünüş ve üzerine giyilen kıyafetlerin iç kirliliklerini örtemeyeceğini düşünmektedir. Yaşadığı dönemlerde insanların dini kisve ile hareket ettiklerini ve görünüşte dindar gözüküp aslında olmadıklarını değerlendirmektedir. Fakat bu insanların kendilerini ve diğer insanları kandırdıklarını tanrıyı kandıramayacaklarını belirtmektedir.
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?

    Şiirde Hayyam Allah’ın insanları özene bezene yarattığından ve kader inancından bahsetmektedir. Fakat Allah’ın her şeyi, öncesini ve sonrasını bildiğinden kendi işlediği günahlardan dolayı da Allah’ı sorumlu tutmakta ve kader inancını sorgulamaktadır. Dolayısıyla insanın hayatta işlediği hatalardan yargılanmaması gerektiğine inanmaktadır. Aslında Hayyam günah işlediğini bilmekte ve korku duymaktadır.

Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Şiirde Hayyam’ın aslında iyi bir dini bilgiye sahip olduğu görülmektedir. Fakat uygulama bakımından pek dini kurallara uymadığı gününü gün ettiği ve şarap ve kadınlardan uzak durmadığı anlaşılmaktadır. Cennetle dünyada yaşadıklarını kıyaslayan Hayyam  kendisinin zaten cennette yaşadığını düşünmektedir.

Kim görmüş o cenneti, cehennemi?
Kim gitmiş de getirmiş haberini?
Kimselerin bilmediği bir dünya
Özlenmeye, korkulmaya değer mi?

    Hayyam bu şiirinde cennet ve cehennemi sorgulamaktadır. Her ikisi de bilinmezliğe ait olan unsurlardır. Dolayısıyla insanların cennet sevdası ve cehennem korkusu ile yaşamalarına bir anlam verememektedir. Çünkü bu yerlerin olup olmadığına dair insanların kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını düşünmektedir. İnsanların bu kavramlara karşı neden bu kadar duyarlı olduklarına anlam verememektedir.

19 Kasım 2013 Salı

Mehmet Akif Ersoy, Safahat

Mehmet Akif Ersoy'un şiirlerini topladığı yedi kitaplık külliyâtın genel adıdır.
Birinci kitap, yalnız "Safahat" adını taşır. Müstakil ciltler hâlinde ve farklı zamanlarda basılmış olan kitaplar, Latin harfli baskılarından önce bir arada basılmamıştır. Yedi kitabın ilk altısının bütün baskıları İstanbul’da,  yedinci kitabınki ise Kahire’de yapılmıştır.
Safahat'ı teşkil eden yedi kitabın baskı tarihleri ile Mehmet Akif’in tashihinden geçen son baskılarına göre ihtiva ettikleri manzume ve mısraların sayısı şöyledir:
Safahat (1911, 1918, 1928 / 44 şiir, 3084 mısra), Süleymaniye Kürsüsünde (1912, I916, 1918 / Tek şiir, 1002 mısra), Hakkın Sesleri (1913, 1918, I928 / 10 şiir, 482 mısra), Fatih Kürsüsünde (1414 üç baskı, 1924 / Tek şiir, 1692 mısra), Hâtıralar (1917, 1918, I928 / 10 şiir, 1314 mısra), Asım 1924, 1928 / Tek şiir, 2242 mısra),  Gölgeler (1933 / 41 Şiir , 1374 mısra).
"Safahat", "safhalar, devreler, dönemler" ve biraz geniş bir mânâlandırma ile "görünüşler, manzaralar" demek olan bu kelime, önce, birinci Safahat'ta bulunan yirmi iki manzumeye, dergi¬deki neşirleri sırasında genel başlık olan "Safahât-ı Hayattan" ter¬kibinde kuIlanılmıştı. Fatih Câmi’i, Hasta, Küfe... gibi "Hayattan Manzaralar” ihtiva eden bu manzumelerin bulundukları ilk cilde, "Safahat" adı verilmesinin sebebi budur.
Safahat'ı teşkil eden manzumelerin tamamı aruz vezni İle yazılmıştır. Şiirlerin uzunluğu bir kıt'adan, 2292 mısraya (Asım) kadar değişmektedir.
Mehmet Akif, şiirleri üzerinde, yeni baskıları yapıldığı sırada bâzı tashihlerde bulunmuştur. Bu düzeltmelerin, daha çok, kitapların son baskıları sırasında yapıldığı görülmektedir. Son bas¬kıları 1928'de olan kitaplarda bu tashihler daha çoktur. “Asım" ve "Gölgeler"de mevcut şiirlerin son zamanlarda yazılmış olanları¬nın lisanlarında görülen sadeleşme gibi, Mehmet Akif'in eski yaz¬dıklarını da sadeleştirmek istediği anlaşılmaktadır.
BİRİNCİ KİTAP: SAFAHAT
Bu manzumelerde beşerî ve içtîmâî dert ve meseleler ele alınır, okuyucunun dikkati çekilerek, bunları düşün¬mesi, üzülmesi ve neticede, çare araması istenir. Fakirlik, hastalık, acizlikle beraber, yardım, iyilik ve ümidin de yolu gösterilir. Cahil¬lik ve istibdat ile meyhane ve kahvehane nefret uyandıracak ayrın¬tılarıyla tasvir edilir. İnsan, aczi ve geçim sıkıntısı karşısındaki ça¬resizliği canlandırılırken, çalışmaya ve azme davet edilir.
Bu kitapta şâir, fakirlik, hastalık ve hürriyetsizlik karşısında duyduğu ızdırabı dile getirmekte, ancak henüz vatanın ve bütün milletin uğradığı bir felâket olmadığı için sesini yükseltmemekte¬dir. 1908'den sonra gelen "hürriyet" beklediği gibi çıkmamakla be¬raber, daha ümidini kesmemiş görünmekte veya sıkıntısını henüz dışarıya vurmamaktadır. Yalnız, Mart 1910'da çıkan ve cemiyetteki bozukluğu ifade eden "Köse İmam" şiiri, Akif in bundan sonraki kitaplarda görülecek olan üslûbunu haber veren bir manzumedir.
İKİNCİ KİTAP: SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDE
Gelen "hürriyetin” beklendiği gibi memleketi kurtarama¬yacağı, çünkü yanlış anlaşıldığı ve doğrusunu anlamaya da -önce aydınlar olmak üzere- hazır olunmadığını görmüştür. Başta gazete¬ler, herkes birbirine sövüp karalamakta, partiler ve ırkçılık cereyan¬ları milleti parçalamaktadır. Aydınlar  millî olan her şeyi bırakıp Avrupa'nın izinden gitmeyi istemekte, halk ise faydalı da olsa bü¬tün yeniliklere karşı çıkmaktadır. Aydınlar dini yanlış anlayıp orta¬dan kaldırmaya çalışırken, halk da dinin aslını bırakıp hurafelerle oyalanmaktadır.
Mehmed Akif, dostu Abdürreşid İbrahim Efendinin ağzından, Süleymaniye Camiinde verilmiş bir va'az şeklinde, bütün bu yanlışları ve bu hâl devam ederse milletin başına gelecek felâketleri sayar. Önce, bütün İslâm âlemini dolaştığını söyleyerek Rusya, Türkistan ve Hindistan'ı son¬ra da Japonya'yı anlatan, buralardaki halkın iyi ve kötü hallarını tasvir eden vaiz, 1908'de Kanûn-i Esâsi’nin ilân edildiğini duyun¬ca, sevinerek İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'u, daha önceki gelişinde gördüğünün aksine uyanmış ve çalışır bir halde bulmayı bekler¬ken, hayal kırıklığına uğramıştır. Bütün bunları anlatan ve tasvir eden şair, sözlerini, bu halden kurtulmak İçin tutulması gereken yolu göstererek biti¬recektir.
ÜÇÜNCÜ KİTAP: HAKKIN SESLERİ
Mehmet Akif’in  Süleymaniye Kürsüsünde haber verdiği kötü akibet gelip çatmıştır. Balkan Harbi (8 Ekim 1912-30 Mayıs 1913) patlak vermiş; Parti ve kavmiyet kavgaları yüzünden birbiri¬ne yardım etmeyen ordu birlikleri, müthiş şekilde bozularak kaç¬mış; birkaç sene öncesine kadar idare etmekte olduğumuz küçük Balkan devletlerine yenilmiştir.
93 Harbi'nden sonra ikinci defa Rumeli halkı -müslüman nüfusu azaltmak için- çocuk, kadın ayırt edilmeden katl edilmektedir. İstanbul yine "muhacir" dolmuştur. Edirne beş ay muhasarada, düşman gülleleri altında aç ve ölerek yaşamış, Selimiye Câmi'i topa tutulmuş ve Bulgarlar şehre girmiş¬tir.
Mehmet Akif, bu kitabı teşkil eden on şiirinde ızdıraptan çıldırmış gibidir:
Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün,
Ağzım kurusun yok musun ev adl-i İlâhî.
Irkçılığa karşı meşhur şiirini, Arnavut ayrılıkçılarına karşı yazar:
"Hani ey kavm-i esâret-zede muhtâriyyet?"
Fakat bütün felâketlerin, cehaletten, kötülüklere mâni ol¬mayı bırakmaktan ve tembellikten ileri geldiğini görerek, yine îtidâle döner.
DÖRDÜNCÜ KİTAP: FATİH KÜRSÜSÜNDE
Eser, Haziran 1913-Temmuz 1914 tarihleri arasında yayın¬lanmıştır. "İki Arkadaş Fâtih Yolunda" ve "Vaiz Kürsüde" başlıklı iki bölümden meydana gelir.
322 mısralık birinci bölüm, Galata Köprüsünde vapurdan inen iki arkadaşın, Fâtih Câmi'ıne kadar olan yol boyunca, konuş¬malarıdır. Bu sırada pek çok cemiyet ve kültür meselesi, nükteli bir üslûpla dile getirilmiştir.
İkinci bölümdeki vaizin konuşması, Akif’in Balkan Harbi günlerinde bu câminin kürsüsündeki konuşmasına benzer. Gökte ve yerde her şey çalışmak¬tadır. Küçük bir parçanın vazifesini yapmaması, kâinatın  altüst ol¬masına sebep olur. Netice:
"Bekayı  hak tanıyan sa'yi bir vazife bi¬lir;
 Çalış, çalış ki, bekaa sa'y olursa hakkedilir"
İnsanlar da aynı kanuna tâbidir: İşte çalışkan Garp, yere göğe hükmediyor ve işte tembel Şark miskinlik içinde... Sonunda leşini bir çukura atacaklar...
"Ecdat da böyle miydi" diyerek mazideki büyüklükleri anan vaiz, milleti bu hâle getiren "kötülükleri, "kader" ve "tefekkürün” yanlış anlaşılmasına ve buna sebep olan cehalete bağlar.
Bütün bu hâllerin sebebi cehalettir ve İlkokullar açarak cehaletin giderilmesine başlanmalıdır. Bu bilgisizlik yüzünden birtakım câhiller, dinde içtihada kalkışmakta, ırkçılık taassubu yapılmakta, müslümanlar birbirinin felâketinden habersiz, hissiz ve yabancıla¬rın elinde esir yaşamaktadır.
Milleti, hiç bir şeye aldırmayan avam, her şeyden ümidi kesmiş bedbinler, Batının rezillikleri peşinde dolaşan züppeler ve eğlenceden başka bir şey düşünmeyen sefihler olarak dörde ayıran vâiz, eğlence düşkünlerine "Alın eğlenin!" diyerek, birkaç "sahne" gösterir.
Bunlar, üzerine Bulgar bayrağı çekilmiş Edirne kalesi, Me¬riç'le Tunca'nın üstünde yüzen ceset kümeleri, aylarca kandan kıpkızıl akan Arda ve Gümülcine'de süngülerle karnı deşilen, alnı¬na haç çizilen müslümanlardır.
Sahneler, üzerinde sarhoşların tepindiği Kosova şehitliği, Vardar'da boğulan masumlar, kandan kızaran Selanik ovası, ceset¬ler, cesetler ve cesetlerle devam eder.
BEŞİNCİ KİTAP: HATIRALAR
Balkan Harbi'nin hemen arkasından gelen Birinci Cihan Harbi felâketleri, Mehmet Akif’e yine "Hakkın Sesleri'ndeki gibi şiirler yazdırır.
Kitabın büyük kısmını 698 mısralık "Berlin Hâtıraları" teşkil eder. 1914 yılı sonu ve 1915 başlarında Berlin'de bulunan Mehmet Akif, oradaki müşâhade ve tefekkürlerinin neticesi olarak mühim bir fikir eseri olan bu manzumeyi yazmıştır.
Eserin giriş kısmında, Berlin'de arkadaşıyla beraber bir kahveye giden şâir, kahvede karşılarındaki masada oturan, oğulları savaşta öl¬müş bir Alman ailesinin ızdirâbı, bilhassa annenin tavrı, şâire İslâm diyarlarındaki acılı kadınları hatırlatır.
Kendi zihninde, hayâlen konuş¬maya dalan şâir, İslâm dünyasının şimdiye kadar Batılılardan çek¬tiklerini, zulmün müslümanlara karşı olunca makbul sayıldığını anlattıktan sonra, Alman cemiyetinin yükseliş sebeplerini, burada ruh ile maddenin, din ile dünyanın elele yürüdüğünü tesbit ederek, bunun tam aksi olan bizim durumumuzu düşünür. Bu arada maa¬rif sistemimiz, gençlerin hayattan uzak ve tüketici olarak yetişmele¬ri, eski edebiyatın milleti uyuşturduğu, yeni edebiyatın ise ahlâksız¬lık yaydığı, neticede İngiliz'in aramıza soktuğu ırkçılık da buna ek¬lenince müslümanların parçalandığı ve düşmanın donanmasıyla Çanakkale'ye dayandığı anlatılır... Zihnî konuşmasının burasına gelen şâir birden uyanarak, cereyan etmekte olan savaşın aleyhimize neticelenmiş olması kor¬kusuyla, Boğaz'da çarpışan gâzilere dayanmaları için seslenir:
"Huda rızâsı için ey mücâhidîn-i kiram!"
Eser, Çanakkale gazilerinin Akif’e hitabı ile biter:
"Kork¬ma, cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz..."
Hatıraların son parçası 204 mısralık "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiiridir.
ALTINCI KİTAP: ASIM
2292 mısralık bu manzume, Mehmet Akif’in üzerinde en fazla çalıştığı eseridir. Eser baştan sona kadar konuşma şeklindedir. Konuşanlar Köse İmam ve Hocazâde (Akif) ile Köse İmam'ın oğlu Asım 'dır.
"Köse îmanı" tipi, Mehmet Akif’in eserlerinde yaşattığı en önemli ideal kahramanıdır. "Asım", ondan sonra gelir. Daha doğ¬rusu, bu ikisi, Akif in idealindeki aynı şahsın, yaşlı ve genç hâlini temsil ederler.
Şâir, Asım'ın ruh ve beden yapısına, ahlâkına, bilgisine, mertliğine ve heyecanına hayrandır. Köse İmam ise, yanılmaz irfan ve basiretin temsilcisidir. İnsanın zih¬ninde, gönlünde fırtınalar kopabilir, ama cemiyet, "Asım’ın yum¬ruğu değil, Köse İmam'ın  itidali ve gösterdiği ilim ve kanun yoluyla ıslah edilecektir. Eser İki bölümde incelenebilir:
1. Köse İmam'la Hocazâde'nîn konuşmaları: Eserin büyük kısmını teşkil eder. Burada, yakın çevreden başlanarak hemen bü¬tün beşerî ve içtimaî mesele ve dertler münakaşa edilir. Her ikisi de dindar, hürriyetçi ve yenilik taraftarı olmakla beraber, Köse İmam, daha muhafazakâr ve tenkitçi, Hocazâde ise biraz daha ye¬nilikçi ve müsamahakârdır. Hocazâde, yaşlı Köse İmam'a karşı yeni nesilleri müdafaa eder. Bu ikisinin nüktelerle dolu münakaşala¬rı ve atışmaları sayesinde; eskilerin ve yenilerin hata ve sevapları ortaya dökülür.
Köse İmam'ın "ahlâk bozukluğu içindeki bu halk ile, bu memleketi, kimin kurtaracağı" sorusuna, Hocazâde'nin "Asım'ın nesli!" cevabı, konuşmaları Asım ve nesli üzerine çevirir. Bundan şüphesi olan Köse İmam'a karşı "Asım'ın neslinin meziyetlerini ve gösterdiği kahramanlıkları sayan Hocazâde, genç nesli öven heye¬canlı hitabesini "Çanakkale Şehitleri" şiiriyle bitirir:
Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların, yükleniyor dördü beşi

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Yaralanmış tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.

"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki islamı kuşatmış, doğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki; a'şara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.

2. Hocazâde ile Asim'ın konuşmaları: Bu bölümde Hoca¬zâde, Asım'a cemiyetimizin neden geri kaldığını ve bir cemiyeti yükselten âmilleri anlattıktan sonra, bugün kendisinden beklene¬nin yumruk kullanmak değil, ilim tahsil etmek olduğunu söyler. Maddî gelişmeler tek başına toplumu mutlu kılmaz; fakat maddî güce sahip olmayan milletler de ahlâk ve faziletlerini koruyamaz¬lar. O halde, Batı'ya ezilmemek, şimdi olduğu gibi onun maddî gücüne boyun eğerek, manen de sefalete düşmemek için, onların bulunduğu seviyeye yükselmek, elde etmeye çalıştıkları "atom" il¬mini müslüman milletler adına öğrenmek lâzımdır... Eser, Akif’in sözünü dinleyen Asım'ın arkadaşlarıyla birlikte Almanya'ya tahsil¬lerini tamamlamak üzere gitmeye razı olmasıyla sona ermektedir.
YEDİNCİ KİTAP: GÖLGELER
İlk şiirler, "Hakkın Sesleri"ndekilere benzer. Ge¬ce, Hicran, Secde  şâirin, birinci Safahat'taki bâzı şiirlerde görü¬len, manevî iç dünyasının ve gönül âleminin ortaya çıktı¬ğı şiirlerdir. Cemiyetin dertleri, savaşlar, felâketlerle uğraşan, inleyen Akif, gönlünün öz duygularını bu üç şiirinde açığa vurmuştur.
Bu kitabın ve Safahat külliyâtının en son şiiri ise 1933’te ya¬zılmış olan, 208 mısralık "San'atkâr”dır. Akif bu şiirinde, "Sanatkâr'ın ağzından, kendisinin hayal kırıklığı ve acılarla geçen ömrünü, duygu âlemini, İslâm dünyasının üzüntü ve ızdırapla dolu hayatını, çok tesirli bir lisanla, kaderine teslim olmuş ama acılı bir edâ ile dile getir¬miştir.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Beyatlı

Kendi Gök Kubbemiz, Türk şiir coğrafyasına hükmeden bir payitaht, geçmiş ile gelecek arasında kurulmuş sağlam bir köprü, duygu ve düşüncelerimizin de zengin bir arşividir. Yahya Kemal'in şiiri, bu kitapta bir uygarlık tasarımı olarak yer almıştır. Gelenek ve modernlik, Doğu ve Batı, bu tasarımın şiir dünyasında buluşurlar.

Yahya Kemal BEYATLI’nın yeni Türkçe ile yazdığıhem iç hem dış bakımdan yeni şiirlerini bir araya toplayan  kitabıdır. “Sizlersiniz bu ânı ışıklarla Türk eden” dediği halkımızın zamanı bile Türk edişindeki mili üslûba hayran olan; ve zamanın bile Türk olanında yaşamak  isteyen Yahya KEMAL her şeyden önce ve tam bir milli bir şairdir.             Ana temalar aşk, ölüm, maziye hasret olarak sıralanabilir. Kitaptaki şiirlerden “Ok” şiiri hariç hepsi aruz vezniyle yazılmıştır. Kitapta şiirler üç grupta toplanmaktadır. “Süleymâniye'de Bayram Sabahı” adlı şiirinin ikinci dizesinde yer alan "Kendi Gök Kubbemiz" birinci bölümü; "Yol Düşüncesi", ikinci bölümü, "Vuslat" ise üçüncü bölümü oluşturmaktadır.

Kendi Gök Kubbemiz bölümünde; Türk milletinin Türkiye topraklarında Türk – İslam senteziyle yarattığı büyük milliyet ve medeniyetin niteliğini, yüceliğini ve güzelliğini terennüm eden şiirler yer almıştır.

Yol Düşüncesi bölümünde; düşünüş şiirleri ve bilhassa ufuk ve ölüm temalarını dile getirdiği şiirleri yer almaktadır.

Vuslat bölümünde; daha çok aşk şiirleri sıralanmıştır.

Yahya Kemal, her mısrasını halis şiir anlayışına en uygun bir musiki cümlesi halinde söylemek için, şiirlerini dünya tarihinde nadir görülmüş bir sabırla,  yıllarını vererek işlemiştir.  Süleymâniye'de Bayram Sabahı, onun, en uzun zamanda bütünlenen şiirlerindendir.





Birinci bölümdeki şiirler :

-Süleymâniye'de Bayram Sabahı

-Açık Deniz

-Itrî

-Bir Tepeden

-Bir Başka Tepeden

-Akıncı

-Mohaç Türküsü

-Siste Söyleniş

-İstanbul Fethini Gören Üsküdar

-Hayâl Şehir

-Ziyâret

-Atik-Valde'den İnen Sokakta

-Üsküdar'ın Dost Işıkları

-Hayâl Beste

-Eski Mûsıkî

-O Rüzgâr

-Mevsimler

-Koca Mustâpaşa

-Gece

-Akşam Mûsıkîsi

-İstinye

-Eylül Sonu

-Fenerbahçe

-Maltepe

-Bedri'ye Mısralar

-Karnaval ve Dönüş

-İstanbul Ufukta'ydı

-Mihriyâr

-İstanbul'un O Yerleri

-Ok

-Kaybolan Şehir

-1918



İkinci bölümdeki şiirler :

-Yol Düşüncesi

-Sonbahar

-Düşünce

-Sessiz Gemi

-Rindlerin Hayatı

-Rindlerin Akşamı

-Rindlerin Ölümü

-Ufuklar

-Deniz Türküsü

-Uçuş

-Gezinti

-Moda'da Mayıs

-Geçiş

-Düşünüş

-Duyuş Ve Düşünüş

-O Taraf

-Bir Dosta Mısrâlar

-Bir Yıldız Aktı

-Gurbet

-Hüzün Ve Hâtıra

-Gece Bestesi

-Mâverâda Söyleniş

-Mehlika Sultan



Üçüncü bölümdeki şiirler :

-Vuslat

-Telâki

-Ses

-Deniz

-Erenköyü'nde Bahar

-Bahçelerden Uzak

-Geçmiş Yaz

-Hatırlatan

-Eski Mektup

-Aşk Hikâyesi

-Viranbağ

-Güftesiz Beste

-Nazar

-Özleyen

-Ric'at

-Çin Kâsesi

-Bergama Heykeltraşları

-Endülüs'te Raks

-Altor Şehrinde

-Eski Pâris

-Büyü Şiir

-Sicilya Kızları

-Cin'ler

-Hayâli Söyleniş

-Madrid'de Kahvehâne



Kendi Gök Kubbemiz, Türk şiir coğrafyasına hükmeden bir payitaht, geçmiş ile gelecek arasında kurulmuş sağlam bir köprü, duygu ve düşüncelerimizin de zengin bir arşividir. Yahya Kemal'in şiiri, bu kitapta bir uygarlık tasarımı olarak yer almıştır. Gelenek ve modernlik, Doğu ve Batı, bu tasarımın şiir dünyasında buluşurlar.

Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz'in altında yerli hayatın tam bir ansiklopedisini kurgulamıştır. Sözün manevi derinliği, bu eserin sayfalarında musikinin ses iklimine karışır ve mimari ile gündelik hayat, toplumsal varoluşa kişilik kazandırır.

Sonuçta anlatılan bizim hikayemiz, coğrafyadan vatana doğru uzanan tarihsel yolculuğumuzdur. Titiz sözcük işçiliği, temelleri uygarlık toprağımıza atılmış biçim anlayışı ve önerdiği hayat felsefesi üzerinde yükselen bu poetik zirve, Türk şiiri adına dikilmiş görkemli anıtlardan birisi olarak çağdaş edebiyatımızda yerini almıştır.

Daha Selanik İdadisi'nde "Esrâr" takma adıyla şiirler söyleyen Yahya Kemal , "şiire bir aşkla başladım" demekte, ilk şiirini mahallelerinde oturan Redife adındaki genç kız için "türkü güftesi olarak" yazdığını belirtmektedir. İlk yayımlanan şiirinin, hiç görmediği İstanbul'u "tasvir eden" "Hâtıra" adlı ve "mübtedi gençlerin pek bilmediği muzâri vezni ile yazılmış bir manzume olduğunu" belirten Yahya Kemal, bu ilk ürününün İstanbul'da yayımlanan Terakkî mecmuasında çıktığını bildirmektedir. İstanbul'a geldikten sonra Tevfik Fikret'in, Cenap Şahabettin'in şiirlerini tanıyan Yahya Kemal, Servet-i Fünun şiirinin etkilerini taşıyan gençlik şiirlerini Ağâh Kemal imzasıyla İrtika, Mâlumat dergilerinde yayımlamıştır. Bu yıllarda, akrabalarından Abdurrahmanpaşazade İbrahim Bey'in evinde Hacı Arif Bey yönetiminde yapılan icra fasıllarını izleyerek Türk müziğini yakından tanımış, klasik bestecilerimizi derinden anlayıp sevmiştir.

Paris'te bulunduğu yıllarda Fransız sembolistlerinin yapıtlarına yakınlık duyan Yahya Kemal, şunları yazmaktadır: "Gerçi Hugo'yu iyi anlıyordum, gerçi Gautier'yi ve De Banville'i iyi anlıyordum, gerçi Baudelaire ve Verlaine'i sıtmalı bir ibtilâ ile seviyordum, gerçi şahsî şairliğin en son numuneleri olan Maeterlinck, Verhaeren gibi şiirleri yakından biliyordum, lâkin zevkim, bütün bu şairlere nispetle çok geri sayılan Jose Maria de Heredia'nın şiiri üzerinde durmuştu".

Yahya Kemal Heredia aracılığıyla, sonraki yıllarda şiir anlayışını kökten değiştirmesine yol açacak Latin ve Yunan şiirini tanımış, Heredia'nın sonnet'lerinde "şiirin asıl madenine eliyle dokunduğu" duygusuna kapılmıştır. Paris'te Yahya Kemal'i derinden etkileyen ve tarih görüşünün oluşmasını sağlayan ikinci kişilik Albert Sorel olmuştur.

Bu iki etkiyle Türkiye'ye dönen Yahya Kemal, 1918'de Yeni Mecmua'da yayımladığı şiirleriyle büyük ilgi uyandırmış, daha sonra Edebî Mecmua, Şair, Büyük Mecmua, Şair Nedim, Yarın, İnci ve kendi kurduğu Dergâh dergilerinde yer alan yapıtlarıyla kendisini bir yol açıcı olarak kabul ettirmiştir. Bir anlamda modern Türk şiirinin başlatıcısı sayılan Yahya Kemal, "Hayal Şehir" adlı şiiriyle İnönü Sanat Armağanı'nı kazanmıştır (1948).


Bir milleti, millet olarak yaşatan ve şahsiyet sahibi kılan en esaslı unsur, milli kültürdür. Kaynağını milletin tarihinden, dil, din, ahlâk, sanat ve geleneklerinden alan milli kültür, milli dayanışmanın, birlik ve beraberliğin temelidir.
Milli kültür milli şuuru yaratır. Milli şuurunu kaybeden milletler, teknolojide ilerleseler dahi, benliklerini ve istiklâllerini koruyamazlar.
Yahya Kemal, keskin bir gözlemci gücü ile duru bir anlatım kabiliyetini birleştirerek kaleme aldığı şiirlerinde aruz veznini kullanmasına rağmen modern şiirin izlerini de okuyucuya hissettirmekte; geçmişle geleceği, tasavvufla Yunan ve Latin kültürünün izlerini birbirine tezat oluşturmayacak şekilde kaynaştırmayı becerebilmiş seçkin şairlerimizdendir. Yahya Kemal’in  kitabında dikkati çeken bir başka özellik ise O’ndaki İstanbul sevdasının şiirlerine yansımasıdır. Hatta bununla ilgili bir anekdot da anlatılır :
Milletvekili olarak Ankara’ya gidince meclisteki her sohbetinin konusu İstanbul olmaktadır. Ancak, bu duruma Dr. Adnan ADIVAR biraz içerlemiştir. Ne de olsa burası da vatan toprağıdır. Üstelik, kurtuluş mücadelesinin de başkentidir. Sorar :
-          Üstad, varsa yoksa İstanbul. Şu Ankara’nın hiç mi bir şeyini sevmedin ?
-          Sevmez olur muyum, sevdim tabii…
-          Peki nesini ?
-          İstanbul’a dönüşünü…
İstanbul aşığı Yahya Kemal’e atfedilen bu anekdotun gerçekten yaşanıp yaşanmadığı kesin değildir.  Ancak, şairin şiirlerinde bu sevgiyi her mısrada görmek mümkündür.  Şair bu sevgisini milletine ve memleketine olan tutkusuyla bütünleştirebilmiş ve milli kültürümüzün ve milli şuurumuzun güçlendirilmesine değerli katkılarda bulunmuştur.

SÜLEYMANİYE'DE BAYRAM SABAHI

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükunette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarinin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsî tepeyi;
Taşımış harcını gaazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimariyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları...
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Senelerden beri rü'yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i
Ne kadar saf idi siması bu mü'min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimari mi ulvi eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgârını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgârını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir baska zaferden geliyor:
Kosova'dan, Nigbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan...
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mı? Budin, Egri ve Uyvar'dan mi?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı.


25 Ekim 2012 Perşembe

ŞİİR DİLİ (SANATSAL DİL) NEDİR?

ŞİİR DİLİ
Coşku ve heyecana bağlı edebi metinlerde dil, sanatsal (şiirsel) işlevi ile kullanılır. Sanatsal işlevde kullanılan dil, edebi sanatlar ile, karşılaştırmalarla, çağrışım gücü yüksek sözcüklerle  imgeler oluşturur, sözcükleri daha çok yan ve mecaz anlamlarda kullanır. Edebi metinlerde dil şiirsel işlevde kullanılır.

Şiir dilinde doğal dilin savruk, dağınık, doğrudan anlatımlı özelliklerinden farklı bir ifade tarzı vardır.

Günlük konuşma dili doğal dil kavramı ile adlandırılır. Şiir dili, bu doğal dilden çok farklı, hayale, çağrışımlara, farklı anlaşılmalara meydan veren bir dildir.