ahmet hamdi tanpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ahmet hamdi tanpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ocak 2014 Cumartesi

ÖZ ŞİİR ANLAYIŞINI SÜRDÜREN ŞAİRLER-SAF ŞİİR ANLAYIŞINI SÜRDÜREN ŞAİRLER

ÖZ ŞİİR ANLAYIŞINI SÜRDÜREN ŞAİRLER,SAF ŞİİR ANLAYIŞINI SÜRDÜREN ŞAİRLER,NECİP FAZIL KISAKÜREK,BİR ADAM YARATMAK ÖZETİ,ahmet hamdi tanpınar,huzur romanının özeti,Om Mani Padme Hum,fransız sembolistler
 
Öz Şiir Anlayışını Sürdüren Şairler

1. NECİP FAZIL KISAKÜREK (1905 – 1983)
  • Şiirleri ve tiyatrolarıyla ün kazanmış usta bir yazardır.
  • “Büyük Doğu” ve “Ağaç” dergilerini çıkarmıştır.
  • Fransız sembolistlerinden ve halk şiirinden yararlanarak heceyle kendine has, başarılı şiirler yazmıştır.
  • İlk dönem şiirlerinden sonra mistik konuları, madde ve ruh ilişkisini, insanın evrendeki yerini konu edinen şiirler yazmıştır.
  • “Kaldırımlar” şiiriyle geniş bir kesim tarafından tanınmış ve sevilmiştir.
  • Şiirlerini “Çile” başlığı altında bir kitapta toplamış ve bu kitapta şiir anlayışını düzyazı olarak anlatmıştır.
  • Eserleri:
  • Şiir: Örümcek Ağı, Kaldırımlar, Ben ve Ötesi, Sonsuzluk Kervanı, Çile
  • Oyun: Tohum, Bir Adam Yaratmak, Künye, Sabırtaşı, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, Reis Bey, Yunus Emre, Abdülhamit Han, Ahşap Konak, Siyah Pelerinli Adam
  • Öykü: Hikâyelerim
  • Roman: Aynadaki Yalan
  • Anı: Yılanlı Kuyudan
2. AHMET HAMDİ TANPINAR (1901 – 1962)
  • Şiir, öykü, roman, edebiyat tarihi, makale, deneme alanlarında eserler vermiştir.
  • Eserlerinde Doğu-Batı çatışması, “rüya” ve “zaman” kavramları, “geçmişe özlem”, “mimari” ve “musiki” öne çıkar.
  • “Ne içindeyim zamanın! Ne de büsbütün dışında” dizeleri onun zamanı kavrayışının özünü vermektedir.
  • “Bursa’da Zaman” şiiri geniş bir kesim tarafından sevilmiştir.
  • Ahmet Haşim’in özellikle de Yahya Kemal’in etkisinde kalmış, Sembolizmden etkilenmiştir.
  • Romanlarında psikolojik tahlillere önemle eğilen yazarın; kendine has bir üslubu vardır.
  • Yazarlığı dışında İstanbul Üniversitesi’nde edebiyat profesörlüğü, milletvekilliği de yapmıştır.
  • “Beş Şehir” adlı önemli deneme kitabında Ankara, Erzurum, Bursa, Konya ve İstanbul’u anlatmıştır.
  • “Huzur” romanı, aşkı, psikolojiyi ve Doğu-Batı karşıtlığını içerir; roman kişilerinin adlarının verildiği dört bölümden oluşur: İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz.
  • Eserleri:
  • Şiir: Bütün Şiirleri
  • Roman: Mahur Beste, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur, Sahnenin Dışındakiler, Aynadaki Kadın.
  • Öykü: Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Yaz Yağmuru.
  • Deneme: Beş Şehir, Yaşadığım Gibi.
  • Makale – İnceleme: Yahya Kemal, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Üzerine Makaleler.
3. AHMET MUHİP DIRANAS (1908 – 1980)
  • Şiirleriyle tanınmakla birlikte tiyatro eserleri de vardır. Fransız sembolizmiyle Türk şiir geleneğini başarıyla kaynaştırmıştır.
  • Hece ölçüsüyle biçimsel mükemmelliğe önem verdiği şiirler yazmıştır. Aşk, insanın iç dünyası gibi bireysel duyguları işlemiştir.
  • Kar, Olvido, Ağrı ve Fahriye Abla şiirleriyle sevilmiştir.
  • Eserleri:
  • Şiir: Şiirler
  • Oyun: Gölgeler, O Böyle İstemezdi. 
4. CAHİT SITKI TARANCI (1910 – 1956)
  • Otuz Beş Yaş, Desem ki ve Gün Eksilmesin Penceremden şiirleriyle tanınır.
  • Şiirlerinin çoğunda ölüm konusunu işlemiştir.
  • Romantizm ve sembolizmden etkilenmiştir.
  • Hece ölçüsüyle yazdığı şiirleri de serbest şiirleri de vardır.
  • Şiirde biçime, kafiyeye ve ahenge önem vermiştir.
  • Eserleri:
  • Şiir: Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel, Ömrümde Sükût, Sonrası
  • Mektup: Ziya’ya Mektuplar
5. ASAF HALET ÇELEBİ (1907 – 1958)
  • Hiçbir akıma girmeyen kendine has bir şairdir.
  • Gençlik yıllarında divan edebiyatından etkilendi. Gazeller ve rubailer yazdı.
  • 1937′den sonra serbest ölçü kullanmaya ve Batı şiirinin tekniklerine yönelmeye başladı.
  • Şiirlerinde dinlerden, ideolojilerden, toplumsal olaylardan çok Anadolu-İran-Hindistan çizgisi üzerinde uzanan bir yaşamın görünümlerini sesler aracılığıyla dile getirdi.
  • Eserleri:
  • Şiir: He, Lâmelif, Om Mani Padme Hum

18 Şubat 2013 Pazartesi

Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar

Osmanlı toplumunun Tanzimat ile birlikte yaşadığı değişimler.
           Behcet Bey yetmiş yaşında, geçmişte takılıp kalmış, çekingen kendi dünyasında bir ihtiyardır. Sevmediği, asık suratlı hizmetçisi ile birlikte yaşamaktadır. Onu hayatının zarureti olarak görür.Hizmetçisi Şerife Hanım hatıralarından süzülen tek canlıydı ve çok şey ifade ederdi. Behçet Bey ürkek, hassas, iç dünyasıyla meşgul, yalnız bir insandır. Bu da onu darülmihan diye adlandırılan bir yalnızlığa sürüklemiştir. Evi estetiksel kaygının şahane tablosu gibidir. Behçet Bey eski, güzel, renkli şeyleri sever. Antikacı dükkanında saatler geçirir, buna rağmen o sanat meraklısı değil şairdir.
            Dost meclislerinde şarkılar, besteler okunurken o dışarı çıkmaz, saat tamir etmek kitap ciltlemekle   vaktini geçirirdi. Bu işler en büyük zevkiydi. Onlara marazi denilecek bir sevdayla bağlıydı. Hatta sevdiği kitapları koynuna alır çocukların oyuncağıyla yatması gibi onlarla uyurdu.
             Behçet Bey otuzbeş yıl  evvel karısı  Atiye’yi kaybetmiştir. Belki  de kocasına ve bu monoton hayata tahammül edemediğinden genç yaşta ölmüştür. Saatlere ve kitaplara harcadığı zamanı karısı için harcamamıştır. İstemedende olsa karısını incitmiştir. Karısı ölmeden evvel bu konuda sitemini dile getirmiştir.”Bey işte ölüyorum.Darülmihanda bir kadına lüzum yok.bundan böyle kitapların ,saatlerin ve ciltlerin ile meşgul ol; kimse seni rahatsız etmez” demişti. Bu içten gelen sitem zavallı kadının nasipsiz ömründen alabildiği biricik intikamdı. İşin trajik yanı bunca yıl geçmesine rağmen Behçet Bey’in hala masumluğuna inanması ve bu ölümü kadın inadına bağlamasıydı.
             Cavide Hanım Behçet Beyin ablasının torunu, genç yaşta dul kalmış bir kadındır. Behçet Bey onu konağa  davet etmiştir. Ama alıştığı düzenin  bozulmasından korkmaktadır. Yenilik ve değişiklik onun hazmedemediği iki kavramdır. Ancak merhamet ettiği bu kızı ve     gençliği güzelliği ile evde estireceği yeni havayı kabullenmiştir.
               Odasında duran antika bir aynayı eline alarak Necip paşa konağını düşünmeye başladı. Şimdi Behçet Bey 15-16 yaşlarında toy bir delikanlıydı.Kulağına Necip Paşa konağından saz sesleri geliyordu.  O Konaktan antikacıya geçen bu aynayı Behçet Bey satın almıştır.Bu komşu konağın hanımefendisi babasının eski sevdalısı Tarıdil Hanım, konağın yaşantısı  onların musıkiye olan düşkünlükleri, orada yetiştirilen cariyeler, bu cariyelerin aynayı kullanma ihtimalleri, o cariyelerden biri tarafından  kendisine atılan gül gözünün önünde canlanmıştı.
                                                           BABA İLE  OĞUL
              Behçet Bey’in babası İsmail Molla çok ölçülü fakat biraz pervasız, açık yürekli, sert, mağrur, otoriter bir insandır. Dinamik renkli ve uçarıdır. Çapkınlığı erkekliğin bir gereği sayardı.
              İhtiyarlık zamanında dönemin padişahı Abdülhamit’in emriyle görev yeri Hicaz olarak belirlenmiştir. Behçet Bey o sıralar ondokuz yaşındadır. Yatılı okula  verilmiştir. Annesi ve bakıcısının yoğun ilgisinden sonra ona bu hayat zor gelmiştir. Bir kadın kadar içli duygusal, pısırık, fazla nezaketliydi. Aşırı utangaç, ahlaklı bir gençtir. Çok çalışkandır. Kitapları ve onlarla ilgilenmeyi çok sever.
              Onun bu pısırık, içine kapanık, utangaç halinden babası hiç hoşnut değildir. Hatta baba yüreğini sızlatmaktadır. Onun yazdığı mektupları sayfalarca anlattığı gereksiz ayrıntıları tahammül gösterip onu incitmekten kaçınmıştır. Ona tahammül etmeyi öğrenmiştir.
              İsmail Molla orada karısını kaybetmiş görev süresi dolunca geri dönmüştür. Döndüğünde büyük bir sürprizle  karşılaşır. Oğlu okulunu bitirmiş, Şura-yı Devlet üyesi olmuştur. Padişahın emriyle İsmail Molla’nın eski arkadaşı olan Ata Molla’nın kızı Atiye hanımla evlendirilmektedir. Sebebi ise şehzadelerden biri Atiye Hanıma aşık olmuş onunla evlenmek istemektedir. Padişah ise böyle bir çözüm yolu bulmuştur. Ata Molla’nın en değerli kızıdır bu durumdan memnun değildir fakat emre karşı gelememektedir.
             Ata Molla İsmail Molla’nın eski ders arkadaşıdır. Şu anda dargındırlar. Ata Molla geçimsiz kalleş, hırslıdır. Üst makamda bulunanları yerden yere vurur. Abdülhamit devrinden şikayetçidir.
                                                     İKİ   DÜNÜR
              İki dünür zamanında ders arkadaşıydılar, araları gayet iyi idi. Padişahın İsmail Molla hakkında ne düşündüğünü sorması üzerine Ata Molla’nın çocukluktan beri içini kemiren kıskançlık birden şahlanmış ve ona ömrü için felaketli olan bir yanlış yaptırmıştı. Hünkarı beğendiğini bildiği arkadaşını övdükten sonra onu Kara Çelebizade Abdülaziz Efendiye benzetmiştir. Bu sözle   onu büyük  bir alime benzeterek övüyor bir yandan da tehlikeli bir şahsiyet olduğunu  belirtiyordu. Padişah  bu cevabı küstahlık saydı bir daha huzura almadı. Bu olay iki dünür  arasında kanayan bir yara gibi hep kalmıştır. Ata Molla Behçet Beyi beğenmemekte kızına layık bulmamaktadır.   
                                      BEHÇET BEY’İN EVLİLİK YILLARI
              Behçet Bey öyle mahçuptu ki evlendikleri gün kendisinden birbuçuk karış uzun olan bu güzel kadına  ne diyeceğini bilemedi.O Behçet Bey’e  ait bir nergis çiçeği gibiydi. Ama Behçet bey’de ona sahiplenecek cesaret yoktu. Evliliklerinin ilk gecesi beklenenin aksine uyuyarak geçti. Ama Atiye Hanım kararını  vermişti; Genç kadın alnına  yazılan bu adamı sevmeye uğraşacak ona sadık bir eş olacaktı.
              Behçet Bey bu hassas kadının ulvi duygularını anlayabilecek yaratılışta değildir. O herşeyi kendi değer yargılarıyla ölçmektedir. Karısını daima  kendinden üstün bulur. Bu sebeble de hep kendini ondan uzak tutar. O kadar güzel ve iyi olmasa onu daha çok sevecektir.
              Atiye ile İsmail Molla birbirlerine  çok iyi uyum sağladılar. Atiye musikiye olan düşkünlüğü kadar siyasetten tarihten de anlar o konuları saatlerce tartışabilirdi. Birlikte çok güzel vakit geçiriyorlardı, çok iyi dost olmuşlardı. Atiye Hanım istese boşanabilirdi ama o kocasına kıyamaz kayınpederini de üzmek istemezdi.
              Behçet Bey karısının kendisini bırakıp gitmesinden çok korktuğu için babasının “Mahur Beste” den bahsetmesine engel olmak istemiştir. Bu eser Talat Bey’in dir Kocasını terk eden kadının acıklı öyküsünü anlatıyordu. Atiye bu engellemenin nedenini biliyordu. Atiye’ye göre bu hayata renk katmanın bir yolu var o da kocasının politikaya girmesiydi.
                                                  GARİP BİR İHTİLALCİ
              Bu bölümden itibaren söz konusu evlilikten bir malumat alınamaz.Bu yazar tarafından bilinçli yapılan bir kopukluktur.
              Sabri Hoca İsmail Molla’nın arkadaşı, politikanın yuttuğu bir insandır. Medrese tahsilini parasızlık yüzünden yarıda bırakmış ve politika  aşkı ile devrin olayları içinde bulunmuş, insan sarrafı garip biridir.
             Abdülaziz’in hal’i sırasında Mithat Paşa’nın yanında bulunmuş, Suavi olayında ön sırada yer almıştır. Jön Türklerle münasebeti de başlamıştır. Abdülhamit aleyhindeki propagandalara katılmıştır. İmparatorluğun içinde bulunduğu durumu görerek ümitsizliğe kapılıp köşesine çekildi. Ona göre şark ölmüştü hünkarı indirmek birşey değiştirmezdi. İsmail Molla ise kötümser değildi. Bir kültürü asimile  etmek bir inanışı fosilleştirmek oldukça güçtü.
             Atiye küçükken kendisiyle oynamaktan garip bir heyecan duyduğu aynı zamanda akrabasıda olan Refik Bey’in eğitim için gittiği yurt dışından döndüğünü duyunca tadı kaçmıştır. Refik Atiye’yi, Atiye’de onu hiç unutmamıştır.
                                          HISIM AKRABA ARASINDA             
         Halit Bey   şişman sevimli bir adamdı. Hiddetli görünüşlü ama daima neşeli biridir. Baba parasıyla geçinir, gece alemlerine düşkündür. Paralar suyunu çekmeye başlayınca miras takibine başlamış açtığı davaları  takip sırasında avukatlarla girdiği münasebetler yıllarca sürmüştür. Bu dava takipleri sonucu tedavisi mümkün olamayan “adalet hastalığına” tutulmuştur.
             Karısıyla evlenebilmek için satranç öğrenmiştir. Bu pek sevmediği oyundan kurtulabilmek için kayınpederi Ata Molla ile karşılaşmalarında uyuya kalmaya başlayınca Ata  Molla tahammül edememiş iç güveysi olarak girdigi konaktan karısınıda alarak ayrılmıştır.
                                                ESKİ BİR KONAK
         Halit Bey’in konağında iki süt nine vardır. Adile Hanım, Esma Sultandan saray terbiyesi almış, çatık kaşları, dehşet verici mimikleriyle otorite sağlayan sert, titiz, mağrur bir hanımdır. Halit Bey’in anneannesi Buyidil Hanım ile eski kapı yoldaşıdır gelip onun konağına yerleşmiştir. Annesi Sıdıka hanıma süt ninelik etmiş ayrıldığı konağa yıllar sonra gelerek Sıdıka hanımın çocukları ile bizzat ilgilenmiştir .
            Sıdıka hanımın kocası  Sırmakeş Nuri Bey tayinini beğenmediği için resmi görevinden ayrılmış, sarraf Agop Efendinin tavsiyesi ile sırmalı eşya satmaya başlamıştır Saniye Hanım Nuri Beyin süt ninesidir Nuri Bey onunla yaşardı. O eğlenmeyi çok severdi ama moda olan alafranga eğlencelerle Beyoğluna düşkünlüğü yoktu mahalle kahvesinde rakı yudumlamayı tercih etmiştir.
        Birgün arkadaş tavsiyesi ile umuma açık olmayan, parola ile girilebilen bir sefahat evine gitti ordan  bir kız seçti ama gecenin ilerleyen saatlerine doğru o günlerde İstanbul da sıkça görülmeye başlanan  bir yangın çıktı. Bu yangında evin sahibi Nerkis Hanım yıllardır biriktirdiği altınların, elmasların derdine düşüp çiğnenerek can verdi. Nuri Beyi ise tulumbacı takımından Ali kurtarmıştı. Ali sonra konağın kahyası olmuştur. Bu yangın  Nuri Bey’de bazı tesirler bırakmıştır. Olayı kendisine gönderilen bir ilahi mesaj olarak almış, dünyadan el etek çekmek istemiştir. Hayatını mistik bir arayış devresi hüküm sürdü. Tarikata girdi. Nefesler besteledi. Semazenlere konuk oldu. Sonunda Sıdıka Hanımla evlendi.
                MAHUR BESTE HAKKINDA BEHÇET BEY’E MEKTUP
        Bu bölümde Ahmet Hamdi Tanpınar Behçet Bey’in kendisine yazdığı serzeniş yüklü mektuba cevap verir. Yazar yanıt verirken okuyucunun şüphe ve meraklarını gidermeye çalışır. Behçet Bey’i bambaşka bir şahsiyet gibi karşısına alır. Onunla yüzleşir. Yazar onu hayatla ve benliğiyle tanıştirmak için unutmuş hikayesini yarı bırakmış hatta kötü göstermiştir. Çünkü “olduğumuz gibi” ile “olmak istediğimiz gibi” kavramları farklıdır. Bu yüzden Tanpınar Behçet Bey’in kendi hikayesini “hatırat” gibi kaleme almasına engel olmuş; objektifi yakalamaya çalışmıştır.
        Üstad, Behçet Bey’i dinlerken yıllarca kapısı açılmamış bir eve girdiğini sanır. Birdenbire bu kapının gündelik hayata nasıl, hangi sebeblerle kapandığını merak eder.”Mahur Beste” bu meraktan doğar.
Behçet Bey  esasında yazara göre çok “velut” tur. Kitapta ismi geçen şahısları hep ondan öğrenmiştir.Nihayet yazar Behçet beyin tek bir zaman parçasından ibaret olmadığını onunda bir zamanı olduğunu kavrar. Onun için hal hatırlama anıyla sınırlıdır. Behçet Bey onu sokağa çıkarır.


Tanpınar mektubunda  Atiye’yi sabrından dolayı takdir etmektedir. Refik Bey’den ve Atiye’den bahsetmemesinin sebebini yine Behçet Bey de bulur. Onların sonunu yazardan, Behçet Bey gizlemiştir. Halbuki Refikin zatürreden öldüğünü saklamanın ne lüzümu vardır.
          Behçet Bey mani olduğu için “Mahur Beste” ve Talat bey’den üstünkörü bahseder.  O kainatın kendi etrafında dönmesini ister. Ama hayat herkesle beraber yürür. Hayatta başka insanlar başka  kahramanlar da vardır. Tek kahramanlı hikayeler Tanpınar’ın canını sıkar. Buna rağmen o Behçet  Bey’i yarım bırakmayacaktır. Biraz sabra ihtiyaç vardır.
    Not : ”Mahur Beste” yarım kalmış bir eserdir ama yazar Behçet Bey’e verdiği sözü tutar. Yazarın “Huzur” ve “Sahnenin Dışındakiler” adlı eserlerinde önemli bir motif olan “Mahur Beste” teması önemli yer alır.

    Ahmet Hamdi Tanpınar, Osmanlı toplumunun Tanzimat ile birlikte yaşadığı değişimleri,  Behçet Bey’in etrafında gelişen olaylar zinciri halinde Mahur Beste’de yansıtır. Eski ile yeni, doğu ile batı çatışmasının girdabında şekillenen bu çöküş dönemi kimlikleri, ilmiye sınıfından sokaktaki insana kadar geniş bir yelpaze içinde, kaçınılmaz bir uygarlık tartışmasının sözcüleri olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Eserde  İstanbul’un Konak hayatı, kadın dünyası ve gündelik ilişkiler arasında yazar gezinir durur. Düş kırıklığı, isyan ve umutsuzluk arasında bir çıkış yolu arayan bireylerin durumu anlatılırken bu seyahat yazarın kaleminden hüzünlü bir şiire dönüşmüştür.
    Roman sekiz bölüm halinde yazılmıştır. Karakterler mazinin koridorlarında dolaşır, konuşur, düşünür ve duyar. Çok uzun cümleler kullanılmış tasvirler oldukça teferruatlı yapılmıştır. Olayların akışında belirli bir sıra gözetilmemiş, bazen olaylara başlanmış devamı getirilmemiştir. Sanki bu durum bir unutulmuşluğu, bir uyuşukluğu anlatır gibidir. Fakat yazarın gerçekçi gözlemleri ayrıntıyı kaçırmaması, dikkati ve sosyal, tarihsel felsefesi  bu neticeyi çürütür.
 Yazar  zamanın ve saatlerin baş döndürücü musıkisi eşliğinde, çok eski şeylerden,  eski insanlardan, geçmişteki olaylardan bugünden bahseder gibi çok canlı eleştirilerle, düşüncelerle söz eder. Ana karakterin hayatını günışığına taşımaya çalışırken başka konular, başka renkler içinde onu unutmuş gibidir. Mahur Beste yazarın irdeleyiş tavrı, şiirsel tasvir anlayışı ve cümlelerin uzunluğu sebebiyle yazılış maksadı güç sezilebilen bir roman olarak karşımıza çıkar.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar

İki insan arasındaki aşkta gelenek ve gelişmenin birlikte yaşanması
Romanın kahramanı olan mümtaz, küçük yaşta ve kısa aralıklarla babasını ve annesini kaybeder. Bu olay onu çok üzmüştür; özellikle babasının öldürülüşü, evlerinin yanışı, annesiyle birlikte doğup büyüdüğü yerden kaçarcasına uzaklaşmaları onun hafızasında derin izler bırakmıştır.
      Annesini de kaybedince büsbütün yalnız kalan Mümtaz, önce Adana’daki yakınlarının yanında bir süre kaldıktan sonra İstanbul’a gelir. İhsan ve karısı Macide ile birlikte, Onların Şehzadebaşı’ndaki evlerinde oturmaya başlar. Önceleri büyük bir gurbet duygusu ve yalnızlık içinde kıvranan Mümtaz, Macide’nin iyi kalpliliği sayesinde kısa zamanda yeni hayatına alışır.
      Galatasaray lisesi’nde tarih öğretmeni olan İhsan, Mümtaz’a hem dost ve arkadaş olur, hem babalık hemde öğretmenlik yapar. Mümtaz, hayata, insana, tarih’e ve sanat’a bakmasını ondan öğrenmiştir.
      Mümtaz, Galatasaray lisesi’ni bitirdikten sonra Avrupa’da tahsilini tamamlamış, sonra İstanbul’a dönerek, Edebiyat Fakültesi’ne asistan olmuştur. Bir yandan da şiirle uğraşan Mümtaz, Emirgan’da bir ev tutmuş ve oraya yerleşmiş olmasına rağmen, vaktinin büyük bir bölümünü İhsanlarda geçirir. İhsan’ın hastalığı, ilaçlar, doktor bulma, kiracıdan kirayı alma gibi evin birçok işlerinide yüklenmiştir.
      Romanın birinci bölümünde olaylar, bir gün içinde tamamlanır. İkinci bölümünde Mümtaz, bir yıl öncesine, Nuran’la tanıştığı günlere döner.
      Mümtaz Ada vapurunda İclal ile Muazez’in uzun zamandır dillerinde düşürmedikleri Nuran ile tanışır. Bu kısa yolculuk sırasında birbirinden çok hoşlanırlar.Yalnız Nuran’ın kızı Fatma, bundan pek memnun olmaz ve her fırsatta hırçınlığını belli eder.
      Böylece başlayan aşinalık, kısa zamanda temiz bir aşk oluverir. Sık sık buluşurlar. Tanpınar’a göre Mümtaz ile Nuran’ın aşkı dünyanın en alışılagelmiş, sık tesadüf  edilen aşklarından birisidir.Yani birbirini seven iki kişi ile araya giren bir üçüncü insan veya engele bağlı bir üçüzlü aşk...
      Mümtaz, Nuran’a o kadar alışmıştır ki onu kendi varlığının bir parçası kabul eder. Ona karşı maddi bütünleşmeyi sağlayan bir yakınlık değil; aralarında mevcut olan bir çok tarafları ile bütünleşmek gibi kutsal bir istek duyar. İçindeki temiz duygulara güvenerek Nuran’a evlenme teklif eder.
      Nuran teklifini kabul etmiştir. Fakat Mümtaz, evlenmek için ne kadar acele ediyorsa, Nuran o kadar yavaştan almaktadır. O daha önce yaptığı evlilikte aradığını bulamamış, kocası, metresi ile gidip Nuran’ı bırakınca kızı fatma ile tek başına dul kalmıştır.
       Mümtaz, Nuran’ı  görmek için İskeleye indiği bir sırada Nuran’ın ayrıldığı kocası Fahir’le karşılaşır. Fahir’in metresi Emma’da oradadır. Nuran onları görmezlikten gelmeye çalışır, fakat kızı Fatma, koşarak babasının bacaklarına sarılır. Nuran sesizce kızını alır ve oradan uzaklaştırır. Bu hadise Mümtaz’ı  çok üzmüştür. Geleceğinin  nasıl acılar ve hangi engellere bağlı olduğunu görmüştür.
      Kısa bir süre sonra evlenme hazırlıkları başlar. Haber kısa zamanda duyulur. Nuran’ın dayısı ve arkadaşları bu habere sevinirler. Bir yığın kötü şartlar ve engellere rağmen nikah bir hafta sonra Bursa’da kıyılacaktır.
      Düğün hazırlıkları sürüp giderken, öteden beri Nuran’ı sevmekte olan Suat’tan Nuran’a bir mektup gelir. Mümtaz büyük bir ümitsizliğe ve karamsarlığa düşer. Çünkü o Suat’ı tanımaktadır. Suat her istediğini yapan, her istediğine kavuşmak isteyen ihtiraslı bir insandır. Suat, ağır hasta olarak bir sanatoryumda yatmaktadır. Ve mektuplarının arkası kesilmez. Nuran her mektubu Mümtaz’a gösterir. Mümtaz ise, Suat’a kızmadığı gibi, onda değişik bir taraf bulunduğundan ilgi duymaya bile başlar.
      Bir süre sonra Suat, Mümtaz ve Nuran’ın da bulunduğu bir yemek toplantısına katılır. Saz üstadları Cemil ve Emin beylerin de katıldığı bu musiki meclisinde gece geç saatlere kadar süren eğlenceden Suat, garip bir şekilde veda ederek ayrılır. Misafirlerin gitmesinden hemen sonra Mümtaz ve Nuran kısa bir gezinti için dışarıya çıkarlar. Döndüklerinde evlerinin ışığının yanmakta olduğunu görürler. Önce telaşa kapılır, sonra hizmetçinin gelmiş olacağını düşünerek rahatlarlar. Fakat kendilerini korkunç bir manzara beklemektedir: Suat, bu ışığı yanan odada kendisini asarak intihar etmiştir.     
      Nuran’ın tanıdıkları sayesinde olayın genişlemesi, basına yansıması önlenir ama gerek Mümtaz, gerek Nuran bu olaydan kendilerine büyük birer pay çıkararak vicdan azabı duyarlar.
      Çok geçmeden Nuran, Mümtaz’a bir not bırakarak Bursa’ya gittiğini ve bundan sonra kesinlikle evlenmiyeceğini bildirir.
      Böylece herşey altüst olmuş, başlanılan noktaya gelinmiştir. Mümtaz evini bırakır, İhsanlara yerleşir. Ancak İhsan’ın durumu çok ümitsizdir. Ağır krizler geçirmeye başlamıştır. Yine böyle sıkıntılı bir günde yengesi Macide, olup bitenlerden biraz olsun uzaklaşabilmesi için onu şehri gezmeye yollar. Bu sıcak yaz gününde Mümtaz, bir yıl önceki o mesut yaz günlerini bir daha yaşar.
      Böyle dalgın ve yaralı dolaşırken, fakülteden arkadaşları İclal ve Muazez’e rastlar. Ona Nuran’ın Fahir’le  barıştığını, Fahir’in pişmanlık duyarak geri döndüğünü, yeniden evlendiklerini ve Fatma’nın da babasına kavuşmuş olmanın mutluluğunu yaşadığını söylerler. Mümtaz bütün bunlara sevinmiş gibi görünür. Fakat yine de içi garip bir ümitsizlikle sarsılmaktadır.
      Eve döndüğünde Macide’nin halinden İhsan’ın ağırlaştığını anlar. Ertesi günü bekleyecek zaman yoktur. Hemen doktor çağırmaya koşar. Uzun aramalardan sonra bulabildiği doktorun yazdığı ilaçları alır. Yolda gelirken Suat’ın hayaliyle karşılaşır.Ölümünden sonra bile Mümtaz’ın yakasını, duygu ve hayal dünyasını bir türlü bırakmayan Suat, sanki karşısındaymış gibi konuşmaya başlar, Mümtaz, onun kendisinden hesap sorduğunu zanneder. Dengesini kaybederek düşer ve avucundaki sıkı sıkıya tuttuğu ilaç şişeleri kırılarak ellerini parçalar.
      Bu halde eve dönen Mümtaz’ı Macide karşılamıştır. Mümtaz İhsan’ı sorar. Doktordan iyi olduğu haberini alır. Fakat merdivenleri çıkamadan ikinci basamağa yığılır. İhsan için gelmiş olan doktor, “artık benimsin, yalnız benim “ der gibi bakmaktadır.Mümtaz’a... Macide yaşlı gözlerle üzerine eğilir. Radyo, gür sesiyle II. Dünya Savaş’ının başladığını bütün dünyaya ilan etmektedir. Mümtaz aldırış etmez. Onun için dünyada artık huzur kalmamıştır.

Eserde sadece bir aşk hikayesinden öte geşmiş, gelenek, mazi gibi kavramların sorgulanması vardır.Yahya Kemal’in “Kökleri mazide kalan bir atiyim” sözü Tanpınar’a(Mümtaz’a) mihmandarlık yapmıştır.Mümtaz eserde gelenektir, mazidir, tarihtir.Nuran ile ortak noktalarıda budur.İkisi birlikte eski İstanbul mahallerini gezerler,eski musiki üzerine sohbet ederler.Mümtaz’ın savunduğu ya da temsil ettiği düşünce salt gelenekçi yobaz bir anlayış değildir.Yahya Kemal’in dizesinde olduğu gibi geleceğe bakmaktır.Gelişmeyi kabul eder.Tanpınar bu eserinde Mümtaz’ın ağzı ile aslında kendi felsefesini ortaya koymuştur.Romanın bir yerinde Mümtaz yeni mimari ile yapılmış bir sokaktan geçerken, bir grup çocuğun “al satarım bal satarım”adlı oyunu oynadığını görür.Bunu mütebessim bir umutla seyreder.Orada gelişmenin bu şekilde olaması gerektiğini, modern binalar altında kendi kültürümüzün içinden çıkmış bir çocuk oyunun oynanması onu gelenek ve gelecek üzerine düşünceye sevk eder.Bu sahne Tanpınar’ın “Devam ederek gelişmek” felsefesini sözlü olarak Mümtaz’a söyletir.Aslında bu Mümtaz şahsında Tanpınar’ın yaşama geleneği ve geleceğe bakış açısıdır.Hatta diyebiliriz ki düşünce yapısı itibariyle Mümtaz Tanpınar’ın fikri cephesini temsil eder.

15 Şubat 2013 Cuma

Yaşadığım Gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar (1901 – 1962), Türk edebiyatının en önemli şair ve yazarlarından biridir. O, batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş, çok iyi anlamış, ama Türk kültürünün, Türk edebiyatının ateşli bir savunucusu, etkili bir tanıtıcısı olmuş, gerçek bir vatanseverdir. Kendisi milliyetçi bir yazardır, ancak milliyetçiliği doktriner değil, Türk milletine, Türk kültürüne karşı duyduğu derin alaka ve aşktan kaynaklanan bir kültür milliyetçiliğidir. Şimdi özetini arz edeceğimiz eseri, onun bir ömür boyu Cumhuriyet, Ülkü, Ulus, Oluş, vs gibi gazete ve dergilerde yayınlanmış çeşitli konulardaki bilgi, görgü ve görüşlerini ortaya koyduğu deneme yazılarının, kendisi vefat ettikten sonra toplanmasıyla oluşturulmuştur.
Kitap; içindekiler, giriş ve önsözlerin bulunduğu bölüm hariç yedi bölümden oluşmaktadır:
a.    İnsan ve Cemiyet
b.    İnsan ve Ötesi
c.    Üç Şehir
ç.     Paris Tesadüfleri
d.    Türk Dili ve Edebiyatı (mülakatlar)
 f.    Musiki
 g.   Plastik Sanatlar

2.     BÖLÜMLERİN ÖZETİ:
a.    İnsan ve Cemiyet:
Bu bölümde yazarın , insan – toplum ilişkisi, doğu ve batı arasındaki esaslı farklar, kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlık, insanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası, aydınların durumu, Bulgar göçmenleri, kitaplardan duyulan korku, edebiyatta bitmeyen çıraklık, Musolini, savaş ve barış, Atatürk’ten alınacak dersler gibi konulardaki görüşleri yer alıyor.
    İnsan – toplum ilişkisiyle ilgili yazısında, insanların fert halinde toplumsallıktan uzaklaştıkça bir zaaflar bütünü olduğunu, cemiyet hayatına yaklaştıkça zaaflardan kurtulduğunu dile getiriyor. Şark  ile garp arasındaki temel farkın yaptığı işi şahsen yaşamak noktasında olduğunu, şarklının her olaya yüzeysel yaklaştığını, garplının ise o işi yaşadığını ifade ediyor. Kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlığı ele alırken büyük bir kültür, sanat ve insan buhranı içinde bulunduğumuzu, on sene sonra daha başka şeyleri de kaybedebileceğimizi vurguluyor. İnsanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası bahsi içerisinde Tanzimattan beri süregelen inkılaplar karşısında insanımızın duruşu ve eski ve yeniye karşı yaklaşımı tasvir ediliyor. Aydınların, bir ağacın köklerinden beslendiği gibi geçmişten güç almasını, bunu çağdaş düşünce ile harmanlamasını tavsiye ediyor. Bulgaristan’dan göç etmek zorunda kalan soydaşlarımızın bizim için taşıması gereken manevi değeri ortaya koyduktan sonra, toplumumuzun bu felaket karşısındaki duyarsızlığını eleştiriyor.  Edebiyatta bitmeyen çıraklık konulu yazıda, edebiyatçılarımızın bir türlü halkın nabzına etki edememesinin sebebi olarak, yazarlarımızın hangi kariyere sahip olursa olsun Türk gibi düşünüp Frenk gibi anlatmaları gösteriliyor. İkinci dünya savaşından uzak kalışımızı büyük bir zafer olarak addediyor, Musolini’nin dev bir cüce olduğunu, yeni bir barışın ilk cümlesinin savaşı yasaklaması gerektiğini vurguluyor. Yazarın Atatürk hakkında da bir çok yazısı mevcut, kendisi tam bir Atatürk hayranı olup, bunu her vesile ile ortaya koyuyor.
b.    İnsan ve Ötesi: Önceki bölüme nazaran daha kısa olup, yazarın insanlar ve manevi yönleriyle ilgili, gözlemlerden yola çıkarak duygu ve düşünceleri bu bölümde aktarılıyor.
    “İnsan ve ötesi” başlıklı (bölüm başlığıyla aynı) insan manzaralarının yazarda uyardığı duygular; hiçbir şeyin görüldüğü gibi basit olmadığı, her birinin bir hikayesi olduğu anlatılıyor.
    İkinci deneme olan “Güzel ve Sevgi Arasında” başlıklı yazı, güzel ile sevgi arasında yazarın yarattığı bir diyalog olup, güzelin ne kadar sığ ve geçici, sevginin ne kadar derin ve ebedi olduğunu, ama güzel ve sevginin ne kadar birbirine bağlı olduğunu gözler önüne seriyor.
    “Aşka Dair” ve “Aşk ve Ölüm” başlıklı yazılarda ise, aşkın ruhlarda nasıl yankılandığını biraz da mistizme kayarak anlatıyor.
c.    Üç Şehir: Üç şehir (İstanbul, Bursa ve Kahramanmaraş – özellikle de İstanbul) ile ilgili duygu ve düşüncelerini, tarihi olaylara da telmihler yaparak, halkın nabzından aldığı veriler ve bugünkü durumları da göz önüne alarak ortaya koyuyor.
    “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız” başlıklı yazıda, her mevsimi bir başka güzel olan İstanbul’umuzun yüzyıllar boyu Türk edebiyatında, Türk resim sanatında, Türk musikisindeki yerini biraz da nostaljik ve duygusal bir dille anlatıyor.
    “Karanlıkların Tadı” başlıklı yazıda 1940’larda elektriğin ve sokak aydınlatmasının yeni yeni yaygınlaşmasıyla, bu alışılmadık durumun çağrıştırdığı eskiye ve yolların karanlığına karşı özlem dile getiriliyor.
    “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair” isimli yazıda İstanbul’da yaşanan yoğun bir sis olayının, lodosun ve bu olaylardan etkilenen balıkçıların yazarda uyandırdığı duygular anlatılıyor.
    “Yaklaşan Büyük Yıldönümü” başlıklı bölümde İstanbul’un fethinin 500’üncü yıldönümünün uyandırdığı duygular, tarihsel ve sanatsal bir perspektif içinde anlatılıyor, bütün bunları anlatırken de, her cümlesiyle İstanbul’un ne kadar bizim olduğuna dair vurgu yapılıyor, Erzurum, Konya, Van, Bursa ne kadar vatansa, İstanbul’un da Türkün en fazla emek verdiği şehir olarak o kadar vatan olduğu haykırılıyor.
    “İstanbul’un Fethi ve Mütareke Gençleri” başlıklı yazıda ise, İstanbul’un işgali yıllarında yazarın kendisinin de içinde bulunduğu Türk İstanbul gençlerinin duygu ve düşünceleri, yaşanan canlanış, yapılan mücadeleler ve Yahya Kemal’in o zamanki gençlik üz erindeki manevi etkisi yansıtılıyor.
    “Türk İstanbul” ve “İstanbul’un  İmarı” adlı denemelerinde ise İstanbul’un tanzimattan sonraki safhalarda aldığı şekiller, mimari tarzlardaki değişiklikler, günümüzdeki durum ve bunların gönüllerde uyardığı etkiler dile getiriliyor. Bununla birlikte, şehrin imarı için de imarın şehirleşme uzmanları tarafından yapılması, boğazın imarına özel dikkat gösterilmesi, hiçbir çirkinliğe meydan verilmemesi gibi tavsiyelerde bulunuluyor.
    “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi” konulu yazıda, yıkılması tasarlanan İbrahim Paşa Sarayının sahip olduğu güzellikler tasvir ediliyor, Sultanahmet meydanı civarındaki bu sarayın yıkılmasının oradaki güzelliği bozacağı vurgulanıyor.
    “Şehir” yazısında ise, şehirleşme sürecindeki İstanbul’un inkılaplar arasında yapısının bozulması, özünün mahiyetinin değişmesi konusunda bir arkadaşıyla yaptığı diyaloglar anlatılıyor.
    “Kenar Semtlerde Bir Gezinti” konulu yazısında; İstanbul’un kenar semtlerinden birinde dolaşırken yaşadığı hislerini kaleme almış yazarımız. Bunu, “İstanbul’un izbe mahallelerinde dolaşmak kadar öğretici bir şey pek azdır” satırlarıyla ifade ediyor. Oralarda çocukların görünüşleri, oyunları, olası hikayeleri yazarı çok etkilemiş ve bunları yazıya dökmüş.
    Diğer bir yazısı olan “Bursa’nın Daveti” bizlere, Bursa’daki o manevi ortamı anlatıyor. Selçuklu tarihinden başlayıp kendi yaşadığı güne kadar Türk tarihini sanat tarihi açısından ele alıp tartıştıktan sonra; Bursa şehrimizin nasıl bu tarihle, bu sanatla dopdolu olduğunu, Bursa’da ataların nasıl bir manevi ortam yarattıklarını ve bu yönüyle manevi bir merkez oluşunu gözler önüne seriyor.
    Bir sonraki yazısı olan “Bursa Yangını” da Bursa’da Ağustos 1958’de Ulucami ve Kapalıçarşı civarında çıkmış ve büyük maddi zarara ve tarihi eserlerde ziyana yol açan yangınla ilgili düşünceler, tarihe saygı ve muhafaza, şehirleşme konularındaki fikirlerle birlikte aktarılıyor.
    Maraş’ın (şimdiki Kahramanmaraş) kurtuluşunun 26’ncı yıldönümündeki izlenimlerini anlattığı 1 Mart 1946 tarihli yazısında ise, bu kahraman şehrin destanlaşan mücadelesine yaraşır şekilde, o zamanki şehitlerin çocukları ve gaziler tarafından tertiplenen kutlamaların ihtişamı, bu “bayramı” nasıl coşkuyla kutladıkları, nasıl yeniden o kurtuluş günlerindeki gibi yek vücut oldukları, onlardan biri gibi yaşanan bir heyecanla naklediliyor.
    ç.     Paris Tesadüfleri: Yazar değişik zamanlarda çok kereler Paris’e gidip gelmiştir. Fransız kültür ve edebiyatını çok iyi şekilde tetkik etmiştir ve birçok Fransız dostları vardır. Kitabın bu bölümünde Paris anıları ve Fransız dostlarıyla ilgili yazıları vardır. Bu bölümün ilk yazısı olan “Bir Uçak Yolculuğundan Notlar” başlıklı yazıda, 1958’de ömründe ilk kez uçakla Paris’e giderken yaşadığı duyguları, insanlığın medeniyet tarihinden esintilerle birlikte aktarıyor.
    Sonraki yazıları “Paris’te İlk Günler” ve “Dolu Bir Gün” 1954 seyahatindeki ilk günlerini ve Paris’te bulunan birçok dostuyla paylaşımlarını anlatıyor. Paris’te hemen her milletten insanların olması yazarın dikkatini çekmiş. Bu kültür ve sanat şehrinde bulunmaktan tatlı bir sevinç duyduğu da yazdıkları arasında.
    “Bir Dostu Uğurlarken” başlıklı yazısında 2’nci Dünya Savaşı sırasında Paris’ten Türkiye’ye sığınmış, 1955’e kadar İstanbul’da çeşitli kültürel faaliyetler ve Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmış bir Fransız dostunu Paris’e uğurlarken hissettiklerini, kendisiyle dostluğunun temellerini ve anılarını da anlatarak aktarıyor.
    d.     Türk Dili ve Edebiyatı (Mülakatlar): Tanzimat Edebiyatı konusunda akademik kariyer yapmış (Tanzimat Edebiyatı profesörü), batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş ve anlamış, her türlü sanatla ilgili bilgi sahibi, edebiyatımızda ölmez eserlere imza atmış olan yazarımızın Türk Dili ve Edebiyatıyla ilgili çeşitli yayın organlarında yer almış röportajları, konuşmaları bu bölümde yer alıyor:
    İlk röportaj Şahap Sıtkı tarafından yapılmış ve “Varlık” dergisinin 1 Şubat 1947 tarihli sayısında “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum” başlığıyla yayınlanmış. Şiire dair bu röportajda yazar o günkü şairlerin sanatsal özelliklerini, batı ile Türk şiirinin münasebetlerini, edebiyatımızın Tanzimat, Fecriati, Servetifünun devrelerindeki gelişimini kısaca özetledikten sonra, Türk şiirinin geleceğine dair tahminlerde bulunuyor ve ümitsiz bir tablo çiziyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki…” başlığıyla “Yücel” dergisinin Ağustos 1950 sayısında yayınlanan röportajında daha çok sosyal içerikli olarak, köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi, köylerin kalkınması, köy enstitüleri, aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkılarına dair sorulara cevaplar veriyor. Köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi konusunda köye çok önem verilmesi gerektiği ve bunun milli bir görev olduğunu anlatıyor. Köylerin kalkınmasıyla ilgili olarak, iyi bir eğitimin bu konuda yeterli olmadığını, aydınların bu konuda bir şeyler yapması gerektiğini, devletin de köylünün hayatını kolaylaştırma yolunda çalışması gereğini vurguluyor. Köy enstitüleri için, memleket realiteleriyle yoğrulmamış olduklarını söylüyor. Her yöreye göre ayrı ayrı düzenlenmesi gerektiğini vurguluyor. Aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkıları ile ilgili olarak, aydın ve üniversitelinin ancak milli davanın hastası olmak şartıyla köye faydalı olabileceğini düşünüyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Bir Konuşma” başlığıyla “Varlık” dergisinin 1 Aralık 1950 tarihli sayısında yayınlanan yazı tamamıyla Türk edebiyatına dairdir. Edebiyatımızın gelişimi için milletini ve dünyayı çok iyi anlamış, milli ve geniş bir ufka sahip edipler gerektiğini anlatıyor.  Edebiyatımızın dünya edebiyatında bir yeri olabilmesi ve dünyaya açılabilmesi için de, kendi köklerine daha fazla bağlı kalması, daha fazla milli olması, mukallitlikten sıyrılması ve kendini yeniden bulması gerektiğini vurguluyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” başlıklı müteakip yazı yine “Varlık” dergisinde, 1 Aralık 1951 tarihli sayısında yayınlanmıştır ve o devrin bir başka yazarı olan Yaşar Nabi’nin edebiyatımızdaki kısırlığı giderebilmek için yapılabileceklere dair anketine cevap olarak yazılmış bir mektuptur. Yazarın buradaki ana fikri şu satırlarıyla özetlenebilir: “O (halk) tutarsa her şey vardır. Devlet ancak bazı şeyleri o isterse ve karar verirse kolaylaştırır. Şunu da söyleyeyim ki, devletin bir edebiyatı tam benimsemesi hiçbir yerde görülmemiştir ve fayda da vermemiştir. Münevverlerimiz edebiyatımıza hiç olmazsa Abdülaziz ve Abdülhamit devirlerindeki bakışla, o sevgiyle dönerlerse edebiyatımız değişir. Fakat bunun için kendimizi bugünkünden daha başka türlü sevmeliyiz.”
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki” başlıklı yazı “Hisar” dergisinin 1 Mayıs 1953 tarihli sayısında çıkmış. Bu yazıda da edebiyatımızın sorunları tartışılıyor. O günkü şiirimizin en büyük meselesinin gençlerin vezni büsbütün bırakmış görünmeleri olduğunu değerlendiriyor. Şiirin bir milletin öz malı olduğunu, hangi şekilde olursa olsun dilin çiçeği olduğunu ve herkesin malı olan bir ölçü istediğini ifade ediyor.
    Kitabın 315’inci sayfasından 353’üncü sayfasına kadar yazarın yukarıdakilere benzer düşüncelerine dair  muhtelif dergilerde muhtelif zamanlarda yayınlanmış mülakatlar mevcuttur. Birbirine benzer düşünceler olduğundan burada yer verilmeyip “Musiki” bölümüne geçilmiştir.
    f.     Musiki: Yazarın bu konuda da geniş bir dağarcığı olduğunu, edebiyatta olduğu gibi batı müziğini de tanıdığını, ancak Türk musikisinin gerçek bir hayranı olduğunu ve bu konuda da milliliği savunduğunu görüyoruz. Aşağıdaki paragraflarda onun bu husustaki yazılarında yer alan  genel düşünce tarzı anlatılacaktır:
    Bu bölümdeki ilk yazının başlığı “Musiki Hülyaları”. Yazar burada müziğin çeşidini belirtmeden o viyolonsellerin, o flütlerin, o davulların, o piyanonun vs. dinlerken verdiği hazzı her biri için ayrı bir paragraf açarak dile getiriyor. O çalgıların ahenkle anlattıkları her ritmin, her melodinin ruhunda yarattığı dalgalanmayı, her birinin neler çağrıştırdığını tasvir ediyor.
    Bir sonraki yazısı “İstanbul Konservatuarı ve Musikimiz”. Yazar bu yazısında, 1941 yılında İstanbul Konservatuarının tarihi musikimizi unutulmuşluktan kurtarmak maksadıyla uzman sanatçılardan bir heyet teşkil etmesini ve hazırlıklar bitince halk için yerli konserler düzenleyecek olmasını takdirle karşılıyor; tarihte kalan o muazzam hazinenin gün yüzüne çıkarılacak ve halka mal edilecek olmasını mutlulukla karşılıyor.
    Klasik Türk musikisinin son üstadı İsmail Itri Dede Efendi’nin hayatını, sanatını, Osmanlı’daki sanat anlayışını ve sanatkara verilen önemi “İsmail Dede” başlıklı yazısında dile getiriyor. Itri’nin en önemli özelliklerinden birinin halk ağzına, halk hayatına daima açık olması olduğunu, Mesnevi kadar Yunus Divanına da bağlı olduğunu ve ikisinden de beslendiğini, aynı zamanda Tuna boyu ve şehir türkülerini de bildiğini anlatıyor.
    “Yahya Kemal ve Türk Musikisi” başlığıyla kitapta yer alan yazı, birçok şiiri bestelenmiş ve ölümsüzleşmiş olan Yahya Kemal’in ölümünden sonra eserlerinden oluşan bir konser nedeniyle yaptığı bir radyo konuşmasının tam metni. Yahya Kemal‘in bir talebesi olarak, Türk edebiyat tarihinden başlıyor ve Yahya Kemal’in sanatını ve edebiyatımıza katkılarını anlatıyor.
    g.    Plastik Sanatlar: Bu bölümde yazarın resim ve heykel sanatıyla ilgili görüşleri ve çeşitli sanatçılara dair düşünceleri yer alıyor:
    “Anavatan Topraklarındaki Türk Eserlerinin Ortaya Konması” başlıklı yazıda Anavatan topraklarındaki Türk eserlerinin ortaya konması şerefinin Türk sanatkarına bırakılması gerektiğini, bu yapılmadığı takdirde Türk heykeltıraşlığının gelişmeyeceğini, cılız ve çelimsiz kalacağını vurguluyor.
    Bu bölümdeki bir diğer yazı olan “Kendi Kendimize Doğru”; milli tarihimizin hemen hemen hiç uğraşılmamış bir konusu olan Türk tezyinî sanatları hakkında çalışmalar yapmaya başlayan bir şahsa duyulan minnetten bahisle İstanbul’un Fethinden önceki dönemde ve Selçuklu döneminde Türk sanatının ne kadar muazzam olduğunu, o zamanki Türklerin bunlarla ne kadar iç içe olduğunu ve hayatlarının ne kadar normal bir parçası olduğunu dile getiriyor.
    “Resim ve Heykel Müzesi” başlıklı yazı 1938’de kurulan resim ve heykel müzesinin kurulmasının Cumhuriyet tarihimiz açısından önemini vurguluyor. Bu müzenin Türk resim ve heykel sanatına yapacağı olumlu etkileri anlatıyor.
    “Sanatkarı da Hatırlayalım” başlığıyla yayınlanan yazısında ise, sanatı takdir eder izlerken sanatçıyı da hatırlamanın, sanatçıya sevgi ve alaka göstermenin öneminden bahsediyor. Başka ülkelerde böyle yetenekler için neler yapılabildiğini bizdeki gibi alakasız kalınmadığını belirterek bu sevgi ve alakanın sanatımızı geliştireceği vurgulanıyor.
    “Güzel Sanatlar Akademisi Sergisi” başlıklı yazısında yazar, Güzel Sanatlar Akademisi sergisinin Türk güzel sanatlarının gelişimi için ümit verici eserlerle dopdolu olduğunu anlattıktan sonra sanatçının mesajını topluma nasıl ileteceği,  nasıl tüm topluma mal olabileceği konusunda bilgiler veriyor. Bir sonraki “Gençlerin Sergisi ve Sanat Meselemiz” başlıklı yazıda ise, bir başka sergi ile ilgili benzer görüşlere yer veriliyor. Yazının sonunda, sergide yer alan eserleri yaratan sanatçılara takdir olarak “bu memleketin ne parlak, ne doğurgan ne yaratıcı istidatlara gebe olduğunu, bu sergi yarım saatte insana öğretebilir” ifadesi yer alıyor.
    Kitapta sayfa 412’den 449’a kadar yazarın gezdiği çeşitli ressamların sergilerine dair izlenimleri yer alıyor. Sayfa 450’de ise, “Çocuk ve Resim” başlığı altında bir köy enstitüsünde çocukların yaptığı resim sergisiyle ilgili izlenimler yer alıyor. Bu köy çocuklarının tamamına yakınının ressam gibi resim yaptığı ve yazarın bu sergiden çok etkilendiği anlatılıyor.
    “Çocuk Dünyası” başlığı altında ise, yazarın bir yılbaşı etkinliği olarak “Doğan Kardeş” dergisinin tertiplediği resim ve yazı yarışmasının yazı jürisinde yer alması, bu yarışmada görülen güzellikler anlatılıyor. Yazar bu etkinliği çok eğlenceli ve düşündürücü bulmuş. Bu yarışmada gördüklerinden sonra geleceğe dair daha bir ümitlendiğini belirtiyor.
    “Fotoğraf ve Resme Dair” yazısında, fotoğraf sanatının hayatımıza katkıları anlatıldıktan sonra fotoğraf ve resim sanatları arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Fotoğraf ve resim arasındaki farklar, fotoğrafın imkan – kabiliyetleri ve zayıf yanları, resim sanatının imkan – kabiliyetleri ve zayıf tarafları mukayeseli olarak ortaya konuyor.
    Kitaptaki son yazı “Füreya’nın Seramik Sergisi” başlığını taşıyor. Yazar bu yazısında Türk sanatının bütün bir köşesini (seramik sanatı) dolduran dostunun sergisine dair izlenimlerini aktarıyor.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınevi, 1954, İstanbul

    Romanın kahramanı Hayri İrdal’ın saatlere ve zamana olan ilgisi çocukluk yıllarında başlamıştır. İçinde bulunduğu toplum, batılaşmanın sosyal hayatın tüm noktalara nüfuz ettiği, kavramların ve terimlerin yeniden anlam bulduğu, toplumsal hafızanın silinip üzerine yeni anlayışların yeni bakış açılarının yazıldığı bir değişim sürecini yaşamaktadır. Hayri İrdal da bu değişim sürecinden nasibini almakta ve gerçek dünya ile hayal dünyası arasında gidip gelmektedir. Olaylar dizisi roman kahramanını bir anda değişim sürecini gerçekleştiren aktörlerden birisi haline getirir. Halit Ayarcı ile tanışması ve Saatleri Ayarlama Enstitüsünde müdür muavini olarak çalışması hayatının dönüm noktasıdır. 
Hayri İrdal fakir bir ailenin çocuğudur ve Fatih Rüştiyesinde okur. Saatlere ilgi duyması dayısının kendisine sünnet hediyesi olarak aldığı bir kol saati ile başlar. O kadar değişir ki hayatı saatin hediye edildiği günü doğum günü olarak kabul eder. Birinci Dünya savaşına katılır ve döner. Döndüğünde babası savaşta ölmüştür ve harp sonunda İstanbul’da halkın çaresizlik ve fakirlik içinde olduğunu görür.
Savaştan dönen birçok genç gibi o da iş aramaya başlar. Bu esnada Abdüsselam beyin Emine adlı kızıyla evlenir. Bu evlilik çok anlamsız bir evliliktir. Emine hanım onun için çok uygun bir eş değildir Ancak savaş sonrası işsizlik ve İstanbul’da yaşam şartlarının ağırlaşması onu Abdüsselam beyin yanında kalmaya zorlar ve bu evlilik zorunlu hale gelir. Bu evlilikten Zehra ve Ahmet adında çocukları olur. Abdüsselam bey ölür ve Hayri İrdal oğulları ile miras mücadelesine girişir ancak Hayri İrdal birşey elde edemez. Ancak daha sonra oğulları tarafından Abdüsselam beye ait bir elması çaldığı suçlamasıyla karşı karşıya kalır ve dava edilir.
Mahkeme onun adli tıpta bir psikolog tarafından dinlenmesine karar verir ve burada Doktor Ramiz ile tanışır. Doktor Ramiz Hayri İrdal’ın rahatsızlığı olduğuna ve belirli bir süre tedavi olması gerektiğine karar verir. Hayri İrdal’ın tedavi olduğuna inanan Doktor Ramiz tahliyesine karar verir ancak dostlukları devam eder. Tahliye olduktan sonra  Fener Postanesinde memur olarak iş bulur. Eşi Emine bir hastalığa tutulur ve ölür. Doktor Ramiz psikanaliz cemiyeti kurar ve Hayri İrdal’ı da cemiyete müdür olarak alır. Aynı zamanda ispirtizmacılar cemiyetinde de muhasebeci olarak görev yapar. Doktor Ramiz öğrenimini yut dışında yapmıştır ve alanında kendisini ispat etmeye çalışmaktadır. Hayri İrdal da onun ilk hastasıdır. Hayri İrdal’ın durumunu kendisine bir fırsat bilir ve hasta olmadığı halde üzerinden derin psikanalizler yaparak etrafındakilere kendini ispata girişir. Cemiyette, Hayri İrdal’ı kendisinin iyileştirdiği bir hasta olarak tanıtır.
Daha sonra cemiyette Pakize ile tanışır ve ikinci evliliğini yapar. Psikanaliz cemiyetindeyken hayatında çok büyük değişikliler yapacak olan Doktor Ramiz’in okul arkadaşı Halit Ayarcı ile tanışır. Doktor Ramiz Hayri İrdal’dan Halit Ayarcı’ya daha önceden bahsetmiştir. Aralarında bir hiç de samimi olmayan bir dostluğun gelişmesini istemektedir. Hayri İrdal ise bu zengin beyefendiyi etkilemek için saatler konusundaki bilgisini kullanır ve Halit Ayarcı’nın saatini onarır. Halit ayarcı ile İstanbul sokaklarında dolaşırlar anlattığı hikâyelerle onu etkilemeye çalışır. Ancak bu esnada küçük kızı otuz hasta yatağında ölümle mücadele etmektedir.
Hayri İrdal, Doktor Ramiz ve Halit ayarcı ile İstanbul gecelerinde gününü gün eder ve aslında hayat tarzının yaşam seviyesinin uyuşmadığı bu adamlara kendisinde olmayan özelliklerini anlatarak onların gözünde bir yerlere gelmek ister. Halit Ayarcı aslında Hayri İrdal’ın hiç de kendi seviyesinde bir insan olmadığını bilmektedir. Ancak gelecekte ondan bir menfaat beklercesine devamlı dalkavukluk yapmaktadır. Bazen Hayri İrdal bu hayatın kendisine ait olmadığını anlamakta ve içten içe vicdanen rahatsız olmaktadır. Ancak olayların akıp gitmesi ve bu beyfendilerin onu yükseklerde bir yerlerde tutması gerçekleri görmesini engeller.
Hayri İrdal Halit Ayarcı’ya karşı artık kendisini çok yakın hissetmektedir ve aile sorunlarını anlatır. Evde iki baldızı, bir oğlu ve bir kızıyla bohem bir hayat yaşadığından dem vurur. Baldızının hiçbir kabiliyeti olmadığı halde şarkıcı olmak istediğini ancak bunun mümkün olamayacağını ve dolayısıyla evin içinde kendisinin bunalmasından dert yanar. Halit Ayarcı ise hiç de öyle düşünmemektedir. Musikinin sanatsal olarak o zaman için çok önemi yoktur. Önemli olan bu sanatı icra etme cesaretidir. Musiki bilgisi, sesin eğitilmesi gibi şeyler sonradan zaten olacaktır. Gerçektende Halit Ayarcı bir gazino ayarlar ve baldızına sahnede musiki icra etmesi için fırsat verir. Aslında Hayri İrdal’ın düştüğü durum çok kötüdür. Çünkü baldızı hiçte şerefli olmayan bir meslek icra etmektedir. Ancak o bunun farkında olmadan sahnedeki baldızını ‘’icra ettiği sanattan’’ dolayı alkışlamaktadır.
Halit Ayarcı eğitimini Amerika’da yapmış bir iş adamı olarak İstanbul’a geldiğinde zenginliğine zenginlik katmak amacıyla fırsat kollamaktadır. İstanbul, Avrupalılaşmanın ve değişimin yaşandığı sancılı bir dönemin içindedir. Toplum her gün yeni bir şeyle karşılaşmakta ve hayatın içerinse direkt olarak giren ve toplumun tüm fertlerini etkileyen hadiselerin tanımları dahi yapılamadan uygulanmaktadır. Halit Ayarcı için bu durum bulunmaz bir fırsattır. Zamanın toplum için önem arz etmeye başladığı düşüncesinden hareketle günlük hayatta kullanılan saatlerin günün gerçek zamanına göre ayarlanması işine girişerek bir enstitü kurar. Tabi bu enstitüyü devletten aldığı destekle kuracaktır.
Belediye reisi ile anlaşır bir daire kiralar ve içerisini sanki bir devlet dairesi gibi masalar ve daktilolarla donattırır. Belediye reisini modern zamanın gereği olarak, halkın zamana sahip olması, zamanın şuuruna varması ve zamanı kullanması konularında enstitü vasıtasıyla eğitileceğine dair sözler verir. Enstitü aynı zamanda bazı ekipler görevlendirerek İstanbul’un çeşitli yerlerinde şubeler açarak halkın üzerinde taşıdığı ve ya umum yerlerdeki saatleri ayarlama faaliyetini de başlatır. Halit Ayarcı belediye reisini içten içe işlemeye devam eder ve enstitünün ne kadar gerekli ve önemli bir iş yaptığını bahane ederek daha geniş daha lüks bir binaya taşınması gerektiği konusunda ikna eder.
Enstitü büyüdükçe Halit Ayarcı ve Hayri İrdal daha çok akrabasını kadroya alır. Ancak Hayri İrdal’ın kafasında enstitünün hala mantıkla açıklanabilir işler yaptığına dair düşünceler yoktur. Zaman zaman Halit Ayarcı ile enstitünün anlamsız bir müessese olduğu konusunda tartışmalara girer. Halit Ayarcı onu sözüm ona realist olmaya davet ederek susturur. Aslında Hayri İrdal itirazlarını çok fazla derinleştiremez çünkü o da bu müesseseden maaş almakta ve birçok akrabası da onun gibi bu enstitü vasıtasıyla geçimini sürdürmektedir. Gün geçtikçe belediye reisinin enstitünün halka faydalı işler yaptığı konusundaki düşünceleri değişir. Halit Ayarcı yine devreye girer ve Hayri İrdal’ın uydurması olan Şeyh Ahmet Zamani hakkında bir kitap yazması konusunda bütün itirazlarına rağmen Hayri İrdal‘ı ikna eder. Bu esnada gazeteler enstitüye yakın ilgi duyar ve günlerce manşetlerinden enstitü ile ilgili haberler yapar. Halit Ayarcı’nın bir iş adamı olarak bu işin içinde olmasına çok anlam veremez basın ancak bu arada Hayri İrdal’ı yerlere göklere sığdıramaz. Hakkında birçok makale çıkar ve hayali Şeyh Ahmet Zamani Efendi’nin takipçisiymiş gibi göstererek bir filozof kimliği yükler.
Enstitünün yaptığı işin doktrinini anlatan ’Şeyh Ahmet zamani ve Eseri’’ adlı kitabı da tamamlar. Yazdığı kitap 18 dile tercüme edilir. Yurt dışında da bu kitap yankı uyandırır. Hollandalı Van Humbert adında bir bilim adamı sırf onunla tanışmak ve Şeyh Ahmet Zamani’yi tanımak için İstanbul’a gelir. Basın Hayri İrdal’ı artık bir Faust bir Voltaire gibi görmektedir. Bu esnada enstitünün gerçek yüzünü gören gazeteler de vardır. Bu gazetelere göre Halit Ayarcı halkla dalga geçen bir iş adamı, Hayri İrdal ise onun kuklasıdır. Saatleri ayarlama enstitüsünün ünü Avrupa ve Amerika’da da duyulur ve yabancı heyetler enstitüde inceleme yapmak üzere İstanbul’a gelir. Gelen heyet enstitünün yaptığı işin son derece gereksiz bir faaliyet olduğu kanaatine varır ve dolayısıyla kayda değer bir çalışma yapmadan ülkeyi terk eder.
Enstitünün kadrosu artık çok büyümüştür ve eleştirirler gittikçe artmaktadır. Halit Ayarcı da artık enstitüde etkisini kaybetmek üzeredir. Hayri İrdal ile enstitünün yaptığı işle alakalı tartışmalar giderek daha da derinleşir ve aralarında ayrılık rüzgârları esmeye başlar. Nihayetinde hükümet enstitüyü lağıv etmeye karar verir ve tasfiye işlemleri için bir komisyon kurar. Halit Ayarcı ise belirli bir süre ortadan kaybolur ve daha sonra bir trafik kazasında öldüğü haberi gelir. Enstitünün tasfiyesi esnasında Hayri İrdal’ın görevinde bir değişiklik olmayacak ve müdür yardımcılığı görevine devam edecektir ve gerçek ile hayal arasında mutluluğunu sürdürecektir.