28 Nisan 2012 Cumartesi

İstiklal Mahkemesi Hatıraları, Kılıç Ali

İstiklal Mahkemesi Hatıraları, Kılıç Ali, Yenigün Haber Ajansı ve Matbaacılık A.Ş, 1997, İstanbul
İstiklal Mahkemeleri’nin yapmış olduğu inceleme ve davalar ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e yapılması tasarlanan suikastın irdelenmesi.

Kılıç Ali (1888-1971) adıyla bilinen Ali Kılıç, 1888-1971 yılları arasında yaşamıştır. Balkan Savaşı’nda,  Çanakkale muharebelerinde ve Teşkilat-ı Mahsusa’ da  görev yapmıştır. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa’ ya dahil olarak O’ nun vermiş olduğu emirler doğrultusunda çeşitli görevlerde bulunmuştur. 1920 yılında Birinci TBMM’ ne Antep milletvekili olarak seçilmiştir. Bu görevde iken Ankara’ da teşkil edilen İstiklal Mahkemesi’ nde görev yapmıştır. Bu görevde iken yapmış oldukları tetkik ve mahkemeleri “ İstiklal Mahkemesi Hatıraları ” olarak kaleme almıştır. 
Birinci Dünya Savaşı’nın ağır şartları sonucunda  millette, kendi kaderine hakim olma düşüncesi ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu düşüncelerin ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ ün önderliğinde  Millet Meclisi kurulmuştur. Savaş sonrası oluşan kritik ve bunalımlı günlerde
Meclis’in ve yeni teşkil edilen ordunun yıpratılmasına engel olmak ve ortaya çıkması muhtemel haince teşebbüs ve suikastlara karşı gerekli tedbirlerin alınması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu maksatla belirtilen amaçlara hizmet edecek  yeni mahkemelerin kurulması gerekmekteydi.  Aslında halihazırda mahkemeler mevcuttu ancak adalet sistemi içerisinde yuvalanmış olan,  inkılap karşıtı zihniyete sahip ve yetersiz kişiler yüzünden hükümler adilane verilmiyordu. Bu şartlar altında Milli Mücadele ve hareketin desteklenmesi için, Meclis’in kendi üyeleri arasından teşkil edilecek mahkemelerin kurulması kararlaştırıldı ve İstiklal Mahkemeleri olarak adlandırılan mahkemeler kuruldu.  Bu mahkemelerin yetkileri, 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile daha da genişletildi.
    Birinci İstiklal Mahkemesi Ankara’ da teşkil edilmiştir.  Mahkeme üyeleri olarak Cebelibereket mebusu İhsan (Eryavuz), Elaziz Mebusu Hüseyin, Kütahya mebusu Cevdet Beyler ve Kılıç Ali görevlendirilmiş, bu mahkeme diğer mahkemelerin lağvına rağmen uzun süre görevini yürütmüştür.
Takrir-i Sükun Kanunu ile birlikte Ankara’da ve Şark’ta olmak üzere ikinci kez İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. Ankara’da kurulan İstiklal Mahkemesi üyeliklerine Afyon mebusu Ali (Çetinkaya), Eski Maarif vekili Reşit Galip, Rize mebusu Ali ve  Denizli mebusu Necip Ali (Küçükkaya) Beyler ile Kılıç Ali getirilmiştir.
    İstiklal Mahkemeleri, milletin hayat ve hürriyetini yıkmak, ideallerini sarsmak, maddi ve manevi kuvvetlerini sarsmak niyetinde olan hainler için amansız bir mahkeme idi. Mahkemelerde davalar halkın gözü önünde icra edilir ve kararlar kılı kırk yarar hassasiyetle iyi tetkik edilerek süratle verilirdi. Kararlar, tamamen bağımsız olarak, kimsenin etkisinde kalmadan ve hiçbir yerden emir almadan alınırdı. Bu sebeblerden dolayı mahkemelere karşı tam bir güven tesis edilmiştir.
İstiklal Mahkemeleri nasıl çalışırdı?
    Olayların ilk tahkikatı hükümet tarafından yapılır, daha sonra dosya haline getirilerek İstiklal mahkemesine gönderilirdi.  Mahkeme tarafından dosya kontrol edilerek eksikleri varsa tamamlanır ve mahkemeye geçilirdi. Mahkemeler açık olarak yapılır, isteyen herkes mahkemeyi izleyebilirdi. Verilen hükümler zaman geçirmeksizin süratle yerine getirilirdi.
    Ankara İstiklal Mahkemesi  tarafından görülen dava, tetkik ve incelemeler mahkeme üyesi Kılıç Ali  tarafından “ İstiklal Mahkemesi Hatıraları “ olarak kitap haline getirilmiştir. Burada Birinci ve İkinci Ankara İstiklal Mahkemesinde görülen dava ve tetkiklerden bazıları anlatılacaktır.
Sakarya Muharebeleri’nin devam ettiği günlerde ordunun geri bölgelerinde Çiçekdağı’ nda Dişikilitli denilen bir eşkıya ortaya çıkmıştır. Bu tehlikenin önlenmesi için bir süvari birliği cepheden çekilir ve eşkıya, adamları ile birlikte yakalanır. Kayseri İstiklal Mahkemesine sevki için muhafız taburundan Yzb. Kemal Bey’ in emir ve komutasındaki müfrezeye görev verilir. Müfreze Ankara’ dan hareket ettikten bir gece sonra bir köyde mola verir. Müfrezenin gafletinden istifade eden çete firar eder.
Çetenin kaçmasında kusuru bulunan Yzb.Kemal Bey’ in yargılanması sonucunda, Yzb. Kemal Bey askerlikten çıkarılır ve 15 yıl hapse mahkum edilir.( Yzb. Kemal Bey, mahkeme üyelerinden  Kılıç Ali’nin süt kardeşidir. )
Birinci İstiklal Mahkemesi heyeti Sakarya savaşı esnasında savaştan kaçanları muhakeme etmek üzere Keskin’de bulunmaktadır. O günlerde, askeri hastanede yatanların bakımsızlıktan ve gıdasızlıktan şikayetleri mahkeme heyetine intikal eder. Yapılan inceleme sonucunda depoların ihtiyaç duyulan malzeme ve gıda maddeleri ile dolu olduğu tespit edilir. Konu ile ilgili olan Başhekim’in derhal muhakemesi yapılarak gerekli cezaya çarptırılır.
İstiklal Mahkemeleri, yaptığı mahkeme ve incelemelerde her zaman tarafsızlığını korumuş, hatır ve gönül ilişkilerini dikkate almamış ve gerektiğinde mahkeme üyelerinin yakın arkadaş ve çevrelerini yargılamaktan çekinmemiştir. (Mahkeme heyetinin arkadaşlarından olan Maraş mebusu Tahsin Bey,  Adana Valisi Hilmi Bey çeşitli suçlardan dolayı yargılanarak gereken cezaya çarptırılmışlardır. )
Üzerinde önemle durulması gereken bir diğer nokta da mahkemelerin verdiği kararların uygulanmasında gösterilen titizliktir. Bu konuda asla kimsenin müdahalesine izin verilmemiştir.
Birinci İstiklal mahkemesi sırasında Ankara yakınlarındaki Mali köyünde Hintli bir İngiliz casusu  yakalanır. Derhal mahkemesi yapılır ve idama mahkum edilir. Ancak, İsmet Paşa tarafından Gazi ile yapılacak görüşme sonucuna kadar infazın ertelenmesini Ankara Polis Müdürü Dilaver Bey’ e iletir. Gazi’ ye infazın ertelenmesi düşüncesi iletildiğinde, Gazi tarafından İsmet Paşa’ ya gereken cevap verilir ve mahkemenin vermiş olduğu hüküm geciktirilmeksizin yerine getirilir.
İzmir’de Atatürk’e Karşı Hazırlanan Suikast Teşebbüsünün İçyüzü ve Suikastçıların Muhakemesi
    Birinci Dünya Savaşından sonra ülkeden kaçan İttihat ve Terakki Partisi ileri gelenleri, Gazi Mustafa Kemal Atatürk memleketi kurtardıktan sonra tekrar nüfuzlarını artırmak ve iktidarı tekrar ele geçirmek için çalışmalara başlarlar. Bu maksatla Milli Kantariye gibi isimlerle Kara Kemal’ in kurmuş olduğu  iktisatçı teşkilat gizli olarak faaliyette bulunmaya başlar.
    Bir ara Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile de görüşme fırsatı bulan Kara Kemal, Gazi’nin  “Milli teşkilata dahil olunuz.” tavsiyesini uygun bulmaz. Kendi aralarında yaptıkları toplantıda da Kara Kemal’ in arkadaşları bu tavsiyeye itiraz eder ve   İttihat ve Terakki Partisi’nin canlandırılması için faaliyete geçilmesini isterler. Toplantıda bulunan eski topçu subayı Bulgurlu Mescitli Hamdi Bey bu fikirlere itiraz eder. Hamdi Bey daha sonra ki günlerde Kara Kemal’i ziyaret ettiğinde Maarif Nazırı Şükrü Bey ile karşılaşır. Şükrü Bey, Hamdi Bey’ i tanımadığından ve düşüncelerini bilmeden  Ankara hükümeti hakkında çok ağır eleştirilerde bulunur. Bunun üzerine Hamdi Bey oradan ayrılır ancak binadan çıktıktan sonra,  beş on adım ileride İzmir Valisi Rahmi Bey’ le karşılaşır.
Olayların akışı incelendiğinde Hamdi Bey’ in karşılaştığı bu kişilerin Gazi’ ye suikast hadisesi ile ilgilerinin olduğu ortaya çıkmıştır.
Kör İhsan Bey’ in tespiti
    Kör İhsan Bey, Kara Kemal’in arkadaşıdır. Bir gün Kara Kemal’ i ziyarete gittiğinde odacı Kara Kemal’in misafiri olduğundan Kara Kemal’in yanına girmesine izin vermez. Odadaki ziyaretçiler, Ziya Hurşit ve Hafız Mehmet Beyler’ dir.
İttihat ve Terakki’ nin Canlandırılması Teşebbüsleri ve Terakkiperverler
    Eski Maliye Bakanı Cavit Bey’in evinde toplantılar yapılmakta ve İttihat ve Terakki namına yeni bir program oluşturulmaktadır. Bu programda ki maddeler Terakkiperver Fırka’nın programı ile uyuşmaktadır. Program, bizzat Şükrü Bey tarafından kaleme alınmıştır.
Siyasi Teşekkül Hazırlıklarından Suikast Teşebbüsüne
    Kara Kemal, yaptığı çalışmalar neticesinde birinci mecliste ikinci grubu oluşturmuş, ikinci mecliste Terakkiperverlere katılmalarını sağlayıp hepsini birden ittihatçıların sinesine çekmiştir. Müteakiben Terakkiperver Fırka nizamnamesi hazırlanarak  Fırka, Rauf Bey, Şükrü Bey, Ali Fuat Paşa tarafından kurulmuştur.
    17 Haziran 1926 : Mahkeme heyeti günlük faaliyetlerini tamamlayıp evlerine döndüklerinde Kılıç Ali’ ye annesi, İsmet Paşa’ nın kendilerini aradığını bildirir. Acele olarak mahkeme heyeti, İsmet Paşa’nın yanında toplanır. İsmet Paşa Gazi’ye suikast girişimini bildiren telgrafı heyete uzatır. Suikast sanıklarından Ziya Hurşit bombalarıyla birlikte yakalanmış ve suçunu itiraf etmiştir. Mahkeme heyeti, derhal olayı tetkik etmek için İzmir’ e hareket  hazırlıklarına başlar.
    Mahkeme heyeti, suikast girişiminin Terakkiperver fırkayla da ilgisi olabileceği değerlendirerek fırkanın tüm üyelerinin tutuklanmasına ve evlerinin aratılmasına karar verir.
    İzmir‘e varıldığında suikast sanıklarının derhal ifadelerinin alınmasına başlanır.  Yapılan inceleme de suikast planının Kara Kemal ve Şükrü Bey tarafından hazırlanmış olduğu anlaşılır.
    Suikast girişiminin İzmir’ de duyulmasından sonra halk galeyana gelerek Gazi’ nin bulunduğu otelin önünde toplanmıştır. Gazi, burada halkı teskin etmek maksadıyla tarihe geçen şu sözü söyler.
    “ Benim naciz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. ”
     Mahkeme heyetinin Terakkiperver fırka ve bu fırkaya mensup olanlar ile ilgili verdiği kararlar uygulanmıştır. Ancak Başbakan İsmet Paşa, Fırka Reisi Kazım Karabekir Paşa’nın serbest bırakılması için Polis Müdürü’ne emir verir. Bunun üzerine mahkeme heyeti tarafından durum  Gazi’ ye aktarılır ve sorunun çözülmesi maksadıyla İsmet Paşa, İzmir’e davet edilir. İsmet Paşa tarafından mahkemenin çalışmaları, suikast girişimi yerinde incelenir ve zanlıların ifadeleri dinlenir. İsmet Paşa durumun ciddiyetini kavrayarak mahkeme heyetine özür mahiyetinde bir yazı yazması ile durum tatlıya bağlanır.
    Suikast hazırlıkları şöyle gelişmiştir.:
    İstanbul’ da Cavit Bey’ in evinde ve reisliğinde, Kara Kemal’ in yazıhanesinde Şükrü, Ziya Hurşit gibi kişilerle yapılan toplantılarda suikast fikrinin ilk tohumları atılmıştır. Daha sonra sırasıyla bu gruba Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Trabzonlu Mehmet ve yeğeni Vehab katılır.
    Gizli komite namına suikastı fiilen icra edecek olanlar İzmit mebusu Miralay Arif Bey’in evinde,  sevk ve idaresinde defalarca suikast planını gözden geçirirler.
    Suikastın en başta Ankara’ da yapılması kararlaştırılır. Bu maksatla Ziya Hurşit, Laz İsmail ve Gürcü Yusuf Ankara’ ya gelirler. Ankara’ da bulundukları esnada Ziya Hurşit, Miralay Arif Bey ve Şükrü Bey sık sık gizli görüşmeler yaparlar.
    Suikastın ilk olarak Meclis’ te gerçekleştirilmesi planlanır. Bu maksatla Gürcü Yusuf ve Laz İsmail tarafından Meclis içerisinde yer tespiti yapılır. Ancak, yaptıkları incelemelerde burada suikastı gerçekleştiremeyeceklerini anlarlar. Meclis yerine  Gazi’ nin Ankara kulubüne geliş yolunda pusu kurmayı düşünürler. Mevsim koşulları itibariyle her tarafın karla kaplı olması sebebiyle pusu atma imkanının olmadığını anlayarak bu fikirden de vazgeçerler.
    İzmit mebusu Miralay Arif Bey’in evinde yapılan planlama ve görüşmeler esnasında Şükrü Bey’ de bulunmaktadır. Şükrü Bey, çok alkol kullanan fakat çabuk sarhoş olan bir kişidir.  Böyle bir sarhoşluk esnasında Şükrü Bey, aldığı alkolün de tesiriyle suikast hazırlıkları ile ilgili bazı  imalarda bulunur. Ortamda bulunan Sabit Bey durumdan şüphelenir. Durum derhal Sabit Bey tarafından Rauf Bey ve Ali Fuat Paşa’ ya iletilir. Rauf  Bey suikast hazırlığını Ziya Hurşit’ in ağabeyi Rasim Bey’ e haber verir ve böylelikle ilk suikast girişimi önlenmiş olur.
    Ankara’daki suikast hazırlığının başarısız olması üzerine Gazi’ nin Bursa seyahati yapacağı söylentileri yayılmaya başlar. Derhal planlara başlanır ancak  Bursa seyahatinden önce İzmir seyahati ortaya çıkar.
    Laz İsmail, Ziya Hurşit ve Gürcü Yusuf suikastı gerçekleştirmek üzere İzmir’ e gelirler. Burada onları Sarı Efe Edip karşılar. Onları  Çopur Hilmi ve Giritli Şevki ile tanıştırır. Suikastın yapılacağı yer kararlaştırılır.
    Gazi’ nin 17 Haziran 1926 günü İzmir’ e varacağı bildirildiğinden gerekli tertibat buna göre alınır. Sarı Efe ile Saruhan Mebusu Abidin suikastın üzerlerine kalmasına engel olmak maksadıyla suikast gününden bir gün önce İstanbul’ a giderler.
    Gazi’ nin 17 Haziran 1926 günü İzmir’ e gelmesi beklenirken Balıkesir’ den geç ayrılması ve İzmir’ e beklendiği gün gelmemesi, Sarı Efe ile Abidin Bey’in ortadan kaybolması Giritli Şevki’yi endişelendirir. Planın ortaya çıktığını ve bu yüzden Gazi’nin İzmir’e gelmediğini düşünen Giritli Şevki, muhbirlikten yararlanarak ceza almamak düşüncesi  ile İzmir valisine suikastı ihbar eder.  Yapılan baskınlar sonucunda tüm suikast ekibi silahları ile birlikte ele geçer.
    İstiklal Mahkemesi tarafından yapılan sorgulama ve incelemede suikast hazırlığında en büyük rollerin Şükrü Bey ile Kara Kemal’ e ait olduğu tespit edilir. Miralay Arif Bey ise böyle bir şeyin asla gerçekleşeceğine inanmadığını  söyler. Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey, suikast hazırlıklarından haberdar olup önlemeye çalışmışlardır. Ancak, Kazım Karabekir Paşa ise bu girişimden hiçbir şekilde haberdar değildir.
    Yapılan mahkeme sonucunda Kara Kemal, Ankara Valisi Abdülkadir Bey ve Rauf Bey hakkında  gıyaplarında karar verilir. Firari olan Kara Kemal, Aksaray’ da bir evde sıkıştırılır, yakalanmamak için kendi silahı ile intihar eder.  Ankara Valisi ise  Trakya’ da sınırı geçmek üzere iken yakalanarak verilen hüküm uygulanır.
İngilizlerin Ankara’ya Gönderdikleri Casus Mustafa Sagir Vakası
    İstanbul’ da gizli çalışan gruplardan biri tarafından Hint Hilafet Cemiyetinden Mustafa Sagir isimli birisinin Hindistan Müslümanlarını Anadolu’ da temsil etmek üzere görevlendirildiği hükümete bildirilir. Bu  kişi Ankara’ ya geldiğinde Gazi ile bir görüşme yapar. Yapılan görüşme sonucunda; Gazi tarafından bu kişinin iyi bir casus olduğu ve takip edilmesi gerektiği şeklinde bir değerlendirme yapılır.
    Mustafa Sagir’ in yapılan takibi sonucunda İstanbul’da ki meşhur Nelson’ a iletilmek üzere yazdığı bir mektup ele geçirilir.  Casusluk suçlamasıyla yargılanmak üzere bir numaralı İstiklal Mahkemesi’ ne sevk edilir.
    Yapılan tahkikatta İngilizler tarafından küçük yaştan itibaren özel olarak yetiştirildiği ve İngilizler hesabına Mısır, Almanya, İran ve Afganistan’ da çeşitli görevler yerine getirdiği tespit edilir. Anadolu’ya da milli hareketi başarısızlığa uğratmak ve çeşitli suikastları yapmak ve yaptırmak için gönderilmiştir. Ancak asıl gayesi Gazi’ ye suikast düzenlemektir. Bu maksatla değişik yöntemler planlamış ancak hiçbirini uygulamaya koyamamıştır.    
    Günlerce devam eden mahkemesi neticesinde hak ettiği cezaya çarptırılarak idam edilmiştir.
Ali Şükrü Bey hadisesi ve Topal Osman Ağa
    Osman Ağa aslen Giresun’lu olup bu yöreden topladığı müfreze ile Sakarya Savaşı’ na katılmıştır. Müteakiben bu müfreze ile birlikte Gazi’ nin muhafızlığı ile görevlendirilir.
    29 Mart 1923 günü Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’ in iki gündür ortada görülmediği söylentisi yayılmaya başlar. Ailesi de Ali Şükrü Bey’in akıbetinin araştırılması için hükümete müracaat eder.
    Mahkeme tarafından yapılan inceleme sonucunda Ali Şükrü Bey’in kaybolduğu akşamı Osman Ağa’ nın müfrezesinden Mustafa Kaptan ile beraber görülmüş olduğu tespit edilir. Aynı akşam da Osman Ağa’nın evinden bir takım sesler duyulmuştur.
    Bu bilgilerden sonra Topal Osman Ağa ve Mustafa Kaptan için tutuklama emri çıkartılır. Mustafa Kaptan derhal tutuklanır. Firari olan Topal Osman Ağa’nın Ayrancı’da bir köşkte olduğu öğrenilir. Osman Ağa ile çıkan çatışmada yaralı olarak ele  geçirilir ancak hemen orada ölür.
    Osman Ağa’nın Ali Şükrü Bey’ i öldürtme sebebleri mahkeme heyeti tarafından şöyle değerlendirilmiştir. Ali Şükrü Bey’in meclis kürsüsünde İngiliz güç ve kudretinden bahsetmesi üzerine mebuslardan İhsan Bey tarafından ağır bir şekilde eleştirilmiştir. Aynı akşam, akşam yemeğinde olay Gazi’ ye intikal etmiş, Gazi üzülmüş olarak :
    “Arkadaşlar, böyle beyanatta bulunan insanlar  cidden dövülmeye layık adamlardır.” şeklinde bir beyanda  bulunmuştur. Bu cümleyi farklı yorumlayan Topal Osman Ağa, Ali Şükrü Bey’ i katletmiştir.
    Bir başka sebeb de ölümünden bir süre  önce Ali Şükrü Bey ile Topal Osman Ağa çok samimi arkadaştır. Ali Şükrü Bey, aralarındaki samimiyete dayanarak Gazi’ nin yapmış olduğu inkılaplardan duyduğu rahatsızlıklardan bahseder ve Gazi’nin ortadan kaldırılması gerektiğini söyler. Bunun üzerine Gazi’ye bir fenalık yapmasına engel olmak maksadıyla böyle bir olayı gerçekleştirir.
Miralay Kasap Osman Vakası
    Miralay Kasap Osman Ağa, milli mücadelede çok emeği geçmiş bir şahsiyetti. Ancak, kurtuluşun düzenli ordu ile değil çetecilik ile gerçekleşeceğine inanmaktadır. Düzenli ordu kurulduğunda kendisine farklı yerlerde görev verilir fakat hiçbirinden memnun olmaz.
    Etrafına topladığı bir grup insan ile toplum içerisinde kötü teşviklerde bulunmaya bulunmaya başlar. Bir komplo planı içerisinde iken yakalanarak mahkemeye sevk edilir. Hakkında eski eşini öldürmekten ve toplum içerisinde huzursuzluk çıkartmaktan olmak üzere dava açılır. Toplum içerisinde huzursuzluk çıkartmaktan açılan davadan beraat eder. Ancak,  eski eşini öldürmekten açılan davadan idama mahkum edilir.
   

Kiralık Konak, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

Kiralık Konak, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, 1999, İstanbul
Türk toplumunun tarihsel gelişim sürecinde ilk belirtileri XVIII. yüzyılda görülen ve Tanzimat’la somutlaşan batılılaşma hareketleri, buna bağlı olarak hayat tarzı, değerler, ahlak, kısacası kültürel değişim.
Naim Efendi çok zengin, zengin olduğu kadarda hesaplı bir kişiydi. Babasından kalma bir servetti. Büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyordu. II. Abdülhamit döneminde devletin yüksek mevkilerinde bulundu. Birçok defalar valiliklerde dolaştı. Şurayı Devlet Azası, Rüşümat Müdüri Umumisi oldu. İnkılâptan iki sene evvel dolaşık bir “TEVLİYET” (Mütevellilik) davası yüzünden istifasını verdi ve Hükümet işlerinden tiksinerek bir köşeye çekildi. Fakat memuriyet döneminden kalma bayramlaşma ve özel deftere imza olayını hiçbir zaman aksatmazdı.
Bütün çocukluğu, bütün gençliği İstanbul ‘un en kalabalık konağında geçen Naim Efendi eğlenceli meclisleri, ahbap arasındaki sohbetleri, misafirlere ziyafetleri çok severdi. Fakat öyle bir zaman yaşadı ki bunların hepsi yasaktı. Naim Efendi yeni sazdan, yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde yazılan ve konuşulan Türkçe’yi de anlamıyordu. Bundan beş sene öncesine kadar karısı Nefise Hanımefendi yanı başında idi, rahatını huzurunu mümkün mertebe koruyordu. Zira bu ihtiyar kadın ölünce evin içinde yalnız kaldı. O öldükten sonra yerine Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım hiçbir cihetten annesine benzetmiyordu. Tabi ki babası gibi çekingen, içinde titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfusuna ve çocuklarının arzularına son derece uyardı. Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi.
Naim Efendinin damadı Düyunu Umumiye Müfettişlerinden Servet Bey, Naim Efendinin saflığından yararlanarak bütün iradesini konak içerisinde istediği gibi yürütüyordu. Servet Beyin oğlu Cemil henüz yirmi yaşında bir mektup çocuğu olmasına rağmen Beyoğlu’ndaki büyük lokantaların, gazinoların, barların sadık gediklisi idi. Bu yaşında birçok zevkleri vardı. Biraderinin küçük sırlarında vakıf olan Seniha ise son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe ince ve çolak vücudu ipek böcekleri gibi daima biçim değiştirme, başkalaşma içerisindeydi.
Pazartesi günleri Seniha’nın çay günleridir. Avrupa’nın bütün kibar kadınları gibi o günleri giyinir; kuşanır ve tam beşte konağın salonunda nadir görülen bir hanımefendi vakarıyla ziyaretçilerini beklerdi. Seniha salonun bir köşesinde iki genç kızla halasının torunu Hakkı Celis’in kendisine okuduğu şiirleri dinler, gözüküyordu. Bu genç kendisinden iki ay küçük olmasına rağmen ve birçok şiiri bazı mecmualarda çıkmasına rağmen ona parmakları mürekkep lekeli ve pantolonunun dizleri çıkmış zavallı bir mektep çocuğu gibi görünmekten kurtulamıyordu. Saat beşe henüz gelmişti ki; Faik Bey konağı ziyarete geldi. Faik Bey Cemil’in yakın arkadaşları arasındaydı. Kumral, zayıf, uzun saçları iyi taranmış bir gençti. Küçük yaşından beri Avrupa’nın muhtelif şehirlerinde dolaşmış, oturmuş olduğu için hareketlerinde hiç sahte görülmeyen bir Frenk zarafeti ve kıvraklığı vardı. Faik Bey ile Seniha arasındaki münasebetin bir arkadaşlık derecesinden fazla olduğunu genç kızın bütün erkek ve kadın arkadaşları bili verirlerdi.
Fakat buna da hafif bir flört manasını verirlerdi. Zira Faik Bey, pek çapkın bir delikanlı ve Seniha, pek şuh bir genç kızdı. Günden güne aralarındaki sevgi çoğalmaya başladı. Faik Bey için Seniha’yı sevmek birdenbire vazgeçilmeyen ihtiyarlardan biri oluverdi. O şimdi kumara ne kadar düşkün ise, Seniha’yı da o kadar arıyor. Seniha’ya kendini o kadar düşkün hissediyordu. Dört günlük bir ayrılıktan sonra sabah Faik Bey konağa geldi. Henüz herkes uykudaydı. Saçları karma karışık, yüzü sapsarıydı. Yanaklarında üç günlük bir sakal, toz renginde bir kir tabakası vardı. Seniha ne var? Ne oldu? Demek isteyen gözlerle Faik Bey’ i süzdü. Faik Bey sessiz bir şekilde hiçbir şey söylemiyordu. Seniha daha sonra kardeşi Cemil’ den öğrendiği kadarıyla Faik Bey’ in kumarda Üç yüz elli lira kaybettiğini ve paraya ihtiyacı olduğunu öğrendi. Cemil parayı Seniha’nın büyükbabasından istemesini söyledi. Seniha’nın bunun mümkün olmayacağını söylemesi üzerine Cemil Seniha’nın elmaslarını rehin koymasını istedi.
Seniha dolabını açtı içinden bir çekmece çıkardı. Çekmecenin içinden birkaç tane mahfaza aldı ve birer birer Cemil’e uzattı. Ve hayatında ilk defa olarak ağır ve ciddi bir şekilde düşündü, kaldı. Hayat bir an içinde, ona çıplak ve en kaba haliyle görünmüştü. Bu dünyada her şey ne bayağı, ne beyhude, ne kirliydi... Bu dünyada güzellik bir hayal, sezgi bir efsane, asalet ve zarafet, insanın üstünde hafif bir cilaydı. En güzel bir yüze bir iskelet ifadesi vermek için iki gecelik bir uykusuzluk, bir sevgiyi bir alışverişe çevirmek için birkaç paket iskambil kâğıdı, en zarif bir adamı bir dilenciye döndürmek için üç yüz elli liralık bir borç kâfiydi. Seniha kalbinin bu bir günlük imtihanından epeyce değişmiş çıktı. Aşktan evvel ki alaycı, havai, şuh ve işveli haline avdet etti. Konağı kiraya verip kardeşi Selma Hanımefendinin yanına taşınma bahsi çıktığından beri Naim Efendi’nin rahatı huzuru büsbütün kaçtı. Selma Hanımefendinin kararı o kadar katıydı ki hiçbir mazeretle bunun önüne geçmek kabil olmuyordu.

Türk Yazı Devrimi, Bilal N. Şimşir

Türk Yazı Devrimi, Bilal N. Şimşir, Türk Tarih Kurumu, 1992, Ankara
Türk Yazı Devrimi’nin safhaları ve devrimin dünyada uyandırdığı yankılar anlatılmaktadır. 
Eser Türk tarihi ile ilgili değerlendirmelerin yer aldığı birinci bölüm, Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerin Latin harflerine geçişinin konu edildiği ikinci bölüm, Türk Yazı Devriminin ayrıntılı olarak anlatıldığı üçüncü bölüm ile devrimin dış dünyadaki yankılarının üzerinde durulduğu dördüncü bölümden oluşmaktadır.

1928 yılında Türkiye’de yazı devrimi yapıldı. Yaklaşık bin yıldır kullanılmakta olan Arap yazısı bırakıldı, yerine Latin harfleri kullanılmaya başlandı. Türk Yazı Devrimi isimli kitap yazar tarafından Türk kültür tarihinde bir dönüm noktası olan Türk yazı devriminin ellinci yıl dönümü münasebetiyle yazılmıştır. Ancak bazı gecikmeler nedeniyle kaleme alındıktan ancak on beş yıl sonra yayınlanabilmiştir. 
Kitabın birinci bölümünde Türk tarihi ile ilgili değerlendirmeler yer alır. Yazara göre:  Genel Türk tarihi belli bir coğrafya ekseninde gelişmemiştir. Türkler dehalarını değişik eksenlerde birçok devlet kurarak göstermişlerdir. Buna paralel olarak da yer değiştirmiş, din değiştirmiş ve yazı değiştirmişlerdir.
Orta Asya’nın yerli halkı olan Türklerin en eski yazısı hakkında henüz yeterince bilgi yoktur. Bilinen en eski Türk yazılı belgeleri Köktürk hanedanı döneminden VII ve VIII inci yüzyıllardan kalmadır. Bunların en eskisi 688–692 yılları arasında yazıldığı sanılan Gobi yöresi yazıtıdır. Elli yıl sonra 732-733 yıllarında Orhun yazıtları dikilmiştir. Dolayısıyla ilk bilinen Türk alfabesi Köktürk alfabesidir. Köktürk’lerin mirasçıları Uygurlar Köktürk alfabesini bırakmış, Uygur alfabesini geliştirmişlerdir. Türkler aynı dönemde, Sogud, Mani, Brahmi yazılarını kullanmışlardır. Yer yer Tibet, Çin, Moğol-Passepa ve Nasturi-Süryani yazılarını da kullanmışlardır. Dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru Türkler Müslümanlığın ve dolayısıyla Arap yazısının etkisine girmişlerdir. Selçuklular döneminde Arapça, İslam dünyasının artık ortak yazı dili olmaya başlar.
Bu gelişmelerle yaklaşık bin yıl sürecek çile başlamıştır. Çünkü Arapça ve Türkçe arasında yapısal çelişkiler mevcuttur. Bu çelişkileri gidermek maksadıyla zaman zaman Arapça yazısının Türkçe uygulama denemeleri yapılmıştır. Türkçe ile Arapça arasındaki farklılıklara kısa göz atılacak olursa: Türkçe’nin en önemli özelliklerinden birisi ünlülerin bolluğudur. Ancak Arap alfabesinde yalnızca üç ünlü vardır. Yine Arapça’da birkaç kelime tek bir şekilde yazılabilmektedir, örneğin döl, dul, dol sözcükleri Arap harfleri ile aynı kelime ile gösterilebilmektedir. Arapça harflerinin diğer bir özelliği de sözcüğün başında, ortasında ve sonunda bulunması durumuna göre farklı şekil almalarıdır. Basit olarak hesaplanacak olursa, bir harf üç, on harf otuz, otuz üç harfe yükseltilmiş Arap alfabesi doksan dokuz harfli gibi olmaktadır. Bir ilkokul öğrencisinin böyle bir yazıyı öğrenmesi için üç ila dört yıllık bir zaman gerekmektedir. Bu dönemde Arapça ve Farsça bilmeyen bir kimsenin ise Türkçe okuyup yazması olanaksızdır. Arap yazısının asıl güçlüğü buradadır. Arapça’nın Türkçe üzerindeki bir başka yıkıcı etkisi de Türk kitleleri arasında yarattığı şive farklılıkları olmuştur.
Osmanlı Devletini batıya doğru genişlemesi nedeniyle Avrupalılar Osmanlı ile ilişki kurma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu maksatla, Türkçe’nin Latin harfleriyle gösterildiği çeviri yazıları kullanmışlardır. Çeviri yazı, Osmanlı’da kullanılan harflerin karşılığının Latin alfabesi ile gösterilmiş biçimidir.
Tanzimat dönemine gelindiğinde Türk alfabesi konusunda bir uyanış görülür. Arap alfabesinin Türk diline uymadığı, öğrenilmesi ve kullanılmasının zor olduğu fark edilir. Bu yazının düzeltilmesi veya değiştirilmesi gerektiğini düşünmeye başlayanlar çıkar. Osmanlı aydınları arasında tartışma başlar. Bu dönemde Latin yazısının bir dünya yazısı durumuna geldiği ve Arap yazısından üstün olduğu artık kabul edilir. Osmanlı Devleti bu dönemde uluslar arası yazışmalarda Latin harflerini kullanmaya başlar. Osmanlı imparatorluğunda yaşayan Arnavutlar Latin yazısının ilk kullanan topluluk olur. Türkiye’de dönemin özellikleri nedeniyle Latin harflerinin kullanılması 1928’den önce gerçekleşmez. Bu arada Namık Kemal gibi bazı yazarlar eski harflerin kullanılmasından yanadır. Çünkü eski yazıyla yazılmış yapıtları yeni yazıya aktarmak gerekecektir. Namık Kemal, Osmanlı Devleti bünyesindeki azınlık çocuklarının beş altı ayda okumayı öğrendiklerini, buna karşın Türk çocuklarının ancak üç dört yılda okumayı öğrendiklerini belirtir. Bunun nedeni aslında eğitim sisteminde yattığını düşünmektedir. Tartışmalar sürüp gitmektedir. İkinci Abdülhamit bir aralık Latin harflerini alma eğilimi gösterir, ancak bu düşüncesinin gerçekleştiremez. Bu dönemde iki bin beş yüz yıllık tarihi olan Latin alfabesi diğer alfabelere üstünlük sağlamaya başlar.  Artık posta ve telefon haberleşmelerinde, ticari ilişkilerde, uluslar arası ilişkilerde hep Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Başka bir biçimde söylemek gerekirse denilebilir ki; Tanzimatla birlikte Türkiye yazı bakımından bir yol ayırımına gelir. İlerde kesinlikle Batı uygarlığına katılmaya karar verdiği gün, yazısı ile de uygar dünyanın yanında olma gereğini duyar.
İkinci meşrutiyet döneminde yazı tartışmaları artar. Teorik tartışmalardan öteye pratik denemelere de geçilir. Ancak bu dönemin aydınlarının büyük çoğunluğu devrimci değil ıslahatçıdır. Aydınlar, Arap alfabesini tümüyle değiştirmek yerine ıslah etmeyi düşünmektedirler. Arap yazısını Türk diline uydurmak için çeşitli ıslahat projeleri ve düzeltilmiş Arap alfabesi örnekleri ortaya atılır. Ama bütün bu çabalar başarısız denemelerden öteye geçmez ve soruna köklü bir çözüm getirmez. Türk yazı devrimini yapmak Cumhuriyet rejimine kalır.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ertesinde gerek Türkiye Türkleri gerekse Rusya Türkleri bir devrim çağına girerler. Rusya’da çarlık, Türkiye’de Osmanlı rejimleri yıkılır. Yollar başka başka olsa da her iki ülkede devrimci rejimler işbaşına gelmeye başlar. Türk dünyası, tarihinin en köklü devrimlerini yaşamağa başlar. Yazı devrimi için elverişli ortam oluşmaya başlar.  İlk kez Yakut Türkleri 1918 yılında Latin yazısını kullanmaya başlar. Onları Azeriler izler. 1922 yılında Sovyet Azerbaycanın’da Arap yazısından Latin yazısına yönelme eğilimi belirir. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nde Latin harfleri ile ilgili tartışmalar sürüp gitmektedir. Mustafa Kemal Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk beş yıllık dönem içerisinde konuyu hiç gündeme getirmez. Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘neden Latin yazısının kullanmıyoruz?’ sorusuna ise ‘daha zamanı gelmemiştir’ diye cevap verir. Çünkü bu dönemde genç Cumhuriyet farklı sorunlarla meşguldür. 1924 yılında halifeliğin kaldırılması, 1925’te Şeyh Sait ayaklanması, 1926’da kendisine karşı girişilen suikast, 1927’de de Nutuk’un hazırlanması gündemi işgal etmiştir. Bu dönemde dikkat çeken olaylardan birisi de İsmet Paşa ve Kazım Karabekir Paşa gibi Ulu Önder’in yakın silah arkadaşlarının yazı devrimine karşı olmalarıdır. Özellikle İsmet Paşa Latin harflerinin kullanılmasına karşı direnir, direnişinin gerekçesi ise şöyledir: Kolay yazıp okumaya muhtaç ve alışkın nesillerin birden okuyamaz ve yazamaz hale gelmelerinin hesapsız mahzurları olduğunu düşünür. Bütün bu dirençlerin kırılmasının ardında Atatürk 1928’de yazı devrimini gerçekleştirir.
Yazar, kitabın ikinci bölümünde Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerinin Latin harflerine geçişi üzerinde durur: Sovyet Türklerinden ve diğer Türklerden çok uzak kalan Yakut Türkleri ilk olarak Latin harflerini kullanmaya başlarlar. Asıl önem taşıyan akım ise Yakut Türklerinden sonra Azeri Türklerinin Latin harflerini kullanmasıyla başlar. Bakü’de 1922 yılı Mayıs ayında toplanan Türk Elifba Komitesi, Latin harflerini temel alan yeni bir Türk alfabesi geliştirir. Bu alfabe ile bazı okullarda öğretime başlanır, yeni yüzyıl isimli bir gazete çıkarılır ve devlet dairelerinde de bu alfabe adım adım kullanılmaya başlanır. 26 Şubat-6 Mart tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Birinci Uluslar arası Türkoloji Kongresi toplanır. Sovyet hükümeti, bir Türkoloji Kongresi toplanmasına karar verirken, Türkiye’de hazırlanmakta olan yazı devriminden önce Sovyet Türklerinin Latin yazısına geçişini sağlamayı hedeflemiştir. Böylece Türkoloji’nin merkezinin Sovyet topraklarına kaydığını göstermeye çalışmıştır. Ayrıca Sovyet topraklarında ortaya çıkabilecek Pantürkist akımları önlemeyi, iki akımı birbirine vurdurmayı da düşünmüştür. Bu konularda görüşülen konulardan birisi de Türk alfabesiydi. Azerbaycan diğer Türk devletlerine de bu alfabeyi tavsiye eder. Türkiye de kongrede temsil edilmektedir. Kongrede yeni Türk Elifbası Merkez Komitesi adını taşıyan bir kurul oluşturulur. Bu kurul 1927 yılında ‘Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi’ adıyla yeni bir alfabe hazırlar. 1928 yılında Sovyetler birliği bir buyrukla bünyesinde bulunan Türk devletlerinin yeni Türk alfabesine geçiş çalışmalarını hızlandırmalarını ister. Sovyet Türkleri yavaş yavaş yeni alfabeyi kullanmaya başlarken Türkiye 1928 yılında harf devrimine geçmiştir. Türkiye gerçek Türk yazı devrimini gerçekleştirmiştir. Bu hızlı geçiş dünyayı şaşırtmış ve devrim dış basında mucize olarak nitelendirilmiştir.
Yazar, kitabın üçüncü bölümünde Türk Yazı Devrimini ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır: 9-10 Ağustos gecesi Atatürk, Gülhane parkında eski yazının yerine yeni Türk alfabesinin alınacağını kamuoyuna açıklamıştır. M. Kemal, ‘arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz’ demiştir. Her şeyde öncü olduğu gibi harf devriminin de öncülüğünü yapmış kitleleri arkasından sürüklemiştir. Gülhane konuşmasından sonra yeni yazı şaşırtıcı bir hızla yayılır. Atatürk milletvekillerini ve aydınları toplayarak yeni Türk alfabesine öncülük etmelerini istemiştir. Daha sonra da bu meşaleyi Anadolu’ya giderek gittiği her yere taşır, kara tahta önüne geçer ve yeni Türk harflerini öğretir. Bu dönemde Atatürk’ün tek tutkusu yeni Türk harfleridir. 1 Kasım 1928’de yeni Türk harflerinin kabulü hakkındaki kanun TBMM’den geçer. Kanunun geçtiği tarihte yurdun büyük bir kısmında yeni Türk harfleri çoktan kullanılmaya başlamıştır. 7 Kasım 1928 günü başbakan İsmet İnönü yeni yazının geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağlamak maksadıyla Millet Mekteplerinin açılacağını duyurur. 10 Ocak 1929’da açılan ulus okullarına devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma alır. Yurt genelinde yapılan çalışmalarda beş yılda üç milyon kişi okuma yazma öğrenmiş, okuma yazma oranı üç kat artmıştır.
Yazar, kitabın dördüncü bölümünde Türk Yazı Devriminin dış basındaki yankıları üzerinde durmaktadır: Dış basında devrim son derece önemli bir olay olarak değerlendirilir. Devrim öncesi, dış basında Türkiye hakkında oldukça olumsuz yazılar yazılmaktadır. Devrim sadece Türk halkları için değil Asya devletleri için de bir dönüm noktası olarak kabul edilir.
New York Times devrime şu şekilde yer verir: ‘Kemal Paşa çağımızın baş reformcusudur. Bu konuda çok konuşmaz ama inatçı, savaşkan, gelenekçi bir soyu ıslah eder. Bu büyük Türk yenilikçisi Bab-ı Âli’yi bir kenara itti, İslamlığın başını alaşağı etti, Türk kadınının yüzündeki peçeyi yırttı, Türk erkeğinin başındaki fesi attı.  Batı yasalarını aldı ve şimdi Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin alınmasını irade buyurdu.
National Geographic dergisi konuyu şöyle ele alır: ‘Kalem kılıçtan daha üstünse, Türkiye yeni zaferler kazanma yolundadır.’
Fransız basını olaya şöyle yer vermektedir: Harikulade bir olay, yüzyıllardır içinde bulunduğu siyasal ve sosyal kölelikten kurtulan Türkiye, geçmişin mirasını bıraktığı cahilliğin ağır yükünü de üzerinden atmayı kesinlikle başaracaktır. Harf devrimi, yeni Türkiye’nin gururla seçtiği yükseliş yolunun en kesin, en çetin aynı zamanda en onurlu aşamalarından biri olacaktır.
Kitabın beşinci bölümünde yazar Türk Yazı Devrimi sonrası olaylara değinir: Türkiye Cumhuriyeti dışında kalan eski Osmanlı topraklarında milyonlarca Türk yaşamaktadır. Türk yazı devrimi öncelikle bu soydaşlarımızı etkilemiştir. Hatay, Kıbrıs, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya’da yaşayan Türkler, Türkiye’yi izlediler. O zamana kadar kullandıkları eski Arap yazısını bırakıp yeni Türk alfabesini kullanmaya başladılar. Bulgaristan Türkleri yeni Türk yazısını benimseyen ilk Türk azınlığı oldu ve Türkler ile aynı zamanda yeni alfabeyi kullanmaya başladılar. Bulgar Türklerinin bu girişimi Bulgar hükümeti tarafından durdurulmaya çalışılmış ancak Türkiye’nin üst üste girişimleri neticesinde 1930 yılında Bulgaristan hükümeti Türk azınlık okullarında Türk harfleriyle eğitime izin vermiştir. Ancak 1984’de Bulgaristan’da komünist rejime geçilmesiyle birlikte Türkçe okumak hatta konuşmak bile yasaklanmıştır. 1989’da rejimin değişmesiyle birlikte Türkçe yeniden canlanmaya başlamıştır.
Batı’da durum böyle iken Doğu Türkistan’da Türk Yazı Devrimi etkilerini kısa zamanda gösterememiştir. Bunda en önemli sebep Uygurların bağımsız olmamalarıdır. 1955’te Çin Halk Cumhuriyeti içerisinde özerkliğini kazanan ve Sincan Uygur Özerk Bölgesi adını alan Doğu Türkistan’da 1956 yılında Arap harflerinin yerine Kiril alfabesinin kullanılması kararlaştırılır. Daha sonra Çin-Sovyet ilişkilerinin bozulması üzerine Kiril alfabesinin kullanılmasından vazgeçilir. 1965 yılından itibaren Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Ancak Çin Suudi Arabistan, İran gibi Müslüman ülkelere jest yapmak için Uygur Türklerinin tekrar Arap alfabesini kullanmasını zorunlu kılmıştır.

Eski Dünya Seyahatnamesi, İlber Ortaylı

Eski Dünya Seyahatnamesi, İlber Ortaylı, 2007, Ankara
Prof.Dr.İlber ORTAYLI’nın değişik zamanlarda ve değişik nedenlerle gittiği ve gördüğü  ülkelerle ve şehirlerle ilgili düşünceleri.
KIRIM: ECDAD TOPRAĞI
Yazar bu bölümde, Kırım’ın eski bir ecdat toprağı olduğundan, tarihi birçok yerini (Çehov’un evini, Yalta Konferansının yapıldığı sarayı, Puşkin’in yaşadığı yer gibi) görme imkanına sahip olduğundan, Selanik’le nüfus olarak mukayese edilebilecek bir Yahudi şehri olduğundan ve özellikle Odessa’nın dünya savaşları sırasında çok zarar gördüğünden, hala Osmanlı’dan kalan izler taşıdığından ve halkları (Ukraynalılar, Ruslar, Kırım Türkleri ve Karaylar) arasındaki ilişkilerden bahsetmiştir.

ORTADOĞU
KIRK YIL ÖNCESİ

Yazar bu bölümde, Evliya Çelebi dışında, Ortadoğu ile ilgili doğru düzgün bir çalışma olmadığından, Refik Halit KARAY’ın sürgün zamanı o yöreler hakkında hazırladığı “Gurbet Hikayeleri” kitabının bir şaheser olduğundan, bu bölgeyi anlayabilmek için Arapça, Farsça ve İbranca bilen uzmanlara ihtiyaç olduğundan bahsetmiştir.
Ayrıca, Suriye’deki Halep ve Şam’ın Türkiye için öneminden, bu bölgelerde hala Türkiye’nin etkisi olduğundan ve Türkçenin yaygın bir şekilde konuşulduğundan bahsetmiştir.
SURİYE GEZİM; ŞAM
Yazar bu bölümde, asıl Suriye denilen bölgenin, şu anki Suriye Devletinden daha geniş bir bölgeyi ifade ettiğinden, eski Büyük Suriye’nin Filistin’i, Ürdün’ü, Lübnan’ı kapsadığından, bu bölgelerin Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katıldığından, eskinin gözde ticaret merkezlerinin bu bölgede olduğundan, dört asırlık Osmanlı döneminin bu bölge için sulh zamanı olduğundan, Şam’ın İslam dünyası için Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra gelen en önemli şehir olduğundan ve Osmanlı’nın da Suriye’ye özel önem verdiği ve bazı ayrıcalıklar tanıdığından bahsetmiştir.
HALEB

Yazar bu bölümde, Suriye’deki ünlü kalelerden ve haleb kalesinden, şehir üzerindeki Osmanlı-Memluk yarışmasından, Cumhuriyet dönemindeki muhalif İstanbul Hükümeti politikacıların burada yaşadıklarından bahsetmiştir.
KUDÜS
Yazar bu bölümde, Kudüs’ün Mekke ve Medine kadar Osmanlı mülkünün gözdesi olduğundan, hala Osmanlı izlerini taşıdığından, Osmanlı yönetiminde 400 yıl boyunca huzurlu bir dönem yaşandığından, Osmanlı döneminde bugünkü görünümüne kavuştuğundan, İsrail’in nasıl kurulduğundan, Arap dünyası ile Yahudiler arasındaki çekişme ve çatışmalardan ve Kudüs’ün sosyo-ekonomik durumundan bahsetmiştir.
IRAK
Yazar bu bölümde, Irak’ın sınırlarının İngilizler tarafından cetvelle çizilerek ortaya çıkarıldığından, birçok yabancı devletin yönetime müdahale ettiğinden, Irak’taki sorunların çözümü için Türkiye’nin taraf olmasının zorunlu olduğundan ve Arap dünyasını tanımamız gerektiğinden bahsetmiştir.
LÜBNAN
Yazar bu bölümde, Lübnan teriminin, Ortadoğu’da karlı dağlara sahip tek yer olduğundan, beyaz anlamındaki “leban” kelimesinden geldiğinden, Beyrut’un Osmanlı zamanında geliştirildiğinden ve merkez haline dönüştürüldüğünden, Katolik Maruni cemaati ve Dürzilerin çoğunlukta olduğundan ve bugünkü halini Fransa mandası zamanında aldığından bahsetmektedir.

MISIR
Yazar bu bölümde, Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilmesinden önce Memlukların elinde olduğundan, Osmanlı’nın nasıl buralara kadar geldiğinden bahsetmektedir. Ayrıca Mısır’ın Mehmet Ali Paşa yönetimindeki zamanından, Mısır’daki hala sürüp giden Osmanlı etkisinden ve Osmanlı zamanı Mısır ile ilgili yazılan eserlerden bazılarından bahsediyor.
İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ
Yazar bu bölümde, İskenderiye’de yaşayan halkların, sadece Mısır’lı Kıptiler olmadığını, aynı zamanda, Yunanlılar, Filistin’i terk eden Yahudiler, Lübnan ve Suriye halkları olduğunu, en eski kütüphanelerden biri olduğunu, birçok bilimsel çalışmaya kaynak teşkil ettiğini ve çağlar boyunca çok fazla tahrip edildiğini bahsediyor.

BAHREYN

Yazar bu bölümde, Bahreyn’in Hindu ve Budist mabetlerinin inşa edilmesine bile izin verecek kadar yabancı kültürlere açık bir devlet olduğundan, fakat batılı ülkelerin sermayesinin işgali altında olduğundan, sahillerin doldurulması ve devasa binaların yapılmasından çevresel bir zarar ortaya çıktığından ve bunun da kültürlerini yok ettiğinden bahsediyor.


OSMANLI MİRASINI YOK ETMEK

Yazar bu bölümde, Mekke-i Mükerreme’de Kabe’nin yanındaki Kale-i Ecyad’ın yıkılmasından bahisle, Suudilerin adeta Osmanlı’yı silmek istediklerini, bununla da kalmayıp yaptıkları ile Hz.Muhammed devrinden bir eser bırakmadıklarından ve Suudilerin arsız bir şekilde para hırslarından bahsediyor.

ADI YEMEN’DİR

Yazar bu bölümde, Yemen’deki aşiretlerin Osmanlıyı oldukça uğraştırdıklarından, ekilebilen arazinin çok önemsendiğinden, bitki ve ağaçlarının dünyada bulunan en nadide türler olduğundan, kat çiğnemenin öneminden, turizme yeni yeni açıldığından, petrol gelirinin fazla olmadığından ve Osmanlı için öneminden bahsetmiştir.

YUNANİSTAN
GİRİT

Yazar bu bölümde, adada hala Türklerin sevildiğinden, Girit’teki Ortodoks kilisesinin Yunanistan’a değil de İstanbul’daki patrikhaneye bağlı olduğundan ve hala Osmanlı hakkında araştırma ve çalışmaların yapıldığından bahsediyor.
ATİNA GÜNLÜĞÜ
Yazar bu bölümde, Yunanistan’da hala Türk düşmanlığı yapıldığından, fakat zenginlik ve gerçek eğitimin bu düşmanlığı azalttığından, Atina şehir müzesinden, Benaki müzesinden ve Atina’daki değişimlerden bahsediyor.
SELANİK
Yazar bu bölümde, Selanik’in Atatürk’ün doğum yeri olmasından ve diğer yönlerden Osmanlı için öneminden, Selanik’teki edebi faaliyetlerin ve akımların yoğunluğundan bahsediyor.
SELANİK’TEN AYNAROZ’A
Selanik’in Trakya-Makedonya bölgesinin merkezi olduğundan ve bu konuda bir bakanlığın olduğundan, Selanik’in yaşamak için Atina’dan daha çok tercih edildiğinden, Yunanistan’ın en dindar halkının burada yaşadığından bahsediyor.
Ayrıca, Aynaroz manastırlarından, Halkidiki yarım adasından, buraların bir tür özerkliğe sahip olduğundan, buradaki manastırların Atina’daki patrikhaneye değil, Fener’deki ana patrikhaneye bağlı olduğundan bahsediyor.

ARNAVUTLUK
Yazar bu bölümde, Arnavutluğun doğasının bozulmadığından ve bozulmaması gerektiğinden, birçok yerleşim biriminin sadeliğini koruduğundan, tarımın çok yaygın olduğundan, halkının cana yakınlığından, Enver Hocanın Arnavut tarihinde öneminden, Tirana’nın klasik Balkan havasını verdiğinden bahsetmektedir.

MAKEDONYA
Yazar bu bölümde, Makedonya’da Tito döneminden kalma mükemmel bir karayolu ağı bulunduğundan, Müslüman Arnavut, Makedonlar ve Türk azınlık arasında bir çekişme bulunduğundan, Almanya’nın bölgede etkinliğini koruma çabalarından bahsediyor.

BOSNA
Yazar bu bölümde, Bosna’nın asıl kurucusu Gazi Hüsrev Bey’den, Bosna’nın Osmanlı’ya en yakın eyalet olduğundan, İslamiyetin çok yayıldığından, Bosna ulemasının çok etkin olduğundan bahsetmiştir.
Aynı zamanda, Bosna’nın bugünkü haline gelirken, Osmanlı zamanında yaşadığı sıkıntılardan, son yıllarda yaşanan dramdan ve Bosna’daki İslamiyetin Osmanlı tarzı bir İslamiyet olduğundan bahsediyor.
MOSTAR KÖPRÜSÜ
Yazar bu bölümde, bombalanan Gazi Hüsrev Bey camiinin Suudiler tarafından restore edilmesinin bir ayıp olduğundan, Mostar köprüsünün restorasyonundan, Bosna’daki savaşın etkilerinin hala sürdüğünden ve halkının fakirlik çektiğinden bahsediyor.

BUDAPEŞTE
Yazar bu bölümde, Budapeşte’nin Buda ve Peşte şehirlerinin birleşiminden oluştuğundan, hala Osmanlı eserlerinin varlığından, Macarların Osmanlı hakimiyetine ve eserlerine karşı saygılı olduklarından, Macarların menşei konusundaki araştırmalardan, Avrupa’nın klasik uygarlığını en çok koruyan halkın Macar halkı olduğundan bahsediyor.

İRAN
Yazar bu bölümde, İran tarihinde yaşanan hakimiyet mücadelelerinden, Türklerle ve Osmanlılarla ilişkilerinden, gelenek ile batılı düşünceyi iyi kaynaştırdıklarından, Mollalarla laik kesim arasında bir kavga olduğundan, İran halkını bağlayan unsurun Şii İslam ve imparatorluk geleneği olduğundan bahsediyor.
Aynı zamanda, ekonomisini petrol ve gaza dayandırdığından, diğer alanlarda yatırım yapılmadığından, bizimle önemli ekonomik ilişkileri olmadığından, Büyük Selçuklu döneminde Zerdüşt dininden İslam’a geçişin çok hızlandığından, İran’da Türkçe ve Türk unsurunun ağırlığı olduğundan, Ortaçağ’dan beri değişmeyen, Yazd, Kerman, kaşhan, İsfahan gibi şehirlere sahip olduğundan bahsediyor.
ISFAHAN, NISF-I CİHAN
Yazar bu bölümde, İsfahan’ın bir zamanlar Şark’ın en büyük şehri olduğundan, bu yüzden “nısfh-ı cihan” yani dünyanın yarısı diye anıldığından, hala burada Zerdüştlüğün devam ettiğinden, aynı zamanda Yahudi ve Ermenilerin de bu bölgede yaşadıklarından, başta İsfahan olmak üzere bütün İran’da çok fazla okunduğundan, edebiyatlarına ve kültürel miraslarına çok sahip çıktıklarından, Türkiye ile İran arasındaki akademik çalışmaların azlığından bahsediyor.
HERYERDE İRAN DASKYLEİON’DA DA
Yazar bu bölümde, Bandırma civarında bir harabe olan Daskyleion’dan bahsederken, Hindistan’dan, Asya’ya; güneyde Suriye, Filistin, Mısır’a; batıda küçük Asya’ya etkilerinin görüldüğünden, İran’ın tarihinden, Zerdüşt inancından bahsediyor.

RUSYA
Yazar bu bölümde, her zaman Osmanlı ve Rusya arasında Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerindeki etkinlik mücadelesi yaşandığından, Rusya’nın II’nci Dünya Savaşından sonra Türkiye için kâbus olduğundan ve bu dönem içinde diğer NATO ülkelerine nazaran daha kapalı bir ilişki yürüttüğümüzden, ilişkilerin geliştirilmesinde devletlerden çok yurttaş girişimlerinin etkili ve önemli olduğundan ve her iki tarafın devlet adamlarının dostça girişimlerde bulunmalarının gerektiğinden bahsediyor.
DÜKALIĞIN BAŞKENTİ, VLADİMİR
Yazar bu bölümde, Moskova’nın 180 km. kuzeybatısındaki Vladimir şehrinden, bu şehrin tarihteki yerinden, yine Rusya ve Türkiye ilişkilerinden ve Rusya’nın Ortadoğu politikasından bahsediyor.
MOSKOVA
Yazar bu bölümde, Moskova’daki Yahudi ve yabancı düşmanlığından, Türk sermayesinin Moskova’daki rolünden, Rusya’nın nüfusunun azaldığından, Türk ve Rus evliliklerinin arttığından, Rusya’nın sadece petrol gelirleri ile kalkındığından ve bu durumun bir atalet oluşturduğundan, taşradakilerin buna rağmen hala yoksulluk yaşadıklarından bahsediyor.

KAFKASYA
Yazar bu bölümde, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın Güney Kafkasya’yı; Osetler, Adige ve Çerkesler, Kumuk, Karaşay ve Balkarları, Dağıstan’ın Lezgi ve Avarları’nın ise Kuzey Kafkasya’yı oluşturduklarından, Kafkas halklarının tarihinin çileyle dolu olduğundan, Gürcistan’ın birçok yönden Türkiye ile yakınlığından, Gürcistan’ın akıllı bir dışa açılım yürüttüğünden, Gürcistan halkının eğitim ve kültür düzeyinin yüksek olduğundan, Rusya’nın Kafkasya’daki etkinlik mücadelesinden, Ermenilerin hem Gürcüler hem de Azeriler için bir problem kaynağı olduğundan bahsediyor.
BAKÜ’DE İÇŞEHİR
Yazar bu bölümde, Bakü’de bulunan iç şehirden, yapılaşma içinde nasıl korunduğundan, Azerbaycan halkının sanatı sevdiğinden, petrolün yeni bir zengin sınıfı yarattığından, gelirlerin Bakü’ye harcandığından, buna rağmen özellikle Hazar kenarında çarpık bir yapılaşmanın sürdüğünden bahsediyor.




İTALYA
VENEDİK
Yazar bu bölümde, Venedik’in denize çakılan kazıklar üzerinde inşa edildiğinden, kademeli ve karışık bir meclise sahip olduğundan, Cenova ile rekabetinden, Türklerin Akdeniz’e inmelerinin Venedik’in sonunu getirdiğinden, önce Fransızların daha sonra ise İtalyanların egemenliğine geçtiklerinden, birçok adacıktan ve kanallardan oluştuğundan, Venedik İtalyancasının biraz farklı olduğundan bahsediyor.
TÜRKİYE VE İTALYA
Yazar bu bölümde, Türkiye-İtalya ilişkilerinin 152’nci yılı olduğundan, İtalyanların daimi temsilciliği ilk bulanlar olduğundan, mütareke döneminde İtalya’nın hem İstanbul halkıyla yakın ilişki kurduğundan hem de Anadolu hükümetine el altından yardım ettiğinden, bütün iktisat ve bankacılık terimlerinin İtalyanca olduğundan bahsediyor.
KATOLİK İNANCINA MENSUP KİTLE KAN KAYBEDİYOR
Yazar bu bölümde, Katolik kilisenin dünyadaki en geniş dini grup olduğundan, dinin yorumunun kilisenin idaresinde olduğundan, Protestanlığın Roma Katolikliğine çok kan kaybettirdiğinden bahsediyor.
DEVLET İÇİNDE DEVLET
Yazar bu bölümde, Katolik kilisesinin İtalya içinde Vatikan olarak bir devlet olduğundan, Vatikan’ın dünyanın en iyi müzelerine ve en eski düzenli arşivine sahip olduğundan, “Papalığın yanılmazlığı” doktrini yüzünden muhalif akımların güçlendiği ve değerli rahiplerin Katolik Kilisesinden ayrıldığından, bugün birçok katoliğin kiliseye gitmediklerini ve çocuklarını vaftiz ettirmediklerinden bahsediyor.

İSPANYA
ENDÜLÜS
Yazar bu bölümde, Endülüs’ün tarihte önemli bir bilim merkezi olduğundan, daha sonra 12’nci yüzyılda Endülüs’ün eski ihtişamını kaybettiğinden, İbn-i Haldun’un bu topraklarda yetiştiğinden, bugünkü İspanya’nın Endülüs mirasını turizm ve kültür merakıyla değerlendirdiğinden, Mısır ve İspanya üniversitelerinin yakın bir işbirliği içinde olduğundan bahsediyor.
Aynı zamanda, Avrupa Birliği desteğini de alarak, gerçekçi, ciddi ve verime yönelik politikalarla hızla geliştiklerinden, Türkiye ile yakın ilişkiler kurmak için istekli olduklarından Bask ve Katalunya bölgelerinden, Baskların sanayileşme üzerinde Katalanların ise ticaret üzerinde yoğunlaştıklarından bahsediyor.
İSPANYA ZİL, ŞAL VE GÜL MÜYDÜ?
Yazar bu bölümde, İspanya’da Amerikanizmin hızla geliştiğinden, ülkenin her geçen yıl biraz daha zenginleştiğinden, uyuşturucu ve kara para ticaretinin çok fazla olduğundan, fazla da çalışkan bir millet olmadıklarından bahsediyor.


BARSELONA VE MADRİD
Yazar bu bölümde, İspanya’nın Katolizmin kalesi olduğundan, buna rağmen medeniyetlerin birliğini en çok savunan ülke olduğundan, Kuzey Akdeniz ülkelerinin gittikçe öneminin arttığından, bu çerçevede bir ortaklığın düşünülmesi gerektiğinden bahsediyor.
Aynı zamanda, Barselona’nın bir moda merkezi olduğundan, tarihten beri burada yaşayan burjuvazinin gösterişi sevdiğinden, burada Katalanların yaşadığından, sanayileşmiş bir bölge olduğundan, tarihte ilk kapitülasyonların aslında Yavuz Sultan Selim tarafından 1517’de Katalanlara verildiğinden, Akdeniz birliğinin gerekliliğinden bahsediyor.

ALMANYA
Yazar bu bölümde, 16’ncı ve 18’inci yüzyıllar arasında savaştığımız Avusturya İmparatorluğunun Alman İmparatorluğunun ta kendisi olduğundan, Almanya’nın Orta Avrupa ve Balkanlarda etkin olma çalışmalarından, eskisi gibi sanayi ülkesi özelliğini yitirmeye başladığından, Alman’ların aceleci, saldırgan ve gürültücü bir üslupları olduğundan bahsediyor.
BERLİN’DE BİR HAFTASONU
Yazar bu bölümde, eskiden Berlin’e göç eden Yahudiler sayesinde yükselen Yahudi merkezi haline geldiğinden, önemli miktarda Osmanlı eserlerinin bulunduğu Pergamon müzesinden, Türk sempatizanlığının varlığından, şehir birleştikten sonra biraz daha canlandığından ve renklendiğinden bahsediyor.

ÇEK CUMHURİYETİ VE PRAG
Yazar bu bölümde, Çeklerin, Polonyalıların ve Slovakların dillerinin çok yakın olduğundan, Çeklerin diğer ikisine nazaran daha bireyci, daha girişken ve endüstriyel toplum çizgilerine sahip olduklarından, Protestanlığın öncülüğünü yaptığından, Avrupa’daki en faal proletaryayı yarattıklarından bahsediyor.
Aynı zamanda, Prag’ın dünya edebiyatı açısından öneminden, sanatsal etkinliklerin yoğunluğundan, tarihi motifini hala koruduğundan bahsediyor ve Floransa, Roma ve Prag’ın Avrupa’nın kültürünü anlamak adına görülmesi gereken en önemli üç şehir olduğunu belirtiyor.

HİNDİSTAN
Yazar bu bölümde, Hindistan’ın 1.3 milyarı bulan nüfusunun 1 milyara yakınının aç ve çok fakir olduğundan, Hindu dini, Müslümanlık, Hıristiyanlık, Küçük animist dinlerden oluşan dinler mozaiği olduğundan, dini hareketliliğin çok fazla olduğundan, Sihlerin yerinden ve öneminden, Pakistan’ın İngilizler tarafından ayrılmasından sonra dinler arasında bazı çatışmaların yaşandığından, coğrafyanın çok geniş olmasından dolayı hiçbir zümrenin tam anlamıyla hakim olamayacağından bahsediyor.
21.YY EŞİĞİNDE HİNDİSTAN
Yazar bu bölümde, Hindistan’da yaşanan sefillikten, başıboşluktan, kirlilikten, gelir dağılımının olmadığından, ama renkli bir aydın kesimine sahip olduğundan bahsediyor.
ÇİN
Yazar bu bölümde, Çin’in batı medeniyeti dışında bırakıldığından, diğer uygarlıklar (Mısır, İran, Yahudi, Yunan, Roma, Hint ve Arap) kadar uygarlığa hizmet etmediğinden, yoksulluğundan, buna rağmen gelişme ve değişme isteğinden, batıyı dikkatli bir şekilde tetkikinden ve gelişimini turizmle değil derin bir yapısal değişimle gerçekleştirmesi gereğinden bahsediyor.

JAPONYA
Yazar bu bölümde, dünyanın en eski seramik eserlerinin Japonya’da olduğundan, Çin’le Japonya arasında kültür bağı olmasına rağmen yaşamlarının ve sanatlarının çok farklı olduğundan, Japonya’nın sanayileşen dünyaya, coğrafi olumsuzluklarına rağmen çok kolay intibak ettiğinden, ülke içindeki ulaşım ağının çok iyi kurulduğundan, Türkiye’ye karşı önyargılarının bulunmadığından ve dünyanın üçüncü sanayi ve iktisadi kuvveti olduğundan bahsediyor.

26 Nisan 2012 Perşembe

Türkiye’nin Etnik Yapısı, Ali Tayyar Önder

Türkiye’nin Etnik Yapısı, Ali Tayyar Önder, Fark Yayınları, İstanbul, 2006
Türkiye’deki etnik nüfusun bilimsel analizi
           Bilimsel araştırma türünde olan eser, Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak görev yapan yazarın arşiv ve kaynakların titiz bir şekilde elden geçirilmesiyle meydana gelmiş ilmi değeri yüksek bir eserdir. Yazar Türkiye’nin stratejik konumu dolayısıyla ülkemizin ekonomik ve teknik ilerlemesinin önüne geçmek maksadıyla Batı’nın kendisi için sorun olarak gördüğü fakat ülkemiz için zenginlik olarak empoze etmeye çalıştığı etnik farklılıkları kanıtlarıyla yok etmektedir.
            Kitapta Türkiye’deki etnik farklılıkların tarihsel kökenine inilmekte ve hemen hemen hepsinin aynı coğrafyadan ve kökenden geldikleri bilimsel olarak kanıtlanmaktadır. Yukarıda bahsi geçen küresel güçTürkiye’de var olan barış ortamını bozmak maksadıyla Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Nusayri diye halkı tabakalara bölmeye çalışmaktadır.
            Yazar, ülke gündemine suni olarak getirilen Türkiyelilik tanımının
hiçbir tarihi ve meşru dayanağının olmadığını ve Türk ulusunun %90’ı aşan bir çoğunluğun kendisini Türk olarak tanımladığını (bilimin ölçüt kabul ettiği etnik bakış) belirtmektedir. Ayrıca bazı kendini aydın zannedenlerin ortaya attığı etnik mozaik terimini bilimsel delillerle yok etmektedir. Şöyle ki; bir ülkenin etnik yapısının mozaik olarak tanımlanabilmesi için ülkedeki etnik grupların toplam nüfusunun ülke nüfusuna oranla en az %35’ini oluşturması gerektirmektedir. Ancak ülkemizde, hiç bir tarihi dönemde bu oran %14’ü geçmemiştir. Kaldı ki bu oran AB anketinde %9 çıkmıştır.
       Kitap; içindekiler, önsöz, yirmibeş bölüm ve bibliyografyadan müteşekkildir.
1.  ETNİKLİK
            Dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmayı hedefleyen çok uluslu küresel sermaye, hedefine ulaşmak için ulus devletleri, etniklik temelinde bölerek kolay lokmalar haline getirmeyi, ulusal direnci çözerek ve ulusal sınırları göstermelik kılarak küresel sermayenin önünü açmayı, dünyayı kendisi için açık bir Pazar haline getirmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Yazara göre bu küresel gücün öncelikli hedefi ise sahip olduğu kaynaklar, su havzaları ve de Ortadoğu ve Avrasya coğrafyasındaki stratejik konumu nedeniyle Türkiye’dir.
            Yazar, ülkemizde kullanılan etnik mozaik tanımının Batılıların, Sevr ile bölemedikleri Türkiye’yi içten bölmek için özellikle, Lozan Anlaşması sonrasında belirledikleri politikalarına meşru bir zemin, altyapı, etnik dayatmalarına gerekçe oluşturmak üzere, Türkiye’ye bilinçli olarak çok ince bir şekilde empoze ettikleri maksatlı bir yakıştırma olduğunu belirtmektedir. Türkiye’nin etnik bir mozaik olduğu kabulü, aynı zamanda 1960’lı yıllardan ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek süper güç haline gelen Batı’nın, daha doğru bir tespitle Batı ülkelerine egemen çok uluslu küresel sermayenin, ulus devletleri etniklik temelinde bölerek küreselleşme adı altında kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırarak, kendisi için açık bir pazara dönüştürmeyi hedefleyen politikasının Türkiye için öngördüğü stratejinin temel dayanağıdır.
             Kitapta Türkiye’nin nüfusu aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi verilmiştir:
Etnik Kimlik          Nüfus                           Oran(%)
Türk                     66.650.000                     90.06
Kürt                     5.000.000                       6.76
Zaza                   800.000                          1.08
Arap        800.000                    1.08
Çerkes        250.000                    0.34
Laz        200.000                    0.27
Diğer                  300.000                          0.41
Toplam               74.000.000                     100.00
      Burada görüldüğü gibi etnik nüfus toplamda %9.94’tür.
               
          
2. ÖN TÜRKLER TEZİ 
           Yazar Ön Türkler Tezi ile Türklüğün tarih sahnesindeki yerini açıklamıştır.Tarihçi Kazım Mirşan’ın  üzerinde önemle durulması gereken önemli tespitleri mevcuttur. Buna göre:
a.    Türklerin Tarihi;  M.Ö. 15000 yıllarına dayanmaktadır.
                  b.   Türk Dili, M. Ö. 15000’den başlayarak Orta Asya’da  Ön-Türk adı verilen topluluklar tarafından oluşturuldu.
                  c.    Bu topluluklar yerleşik devlet kurdular, göçebe değildiler.
ç.    İlk Tanrı inancını geliştiren Türk’lerdir. Budizmin kökeninde Türklerin  ‘altı yarıg tigin’  isimli din kitabı vardır.
d.     Batı uygarlığının kurucusu ‘Etrüsk’ler’ Türk’tür ve dilleri Ön-Türkçe’dir.
e.     Kökeni araştırılmayan Mısır hiyeroglatif yazısında 18  Ön-Türkçe harf mevcuttur.
f.     Sümer yazısında 18  Ön-Türkçe Tamga (yazı elemanlı kaya resmi) mevcuttur.
g.     Ön-Türkçe ileriki bin yıllarda Fenike-Grek-Bizans-Latin Slav alfabelerinin kökeninde yer almıştır.
ğ.    Türkler, Anadolu’da M.Ö. 15000 lerden beri mevcuttur. Anadolu’nun pek çok yerinde kaya resim ve yazıları mevcuttur.
3.TÜRKİYE ETNİK NÜFUSU
              Yazar Türkiye’deki etnik grupları tek tek ele alarak ilmi delilleriyle kökenlerini ortaya çıkarmıştır. Buradan hareketle Nusayri’lerin aslen, Abbasiler tarafından Roma’ya karşı Anadolu’ya yerleştirilmiş Türkmenler olduğu; Zaza’ların Kürt’lerden ayrı bir etnik oluşum olduğu ve Zazaca’nın Kürtçe’den ayrı bir dil olduğu; Çerkes’lerin çoğunun 1864 yılında Çarlık Rusyası tarafından sürgün edilen Balkarlar ve Karaçaylar ( öz be öz Türk’türler) olduğu; Laz’ların sadece Rize, Çayeli, Ardeşen bölgesinde yaşayan ve toplam nüfusu 200.000 olan bir etnik grup olduğu; Aleviliğin İslam diniyle ve eski Türk adetlerinin karışımı ile meydana geldiğini; Kürt’lerin Orta Asya’dan gelen Türkmen oymakları olduğu ve Ermenilerle hiçbir akrabalık bağının bulunmadığı delilleriyle sunulmuştur. Kürtçülük meselesinin kökeni aslında Boğazlara inemeyen Rusya’nın Basra Körfezi’ne inmek maksadıyla çizdiği yol haritası üzerindeki halklarını ilmi temele dayanmayan bölme çalışmalarıdır. Kürtlüğü ayrı bir millet gibi göstermeye çalışan Minorsky ve Nikitin tarihçi değil Rusya’nın diplomatlarıdır. Yine AB ülkemizdeki etnik grupları çok kültürlülük ve zenginlik olarak göstermeye çalışmasına karşın Fransa 17 etnik gruba rağmen etnikliği kabul etmemekte, Almanya ve Hollanda Türkçe konuşmayı yasaklamaktadır. 20’nci yüzyıla damgasını vurmuş böylesine yüksek bir uygarlığın temsilcisi olan Batı, insanlık tarihinin en kanlı ve acı dolu olaylarının suçlusudur. Batı uygarlığı sömürü, zulüm ve çıkar temeli üzerinde yükselmiştir. Avrupa, endüstri devrimine maddi birikim sağlayan kaynakları; 5 kıtayı iliklerine kadar acımasızca ve akla gelebilecek her türlü insanlık dışı yöntemlerle sömürerek sağlamıştır. 1184 yılında İtalya Verona’da kurulan din mahkemesiyle başlayan engizisyon dönemi 1808 yılında resmen son buluncaya kadar 600 yılı aşkın bir süre milyonlarca insanın işkenceyle katliamına neden olmuş, bilim yasaklanmış ve bu dönem insanlık tarihinin en kara lekesi, karanlık çağ olarak tarihe geçmiştir. Batı amansız bir Türk ve Türklük düşmanıdır. Türklüğü yok etmek planı olan Sevr’i uygulamaya koyan odur. Genç Türk Devletini boğmak için Yunan işgalini destekleyen odur. 1925 Şeyh Sait isyanının, 1926-30 Ağrı isyanlarının, 1938 Dersim, Hatay olaylarının arkasında hep Batı mevcuttur. Bu hareketler hep Türkiye’yi bölmeye, çökertmeye yöneliktir. Geçmişteki PKK terörünün ve sözde Marksist militanların arkasında da Batı mevcuttur. Batı, Türkiye’deki teröre; sadece, ülkesinde barındırdığı teröristlerle, terör eğitim merkezi kamplarıyla, silah yardımıyla değil, demokrasi ve insan hakları kılıfıyla, destek vermektedir.
                 Batı’nın Türkiye’ye ve Türklüğe karşı böylesine amansız düşmanlığı iki temel nedene dayalıdır. Bunlardan birincisi çıkar diğeri İslam düşmanlığıdır.
                 Sonuç olarak, Batı Türkiye’nin AB üyeliğini olağanüstü bir gelişme olmadıkça asla onaylamayacağı gibi Türkiye’nin bu birliğe üyeliğini vazgeçilmez hale getirecek her gelişmeyi baltalamak için her türlü komplonun hesabı içinde olacaktır ve olmaktadır.

Yahya Kemal’in Dünyası, Süheyl Ünver

Yahya Kemal’in Dünyası, Süheyl Ünver, Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları, 1980 İstanbul
Yazarın kaleminden Yahya Kemal muhtelif konulardaki görüşleri.
        Şair Yahya Kemal ile 1943-1958 yılları arasında bir çok kez sohbet etme fırsatı bulmuş olan yazar, dinlediklerini kaydetmiş ve diğer insanlarla paylaşmak için kaydettiklerini bir kitap altında toplamıştır. Kitap, Yahya KEMAL’in ağzından yazılmıştır. Ortaya çıkan eserin şairin kendi eseri olmadığını yazar açıkça ifade etmektedir. Yazarın kaleminden şair Yahya KEMAL’in muhtelif konulardaki görüşleri özetle şu şekildedir :
(1)     TARİH KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Bir millet/insan geçmişi ile bağını koparmamalıdır. Kopardığında kendisi olmayacaktır. Geçmişin tamamını sevmek gerekmez, fakat yapılan güzel işleri sevmek, takdir etmek gerekir. Geçmişte yapılan kötü işleri görüp irtibatı koparmak doğru değildir.
Avrupa’nın yaşayış tarzı bize hakim olmaya başladı. Tepeden tırnağa kadar Avrupa’ya benziyoruz. Saçlarımızı onlar gibi kestiriyoruz, onlar gibi yatıyor, onlar gibi kalkıyoruz. Bu sebeple; Türk üslubu, Türk çarşısı kayboldu. Artık bu güzellikleri hatıra olarak duvarımıza asıyoruz. Türk mimarları toplanıp “İngiliz evi” gibi bir “Türk evi” inşa etmelidir ve bu her Türkün hayaline işlenmelidir. Avrupalılardan eski doğu kültürüne ait eşyaların, silahların zevkini almaya başladık. Belki bu münasebetle bir gün kendi eşyalarımızı da sevmeğe başlarız.
Avrupa’dan aldıkları yarım ilimle yetinen tarihçilerimiz bizim aslen bir göçebe halkı olduğumuzu yazmakta ve bunu ispat etmeye çalışmaktadırlar. Yataklarımızı gece dolaptan çıkarıp yere serdiğimizi sabahleyin tekrar kaldırıp dolaba koyduğumuzu göçebeliğimizin emaresi saydılar. Evimizde kullandığımız nakli kolay eşyayı göçebeliğimize örnek olarak gösterdiler. Bu görüşleri ifade ederken yabancılardan etkilendiler. Bu emareler göçebe olmak için yeterli olabilir mi? Atalarımızın evleri ve eşyası yaşayış tarzından doğmuştu. Bağdaş kurmak şilteyi minderi, sahandan el ile yemek yendiğinden leğeni, ibriği, el silecek sırma havluları icat etmişti. Söylenenler göçebe olduğumuzu ispat için yeterli değildir.
Osmanlı’nın zaferleri diğer uluslarınkiyle mukayese edilemez. Napolyon’un ve Hitler’in zaferleri mekanî ve geçici olmuştur. Halbuki, Osmanlı 600 yıl Rumeli’de, 400 yıl Suriye ve Mısır’da kaldığından daha kalıcı ve etkili olmuştur.
Türkler ilk olarak 1360 yılında Rumeli’ye geçtiklerinde; Peçeneklerin, Oğuzların, Komanların ve Vardar Türklerinin nesillerini bulmuşlardı. Bu nesiller zamanla Hıristiyan olmuşlar ve Ortodoks kilisesine bağlı yaşıyorlardı. Göçebelilikleri devam ettiğinden, Hıristiyanlıkları zayıf kalmış ve  hala Türkçe konuşuyorlardı. İşte Osmanlı aslen Türk olan bu Ortodoksları bünyelerine almışlar ve ilk Yeniçeri devşirmelerini bu unsurlardan yapmıştır. Bu sebeple, Yeniçeri Ocağı Türk mizacında bir ocaktı denilebilir.
 (2)     DİL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Dil insanlardan hariç yaşar ve gelişir. İnsanlar bir araya gelip yeni bir dil oluşturamazlar. Tarihte bu ana kadar alimlerin, ediplerin ve şairlerin üzerinde anlaşıp bir dil vücuda getirdikleri görülmemiştir. Bunlar belki, milletlerin yaptığı lisanlardan abideler yapmışlardır ama bir dil vücuda getirememişlerdir.
Dilimiz her dil gibi diğer dillerden etkilenmiş ve alıntılar yapmıştır. Medreselerimizde Arapça okutulmasına rağmen, Araplık üzerimizde etkili olamamıştır. Acem’in tahakkümünde Müslüman olduğumuzdan, dilimiz daha çok Farsça’dan etkilenmiştir. Arapça’dan resul, nebi kelimelerini almamışız, Farsça’dan peygamberi almışız. Müslüman, oruç, abdest, padişah, şehzade kelimelerinin tamamı Fars’çadır. Dilimizde “–dar” ile biten sancakdar, silahdar kelimeleri de Fars’çadır. Buna rağmen, Acemin esiri değil, hakimi olduk. Gaznelilerde ve Selçuklularda onları hakimiyetimiz altına aldık, o da bizi medeniyeti ile ezdi.
Bir millet yeni kavramları lisanıyla birlikte alır. Sadece biz değil, diğer milletler de alır. Dilimiz önceleri İtalyanca’dan, daha sonra Fransızca’dan etkilenmiştir. Bir kavram bir dile girecekse kelimesiyle birlikte girer. Bir millet lisanını terk etmemelidir. Lisanımız, bizim milliyetimizdir. Çünkü vatanımızdan eskidir. En eski milli unsurumuz dildir. Fakir bile olsa, zamanla zenginleşir. Dil bizi birleştiren değerlerden birisidir ve sahip çıkılmalıdır.
(3)     MEDENİYET     KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :   
Alimlerin dediğine göre medeniyet beynelmileldir ve müşterektir. Ayrıca medeniyet elden ele verilen bir meşaledir ve her seferinde iklim değiştirir. Bir zamanlar medeniyet Mısır’daydı, oradan Bağdat’a, Irak’a gitti. Asur ve Kalde medeniyeti ortaya çıktı. Derken Yunan medeniyeti diye bir medeniyet ortaya çıktı. Bu böylece sürüp gidecektir.
Son zamanlarda Amerika medeniyeti öyle gelişti ki, atomu geliştirdi. Her gün yeni bir şeyle buluyorlar. Amerika’daki medeniyeti görenler Avrupa’ya geldiklerinde, Avrupa’yı köy sanabilirler. Amerika medeniyeti eskiler gibi yalnız manevi değil, biraz da maddi bir medeniyet.
Roma’da kadın haremdeydi. Hatırı sayılır bir mevkie getirildi. Roma’da seksüel ahlak yüksekti. Doğu insanı sekse başka türlü bakar. Doğuda sövme seks ile ilgiliyken, batı bunu pek anlamaz. Batı kadına dost veya zevce diye bakarken doğu öyle bakmaz.
Yahudi menşeinden bir din olan Hıristiyanlık, hem Yahudilikten ayrılmış, hem de Avrupai bir din olmuştur. Hıristiyan dünyası Isa ve Meryemleri kendi hayaline uydurduğundan, Isa heykelleri maddidir. Hollanda’da İsa Hollandalı gence benzer. Biz Araptan dini aldık ve onu kendinize uydurduk. Bizim Müslümanlığımız o bakımdan Araptan farklıdır.
Osmanlı Bizans’tan medeniyetin başkenti İstanbul’u, hamamı almış ve Türk yapmıştır. Avrupalı da hamamı bizden görmüştür.
İnsanlığı iyi yola, doğru yola sevk eden hukuk ve hürriyet fikridir. Bizde hürriyet fikri, ferdin hürriyeti fikridir. Herkesin kendi hukuku vardır. O da egoizm demektir.
(4)     ŞİİR KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Şiir sadece insan tarafından yapılan, insanı dile getiren bir sanat dalıdır ve doğrudan doğruya fikri söyler. Şiir beşeridir, hayvan söyleyemez. Yıldırımdan çıkmaz. Deniz gürültüsü onu ifade etmez. Kelimeyi yalnız insan söyleyebilir. Kelimeleri fertler değil, cemiyetler yapar. Bu sebeple şair cemiyetin kelimeleriyle şiirini yazar.
Şiirin konusu her şey olabilir. Hatta şiir cemiyetin aleyhinde de olabilir. Ne kadar şair varsa o kadar şiir vardır. Şiir manası güzel olduğu için değil, kelimelerin dizilmesi ile güzel olur. Nice güzel sözler var ki şiir değildir. Doğan fikirle şiir yazılmaz, kelimelerle yazılır.
Bir şiir, okuyucusunu kendisine hayran bırakmalı, hayretlere sokmamalıdır. Yeni nesil şairler hayret uyandırma gayreti içindeler. Halbuki hayret çabuk geçer, hayranlık ise uzun süre devam eder. Şairler şiirlerinde okuyucularını hayretlere sokmaya çalışmamalıdır. Çünkü şiirin amacı hayret ettirmek değildir.
Şiir değişik kompleksleri olan bir insan tarafından yazıldığından, şiiri tarif etmek oldukça güçtür. Şiir bir şuur değil, bir şahsın ayrı görüşüdür. Dünyadaki tüm şairlere şiirin ne olduğunu sorsalar düzgün bir cevap alamazlar. Şiiri en iyi tarif edecek kişi, asla en iyi şair değildir. Bütün filozofların şiir üzerinde anlaştıkları nokta; şiirin bir duyuşu deyiş haline getirmek olduğudur.
Şiir ile müziğin farkı; müziğin ses ile, şiirin kelime ile ifade edilmesidir. Şair şiirin bestesini yapmıştır demek yanlış olmaz. Biz şairlere yeteri kadar değer vermiyoruz. Avrupa’da Fuzuli kadar kıymetli olmayan şairlerin kadrini bilir ve büyük değer verirler.
(5)     MÜZİK KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Müziği önce Acemden aldık. Daha sonra Rumdan aldıklarımızla harman ettik. Ordularımız Mora ve Macaristan’a girince onlardan havalar aldık. Müziğimiz Itri zamanında tamamen millileşti. Tüm bunlardan kendimize has bir sentez yaptık. Hakimiyetimiz altındaki milletlere müziğimizi yayabilseydik, tek millet olabilirdik.
Bestekârlarımız notayı bilmediklerinden, eski müziğimizden günümüze çok sayıda eser ulaşamamıştır. Eski dönemlerde yaşamış bir çok bestekar, güfte ve makam olmasına rağmen, fazla eser günümüze ulaşamamıştır. Zamanında Kumkapı’da ortaya çıkan Hamparsum bir nota yapmış ve müziğimizi unutulmaktan kurtarmıştır. Hamparsum notasından istifade edilerek birçok besteler kurtulmuştur. Şiirimiz bu konuda daha şanslı. Yazılabildiği için daha kalıcı olabilmiş. Müziğimizdeki dahimiz İsmail Dede Efendi nota bilmediğinden az sayıda eseri bize ulaşabilmiş. Nota bilseydi kim bilir daha ne güzel eserleri günümüze ulaşacaktı.
(6)     SANAT KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
İnsanlar sanatı kendi derecelerine göre anlarlar. Mimariyi, heykeli ve resmi ince ruhlu insanlar anlar. Şiiri de az sayıda insan anlar.
Sanatlar ikiye ayrılır: Büyük Sanatlar ve Küçük Sanatlar. Büyük Sanatlar; mimari, resim, heykeltıraş, müzik ve şiirdir. Küçük sanatlar daha az önemlidir. Örneğin; dekor da bir sanattır ama resim yanında bir şey değildir.
Memleketteki şair, ressam, hakkak, nakkaş hepsi milletin yaptığı Türk güzelliğinden ve ikliminden sanat yapmalıdırlar. Çünkü 7-8 yüz yıllık bir kaynak var. Bunlardan ilham alıp yeni eserler meydana getirmelidirler.
(7)  MİLLİYET VE RESİM KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Vatan ecdadın küllerinden yapılmış bir topraktır. Vatanı milletle beraber düşünür, yani milletin yerleştiği toprak sayarız.
Milliyetini idrak eden millet, ölüleri ile birlikte yaşar. Türkler ikametgahından ziyade mezara ehemmiyet vermiştir. Bizim için ecdadımızın yattığı yer mühimdir. Atalarımız Vatanı fethedince Türkleştirmek için öncelikle mezarları esaslandırmışlar. Bizim için atalarımızın oturdukları yerlerden ziyade yattıkları yerler önemlidir. Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.
Avrupalıların Latin ve Yunan medeniyetinin etkisi aldıklarında kaldıklarından iftihar ettikleri gibi, bizim de Bizans ve İran’dan aldıklarımızla iftihar etmemizde bir sakınca yoktur. Tüm milletler birbirlerinin sentezleridir. Fransızlar Almanlarla karışıktır. Fakat onlarla gerektiğinde harp ediyor. Demek ki; mesele kanda değil, sonra olan sentezdedir. Bizans’tan miras olarak aldığımız şeyler var. Şehri geliştirirken bunları muhafaza etmek gerekir. Barbar denen Türkler, İstanbul’da Bizans’tan kalma bir çok eseri muhafaza etmişlerdir.
Resmimiz olmadığından milli tarihimizi doğru dürüst bilmiyoruz. Bizim milliyetimiz gerçekten çok kuvvetlidir. Hayal dünyamızı tahrik edecek resim ve nesir olmadığı halde bu kadar kuvvetlidir. Malazgirt’i bir Ermeni papaz yazmasaydı bilemeyecektik. Hünername’nin, Nusretname’nin resimleri üzerimizde ne kadar müthiş bir tesir yapıyor. Tarihimiz resmedilmiş olsaydı milliyet daha da kuvvetli olurdu. Resimde İslamiyet bize geniş miktarda tesir etmiş. Kaçak eşya gibi kullanılmış. Asıl etkisi medresede resim öğretilmemesidir. Türk milleti bunun zevkini alamamış. Okulda resim öğretilmediğinden zevkimize girmemiştir.
Beyazıt’taki Türk ocağından beri Türk değiliz. Kendimize Türk demediğimiz, Türklüğe kötü baktığımız zamanda da çok Türk idik, Frenk gömleğini giydik, gavur oluruz korkusu vardı. Türk’ü kaba saha manasına kullandık. Lakin realite Türk’tü. Ne zaman milliyetimize uygun olursak, o zaman Türk oluruz.
Milliyette ne mazi, ne hal, ne ati vardır. Maziyi, bir milliyetçi sever zannedilir. Lakin bu yanlış bir düşüncedir. Çünkü bu mazinin güzelliklerini sever. Demek ki maziyi değil, güzelliklerini sever. Mazi olmayacak bir vakit yoktur ki. Maziyi vatandan ayırmak, ruhu bedenden ayırmak kadar imkansızdır.
Millet başka, milliyet başkadır. Birçok insanlar vardır ki, Türk milletinden değildir. Fakat milliyeti Türk’tür. Maksat Türk olmamız değil, Türklüğü sevmektir.
(8)     İSTANBUL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Hiçbir devlet İstanbul kadar güzel bir başkente sahip olmamıştır. Çünkü her yönüyle eşsizdir. Mütarekede düşman içine girdiğinde bile alamamıştır. İstanbul bizim milliyetimizin yer yüzünde verdiği en büyük eseridir.
İstanbul her şeyden önce bir Türk şehri olmalı ve bu esas dahilinde imar edilmelidir. İstanbul’un yalnız millî, siyasi ve hukuk bakımından Türk olması kafi değildir. Şekilce üslupça Türk olması şarttır. Eski İstanbul’un muhafaza edilmesi ve kendimize benzer bir üslupta yaratılması gerekir.
İstanbul medeniyetinin yarısı Bizans, ama Boğaziçi medeniyeti tamamen Türk’tür. Fakat, Boğaziçi’nin Türklüğünü koruyamıyoruz. Sinemasına, gazinosuna, lokantasına yabancı isimler vererek kendi elimizle yabancılaştırıyoruz.
İstanbul’dan daha turistik mekanları olan bir memleket yok. Ama biz bunun farkında değiliz. Bir garson mektebi bile açmamışız. «Türk İstanbul» medeniyetini bazıları beğenmezler. Bizansı medeniyetçe daha büyük görürler. İstanbul’da Bizanslılardan daha büyük bir medeniyet yapmışız. Fetihten sonra Boğaziçi medeniyetini icat ettik.
İstanbul kadar renkli bir şehir dünyada yoktur. Hiçbir yeri birbirine benzemez. İstanbul’da sıkılma ihtimali yoktur. Kocamustafa Paşa da içine girdiniz mi başka bir aleme girersiniz. Kendisine göre ruhu vardır.
İstanbul’un Türk tarafının cazibesi, yalnız yabancılar arasında değil Türkler arasında da gerektiği kadar bilinmemektedir. Bilinenler ancak toplamın %5’i oranındadır. İstanbul’un sahip olduğu güzellikler ve hatıralar iyi tetkik edilir ve iyi yaşatılırsa, ayrıca turizme ait kitaplar hazırlanırsa, İstanbul’u görenler onu anlayıncaya kadar orada kalırlar ve aylar geçirirler. Bir de konforları sağlanırsa kolay kolay şehirden ayrılamazlar.
Orta Çağın sonlarına doğru, Osmanlı Türklüğü Latinliğe medeniyetçe ve yaratıcılık bakımından çok üstündür. Fransızlar ve İtalyanlar İstanbul’u 1204 senesinde fethettiklerinde 57 yıl orada kaldılar. Yaktılar, yıktılar, yağma ettiler ve çıkıp gittikleri gün bir mezbele halinde bıraktılar. Bugün onların namlarına bir eser dahi yoktur. 1453’te bu mezbeleyi fetheden Türkler onu imar ettiler ve emsalsiz bir şehir vücuda getirdiler. Medeni bir yaklaşımla Türkler Bizans eserlerini muhafaza etmişlerdi. Mübalağa etmeksizin diyebiliriz ki, İtalyanlar miras olarak aldıkları eski Roma’yı bu kadar olsun muhafaza etmemişlerdir.
Bizans, Jüstinyen zamanından sonra surlarıyla, kendini ancak gelen ordulara karşı müdafaaya hazır, korkak ve ürkek bir vaziyette idi. Halbuki Osmanlı zamanında İstanbul asırlarca bir düşman tehlikesinin mevcut olacağını hatırından bile geçirmedi. İstanbul müdafaa edilen değil bir tecavüz merkezi oldu.
İstanbul’un fethi bir Müslüman ideali olarak farz olunur. Peygambere atfedilen bir hadis ve Emeviler zamanında İstanbul’un Araplar tarafından muhasaraları bu faraziyenin doğruluğunu hükmettirebilir. Ancak aksini de iddia etmek mümkündür. Çünkü İstanbul’un fethi bir Müslüman ideali olsaydı, bu idealin Araplarda devam etmesi, Acemlerde ve diğer milletlerde de olması gerekirdi. Acem edebiyatında İstanbul fethi idealine ait bir iz bulunmadığı gibi, Araplarda da böyle bir ideale rastlanmaz.

Yüzbaşının Kızı, Aleksandr Puşkin

Yüzbaşının Kızı, Aleksandr Puşkin, İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, İstanbul
1700’ lü yıllarda, bir ayaklanmanın ortasında, Rusya’da yaşanmış bir aşk hikâyesi.
Klasik Rus Edebiyatının kurucusu Puşkin, Yüzbaşının Kızı’nda bir halk ayaklanmasını ele alır. Konunun odak noktası, Pugaçev'in önderliğinde 1773'te patlak veren büyük bir köylü ayaklanması ve bu karmaşanın ortasında yaşanmış bir aşk hikâyesidir. Kitabın kahramanlarından, Emelyan Pugaçev adli isyancı köylü önderi, Don ve Ural Kazaklarının başına geçerek, üzerine gönderilen 25 bin kişilik Çar ordusunu bozguna uğratır. Düzensiz bir halk ordusunun başında kırlardan kentlere doğru yürüyüşe geçer, birçok kenti kuşatır, Moskova kapılarına dayanır, çarlığı ta temelinden sarsacak bir güce erişir. Eserde Pugaçev’in karşısına koyulan kahraman ise, henüz doğmadan, babası tarafından orduya yazdırılarak asker olmak zorunda kalan ve itibar sahibi bir aileye mensup olan Pyotr Andreyiç tir. Olaylar XVIII. Asrın ilk yıllarında cereyan eder. Andreyiç’in orduya katılması, aşkı, isyancılarla ilişkileri, ihanet, sadakat ve daha birçok duygu sade ve şiirsel bir dille ortaya konarak vücuda getirilmiş bir başyapıttır. Tarihsel roman 'geleneğine' göre kısa sayılabilecek bu metin, edebiyat tarihçilerince Tolstoy'un Savaş ve Barışı'nın öncüsü sayılmaktadır.
Eserde anlatılan olaylar Rusya'da, 1700'lü yıllarda Çariçe döneminde geçmektedir. Rus ordusundan kıdemli binbaşı rütbesinde emekli olan Andrey Petroviç Grinyov, Avdotya Vasilyevna ile evlidir. Simbirsk'in köyünde oturan varlıklı bir ailedir. Doğan çocuklarının sekizi, daha bebekken ölürler. Doğacak dokuzuncu çocuklarını, daha kız veya erkek olacağı belli olmadan, aile dostlarından bir binbaşının yardımıyla Semenovski Alayına çavuş olarak yazdırırlar. Çocuk eğer kız doğacak olursa, çavuşun öldüğü bildirilecek ve iş de böylece kapatılacaktır.
Çocuklarının erkek olması Grinyov ailesini sevindirir. Adını Pyotr Andreyiç koyarlar. Savelyiç adlı yaşlı hizmetkâr lala olarak görevlendirilir. İleriki yaşına doğru eğitimi için Monsieur Beaupre adında bir Fransız öğretmen tutulur. Pyotr Andreyiç, bir süre öğretmeninden Fransızca, Almanca ve diğer bilimlerle ilgili dersler alır; kılıç kullanmayı öğrenir. On yedi yaşına gelince, babası, onun iyi bir subay olarak yetişmesi için, doğmadan önce çavuş olarak yazdırdığı muhafız birliğine değil, daha uzakta ve zaman zaman çatışmalara giren Orenburg'taki bir eski dostunun birliğine gönderir. Oğluna, dostuna verilmek üzere bir mektup verir ve hizmetinde bulunması, koruması için lalası Savelyiç'i de yanına katar.
Pyotr Andreyiç ile Savelyiç önce Simbirsk'e varırlar. Burada, gerekli malzemeleri almak için bir gün konaklarlar. Savelyiç malzeme alımıyla uğraşırken handa yalnız kalan Pyotr Andreyiç, İvan İvanoviç Zurin adında bir subayla tanışır. Bu subay içkiye ve kumara düşkündür. Pyotr Andreyiç, ondan bilardo oynamasını öğrenir. Zurin'le parasına bilardo oynar ve yüz ruble kaybeder. Kasadarı Savelyiç'e bu parayı ödettirir. Ertesi günü bir at arabasıyla yola düşerler. Yolda hava bozmaya başlar. Arabacı, hana geri dönmeyi teklif etse de kabul ettiremez. Bir süre sonra tipi bastırır, her taraf karla kaplanır. Ne yol, ne iz bellidir. Hiç değilse sığınacak bir ev ya da bir yol izi görme umuduyla dört bir yana bakınırken bir karartı göze çarpar. Arabacıya gördüğü karartıya doğru gitmesini emreder. Karartı da kendilerine doğru gelmekte olduğundan kavuşmaları uzun sürmez. Bu bir yolcudur. Konuşmalarından yolcunun bu çevreyi iyi bildiği anlaşılır. Kılavuzluk etmesi için arabaya alınır ve yola devam edilir. Bir hana ulaşırlar. Orada fırtınanın geçmesini beklerler. Kendilerine kılavuzluk ettiği için yolcuya handa şarap ısmarlar. Ertesi günü hancıya hesabı ödeyip ayrılırken kılavuza elli kapik bahşiş vermesini söyler Savelyiç'e. Bir çapulcuya bu kadar para vermenin anlamsız olduğuna inan Savelyiç'i razı edemez. Pyotr Andreyiç, kılavuzun hizmetini karşılıksız bırakmak istemez. Tavşan kürklü gocuğunu, hizmetkârın itirazlarına rağmen, ona verir. Bu sırada arabacı da yola çıkmak için hazırlıklarını tamamlamıştır, hemen yola çıkarlar.
Orenburg'a varınca, doğru Andrey Karloviç adlı generale çıkar. Babasının yazdığı mektubu ona verir. General mektubu okur ve mektupta yazılanların yerine getirileceğini söyler. Ertesi gün atanma emriyle birlikte, subay alayına katılması için onu Belegorski kalesindeki Yüzbaşı Mironov'un komutasındaki birliğe gönderir. Generale göre, Mironov, iyi dürüst bir subaydır. Orada Pyotr Andreyiç gerekli eğitimi alacak ve disipline alışacaktır. Belegorski, Kırgız bozkırlarının sınırında ıssız bir kaledir. Orenburg'dan "kırk verst" ötededir. Surlar, kuleler ve toprak bir tabya görmeyi umarken karşılarına kütüklerden yapılma bir çitle çevrili küçük bir köy çıkar. Kalenin girişinde dökme demirden, eski bir top durmaktadır. Dar, eğri büğrü sokaklardan, üzeri samanla örtülü basık kulübelerin arasından geçerek Yüzbaşının konutuna varırlar. Onları Yüzbaşının karısı Vasilisa Yegorovna karşılar. Ona, bu kaleye atandığını, Yüzbaşıyı görmeye geldiğini bildirir. Yüzbaşı İvan Kuzmiç, Papaz Gerasim'e misafirliğe gitmiştir. Yüzbaşının karısı, Çavuş Maksimiç'i çağırtır. Gelince ona Pyotr Andreyiç'in kalacağı eve götürmesini emreder. Burası tahta perdeyle ikiye ayrılmış, oldukça temiz bir odadır. Savelyiç, eşyalarını hemen yerleştirir.
Ertesi sabah tam giyinmek üzereyken kısa boylu, esmer, genç bir subay içeri girer. Fransızca olarak, insan yüzü görmeyi özlediği için geldiğini söyler. Bu subay, düello nedeniyle muhafız birliğinden çıkarılan Şvabrin'dir. Bu sırada kapıya gelen asker, Vasilisa Yegorovna'nın kendisini yemeğe çağırdığını bildirir. Şvabrin de kendisiyle birlikte gelir. Yaşlı, uzun boylu, dinç bir adam olan Yüzbaşıyı, başında takke, sırtında bej renkli, pamuklu bir gecelik entariyle safta toplanmış yirmi kadar askeri eğitirken görürler. Yüzbaşı, yanlarına yaklaşıp dostça birkaç söz söyleyip eğitim yaptırmaya döner. Yüzbaşının evine gelirler, hizmetçi kız Palaşka sofrayı kurmaktadır. Tam bu sırada Yüzbaşının on sekiz yaşlarında, toparlak yüzlü, pembe yanaklı, açık kumral saçlı kızı Marya İvanovna içeri girer. Şvabrin, Yüzbaşının kızının tam bir aptal olduğunu kendisine söylediği için ilk görüşte ondan pek hoşlanmaz. Sofrada, Yüzbaşının karısı, annesinin, babasının sağ olup olmadığını, nerede oturduklarını, ekonomik durumlarının nasıl olduğunu sorar. Pyotr Andreyiç'in zengin bir aileden geldiğini öğrenen Yüzbaşının karısı, derin bir iç çeker. Burada kıt kanaat geçinmeye razı olduğunu; ancak evlenme yaşına gelmiş kızlarına çeyiz olarak verecekleri hiçbir şeylerinin olmamasının kendilerini üzdüğünü, karşılarına çıkacak iyi bir adamla kızlarını hemen evlendirmek istediklerini söyler.
Aradan birkaç hafta geçer. Pyotr Andreyiç, Marya'yı sevmeye başlar. Edebiyatla da uğraştığı için, ona aşk şiirleri yazar. Yazdığı birkaç şiiri arkadaşı Şvabrin'e gösterir. Şvabrin, okuduğu şiirleri acımasızca eleştirir. Bu eleştiri, şiirlerin kötülüğünden değil, Marya'ya kendisinin de âşık olmasındandır. Hatta Marya, onun iki ay önceki evlenme teklifini reddetmiştir. Şvabrin'in, Marya ile ilgili atıp tutmaları Pyotr Andreyiç'i çok kızdırır. Şvabrin'i alçak ve şerefsiz olmakla suçlar. Şvabrin, Pyotr Andreyiç'i düelloya davet eder. O da kabul eder. Pyotr Andreyiç, kavganın şahitliği için Üsteğmen İvan İgnatyiç'ten yardım ister. Fakat daha sonra Şvabrin'in de isteğiyle tanık olmadan kavga etmeye karar verirler. Samanlığın yakınında tam kavgaya tutuşacakken İgnatyiç tarafından yakalanırlar. Askerlerin de yardımıyla ikisi de Yüzbaşıya götürülür. Kalede barışın bozulmaması konusunda öğütler veren Yüzbaşı, kavgacıların birbirlerine sarılarak barışmalarını sağlar. Kavganın nedeninin de Marya için yazılmış şiirler olduğunu herkes öğrenir.
Yüzbaşının evinden ayrılan Şvabrin ve Pyotr Andreyiç'in hırsları geçmemiştir. Ertesi gün ırmak kıyısında kozlarını paylaşmak üzere sözleşip ayrılırlar. Her ikisi de sözünü tutar ve kararlaştırılan saatte ırmağın kıyısına gelir. Kılıçlarını çekerek kavgaya başlarlar. Bir süre birbirlerine zarar veremeden kavga sürer. Şvabrin'in gerilemeye başladığını sezen Pyotr Andreyiç, tekrar saldırıya geçer, hasmını ırmağın ucuna kadar sıkıştırır. Bu sırada keçi yolundan aşağı doğru koşarak gelen Savelyiç'in kendisine seslendiğini işitir. Kısa bir dalgınlık anında Şvabrin'den aldığı kılıç darbesiyle göğsünden yaralanır, yere düşer ve bayılır.
Ayıldığında kendini Yüzbaşının evinde bulur. Marya ile Savelyiç yanındadır. Beş gün boyunca komada yatmıştır. Kendini iyi hissetmeye başlayınca Marya'ya evlilik teklifinde bulunur. Marya ise henüz tehlikeyi atlatmadığını ve kendisini korumasını söyler. Kalede doktor olmadığı için Pyotr Andreyiç'in tedavisiyle alay berberi ilgilenmektedir. Ertesi gün Marya'ya evlilik teklifini tekrarlar. Marya da Pyotr Andreyiç'e karşı ilgisiz değildir. Pyotr Andreyiç'in anne ve babasının bu evlilik için onayını almak isterler. Pyotr Andreyiç, babasına bir mektup yazar. Gelen cevap umdukları gibi değildir.
Pyotr Andreyiç'in babası hem evliliğe karşı çıkmakta hem de gereksiz yere kavga ederek yaralanmasına neden olmasına kızmaktadır. Hatta Yüzbaşının, kalesinde bu olaylara sebebiyet vermesine içerler ve oğlunu bir başka birliğe tayin ettireceğini yazar.
Bu sıralarda Çariçeye karşı isyan edenler kalabalık bir grup olmuşlardır. Pugaçev adlı bir Kazak'ın etrafında toplanan isyancılar, bazı kalelere saldırarak başarı kazanmışlar ve oralardaki askerleri de saflarına katmışlar, katılmayanları ise idam etmişlerdir. Yüzbaşı Mironov, Generalden aldığı emri tebliğ etmek için kaledeki bütün subaylarını toplar. Kendini III. Petro olarak tanıtan isyancı Kazak Pugaçev'in kaleye saldırması durumunda öldürülmesi ve bunun için hazırlıklara başlanılması emredilmiştir.
Kalede Kazaklar dışında yüz otuz asker vardır. Bir süredir terk edilen nöbet ve devriye sistemi tekrar başlatılır. Eldeki top temizlenir, kullanılır duruma getirilir. Kaleye saldırı olacağı her ne kadar gizli tutulmaya çalışılsa da kısa bir süre sonra herkesin haberi olur. Kaledekilerin telaşı bir kat daha artar.
Pugaçev, kaleye girmeye hazırlanmaktadır. Yüzbaşıya, Pugaçev'den bir mesaj gelir. Kaledeki Kazakları ve askerleri çetesine çağırmakta ve komutanlara da karşı koymamalarını öğütlemektedir. Yüzbaşı savaştan çok korkan kızı Marya'yı, karısı ile güvende olacakları başka bir kaleye göndermeyi düşünür. Karısı başka yere gitmeye razı olmaz. Marya'yı da göndermeye zaman kalmaz. Çünkü Pugaçev yolları kesmiş, kaleye girişi ve çıkışı kontrol altına almıştır. Yüzbaşı önce savunmaya geçer. İsyancılar, atlardan inip saldırıya geçince Yüzbaşı da kale kapısını açtırıp isyancıların üzerine saldırıya geçer. Umdukları gibi olmaz. İsyancılar kısa süre içinde Yüzbaşıyı ve diğerlerini yakalarlar ve etkisiz hâle getirirler. Pugaçev, komutanın evine yerleşir. Meydana darağacını kurdurur. Kendisine katılmayan Yüzbaşı ile Üsteğmeni hemen astırır. Sıra Pyotr Andreyiç'e gelir. Bu arada Kazak kaftanı ile Şvabrin gelip Pugaçev'in kulağına bir şeyler fısıldar. Pyotr Andreyiç'in yüzüne bile bakmadan adamlarına onu asmalarını emreder. Tam ilmeği boynuna geçirdikleri bir sırada bir haykırış yükselir. Bu Savelyiç'in sesidir. Pugaçev'e yalvarmakta, onu asmamasını istemektedir. Pugaçev, yaşlı hizmetkârı tanır. Pyotr Andreyiç'in, tipide kendini arabasına alan; kendine handa şarap ısmarlayan ve tavşan kürklü gocuğunu veren kişi olduğunu anlar. Adamlarına işaret ederek serbest bıraktırır. Yüzbaşının karısı bu sırada olay yerine gelir. Kocasını darağacında görünce "Katiller!" diye bağırır. Pugaçev, adamlarına kadının susturulmasını emreder. Kadının başına bir Kazak, kılıcıyla bir darbe indirir; kadın yere düşer ve can verir.
Ölümden kurtulan Pyotr Andreyiç, Yüzbaşının kızını merak eder. Onun başına bir kötülük gelmesinden korkar. Marya'yı, Papazın karısı korumaya alır ve onu yeğeni olarak isyancılara tanıtır. Bu duruma Şvabrin de ses çıkarmaz. Çünkü o karışıklıkta Marya'nın başına bir kötülük gelmesini istemez. Pugaçev, Pyotr Andreyiç'e kendisine katıldığı takdirde yüksek rütbeler vereceğini vadeder. Pyotr Andreyiç, bu teklife yanaşmaz. Bunun üzerine onun kaleden hizmetkârıyla birlikte çıkışına izin verir.
Pyotr Andreyiç, Orenburg'a gider. Kale komutanı generale olanı biteni anlatır. İsyancıların gücü hakkında bilgiler verir. General subaylarını toplayıp durum değerlendirmesi yapar. Pyotr Andreyiç, Belegorsk kalesindeki isyancılara karşı taarruz yapılmasını savunursa da hiçbir subay buna yanaşmaz. Savunmada kalmayı tercih ederler. Aradan birkaç gün geçtikten sonra geldiği kaledeki Çavuş Maksimiç, Marya'dan bir mektup getirir. Mektuba göre, Pugaçev, kalenin yönetimini Şvabrin'e bırakmış Orenburg yakınlarında kaleye saldırı hazırlıklarına girişmiştir.
Şvabrin, Marya'yı Papaz Gerasim'in evinden alıp kendi evine götürmüş ve orada bir odaya hapsetmiştir. Karısı olması için baskı yapmaktadır. Marya, Pyotr Andreyiç'ten gelip kendisini kurtarmasını istemektedir. Pyotr Andreyiç, General'e gider. Ondan, Belegorsk kalesini isyancılardan temizlemek için bir bölük askerle, elli Kazak vermesini ister. Yüzbaşının kızının yazdığı mektuptan da söz eder ona. Fakat General'i yine razı edemez. Umutsuzluğa kapılan Pyotr Andreyiç, sevdiği kızı Şvabrin'e kaptırmaktansa ölümü göze alır. Atına binip kale kapısından dışarı çıkar. Peşine Savelyiç de takılır. Bir süre sonra Berda köyü yakınlarında Pugaçev'in adamlarına yakalanırlar. Pugaçev'in huzuruna çıkarılırlar. Pugaçev'e sevdiği kızın Belogorsk kalesinde olduğunu ve kale komutanı olarak bıraktığı Şvabrin'in kızı hapsettiğini, evlenmeye zorladığını halka zulmettiğini anlatır.
Pugaçev, kalenin yönetimini bıraktığı şahsın halka zulmetmesine çok kızar. Birlikte kaleye giderler. Marya'yı hapsedildiği odadan çıkarırlar. Pugaçev, halka verdiği eziyetten dolayı Şvabrin'e kızar. Papazı çağırmasını, Marya ile Pyotr Andreyiç'i evlendireceğini söyleyince, Şvabrin, Marya'nın Yüzbaşının kızı olduğunu itiraf eder. Kendisine bunun daha önce söylenmemesinden dolayı Pugaçev'in kızgınlığı daha da artar. Pyotr Andreyiç de Şvabrin'in söylediklerini doğrular. Bunu, Marya'nın hayatına zarar verileceğinden korktuğu için söylemediğini itiraf eder. Pugaçev, Pyotr Andreyiç'in kendisine yaptığı iyilikleri hatırlar ve bir kez daha canını bağışlar. Marya ile birlikte diledikleri yere gitmelerine izin verir. Üstelik yolda adamları tarafından engellenmemesi için bir izin kâğıdı da düzenler. Pugaçev'e göre iyilik ya tam yapılmalı ya da hiç yapılmamalıdır. Pyotr Andreyiç, Marya ve Savelyiç bir yaylı arabasıyla yola koyulurlar. Amacı Marya'yı memleketine götürmek ve onunla evlenmektir. Bir süre sonra Pugaçev'in egemenliğindeki bir kalenin yakınındaki menzile gelirler. Menzildeki görevliye ellerindeki izin kâğıdını gösterince hemen arabanın atları değiştirilir ve tekrar yola koyulurlar. Hava kararmaya başlarken küçük bir kente yaklaşırlar. Devriyeler önlerini keser. Arabacı arabada Çarın bacanağının olduğunu söyleyince, muhafızlar küfürler savurarak hemen etraflarını sarar. Komutanlarına götürürler. Orada karşılarına handa bilardo oynayıp yüz ruble kaybettiği Zurin çıkar. Durumu ona anlatır. Zurin, isyancılara karşı kendisiyle birlikte savaşmasını teklif eder. Marya'yı Savelyiç ile babasına gönderir. Kendisi orada kalır.
Pyotr Andreyiç ve Zurin isyancılara karşı başarılar kazanırlar. Bir süre sonra Pugaçev de yakalanır. Pugaçev işini soruşturan komisyon, Pyotr Andreyiç'in yakalanıp kendilerine gönderilmesi için Zurin'e emir göndermiştir. Zurin, görevini yapar. Pyotr Andreyiç'i Kazan'a gönderir. Askerî mahkeme kurulmuştur. Mahkeme başkanı bir generaldir. Pyotr Andreyiç'in adını sanını sorduktan sonra, Andreyiç Petroviç Grinyov'un oğlu olup olmadığını bir defa daha sorar. Öyle saygıdeğer bir babanın, isyancılarla iş birliği yapan bir oğlunun olmasına çok şaşırır. Pyotr Andreyiç, Pugaçev'in hizmetine girmediğini ve ondan herhangi bir görev almadığını söylese de mahkemeyi ikna edemez. Yüzbaşının kızının, mahkeme kapılarında sürünmemesi için bu konuda kendisine tanıklık etmesini de istemez. Babasının iyi bir subay olması nedeniyle idam edilme yerine, Sibirya'nın ücra bir bölgesinde ömür boyu oturmaya mahkûm edilir.
Bu karar, Pyotr Andreyiç'in babasını kahreder. Oğlunun, bir isyancının hizmetinde bulunmasını onuruna yediremez. Bu durum Marya'yı da derinden sarsmıştır. Mahkemede Pyotr Andreyiç'in kendisiyle ilgili bazı şeyleri açıklamamış olmasına inanmaktadır. Çok iyi bakıldığı bu evden müsaade isteyerek Savelyiç'le birlikte Petersburg'a gider. Çariçenin o sırada Tsarskoye Selo'da olduğunu öğrenir. Kendisi de orada konaklamaya karar verir. Menzil bekçisinin eşiyle tanışır. Saray sobacısının yeğeni olan bu kadın, Marya'ya Çariçe'nin uyandığı saati, gezindiği yerleri, hizmeti için yanında bulunanları anlatır. Ertesi gün Marya, erkenden kalkar ve bahçeye çıkar. Orada kırk yaşlarında, Çariçe'nin sarayında görevli bir bayanla tanışır. Ona başından geçenleri anlatır ve ondan Çariçeye yazdığı mektubu götürmesi için yardım ister. Mektubu okuyan Çariçe, Marya'yı huzuruna davet eder; onu çok iyi karşılar. Ona, Pyotr Andreyiç'in suçsuz olduğuna inandığını, evlenmeleri için yardım edeceğini söyler. Kayın babasına vermesi için bir mektup da verir. Mektubunda Pyotr Andreyiç'in suçsuzluğunu bildirmekte ve Yüzbaşı Mironov'un kızının da zekâsını, ahlâkını övmektedir.
Pyotr Andreyiç, özel bir emirle sürgünden kurtulur ve Simbirsk'e döner. Marya ile evlenir, bolluk içinde mutlu bir hayat yaşarlar.

Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Halil İnalcık

 Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Halil İnalcık, Türk Tarih Kurumu,1987, Ankara 
1443-1453 Fatih Dönemi olayları ve 15.asırda Rumeli’de hristiyan sipahiler ve menşeileri
    Fatih Devrinin tam bir tarihini yazmanın mümkün olmadığını söyleyen İnalcık, bu kitabında İstanbul’un fethiyle neticelenen 1443-1453 arasındakı gergin devreyi, imparatorluk buhranının tahlilini yeni kaynak malzemesi “Gazavat Sultan Murat” adlı eseri değerlendirerek yapmıştır.
    1444 BUHRANI:
    1439’da Floransa’da Şark ve Garp kiliseleri arasında “Unıon”un imzalanması ile Osmanlılar aleyhine bir haçlı seferi çıkarılmıştır. Bu toplantı; buhranın başlangıcı kabul edilmektedir. 1443 yılında Macaristan ve Lehistan Kralı Ladislas ve Sırp despotu Georg Brankovıc’in Balkanları istila etmesi Türkler’in yakın zamanda Balkanlardan atılacağı düşüncesini getirecektir. Balkan İstilası ve II.Murad’ın tahttan çekilmesi Osmanlı Devlet’ini bir buhrana sürükleyecektir. 1444 yılı hem Osmanlı hem de Avrupa genel tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. 1443 yılında Macaristan ve Lehistan Kralı Türkler’den gelen sulh teklifini kabul etmiş ancak Haçlı donanmasının boğazlara doğru bir harekete geçtiğini öğrenince ve Türkler’in Balkanlardan çıkarılmasının çok kolay bir hale geldiği inancına varınca da antlaşmayı bozmuştur. Bu antlaşma ile ilgili tetkikler, görüşler, vesikalar uzun uzadıya açıklanmaya çalışılmış 1444 yılında olup bitenleri yakından izleyen Cyriacus’un mektupları sırasıyla Türkçe tercümeleri ile verilmiştir. (Cyriacus; Klasik çağ eserlerine meraklı oldukça tanınmış bir hümanist seyyahtır. Papa tarafından 1444 yılında durum hakkında bilgi toplamak üzerine gönderilmişti.)
    Cyriacus’un mektupları ortaya çıktıktan sonra Macar Kralının Edirne’ye bir elçi heyeti gönderdiği kati bir şekilde anlaşılmış ve müzakerenin teferruatı öğrenilmiştir. Buna ek olarak 1443-1444 yılları üzerine bir Osmanlı vekayinamesi olan “Gazavat-ı Sultan Murad” adlı eser Edirne sulh müzakerelerinin hangi şartlar altında açılmış bulunduğunu ve müzakerelerin seyrini çok iyi anlamamıza yardım etmektedir.. Özellikle Segedin müzakereleri hakkında yeni bilgiler vermektedir.  Gazavat’ın verdiği bilgilerle Batı kaynaklarının kati bir şekilde çözemediği esaslı bir takım meselelere ışık tutulmaktadır. Barış müzakerelerinde ilk teklif Osmanlılar’dan gelmiştir. Hunyadi ve Sırp Despotu, Macar Kralını barış müzakerelerine girmeye ikna etmişlerdir. Gazavat’ın diğer kaynaklarla karşılaştırılmasından çıkan sonuç şudur ki; Sulh görüşmelerinin yapılması hristiyan ordusunun toplanmasına zaman kazandırmak; Osmanlılar’a son darbeyi indirmekti. Bu barış müzakerelerine baktığımızda II.Murad, Halecki’nin iddiasının aksine iki yüzlü siyaset le değil gerçekten batıda barışı sağlam temellere dayandığına inanarak doğuya yönelmeyi burada da Karamanoğlu ile bir antlaşma yaptıktan sonra oğlu II. Mehmet lehine tahttan çekilmeyi istiyordu.
Kitabın bu bölümünde Edirne müzakerelerine ve Edirne barışı üzerine Batı ve Osmanlı rivayetlerine yer verilmiştir. Gazavat meydana çıkmadan önce Edirne müzakerelerine ait bilgiler bulunmamakta idi. Gazavat’la birlikte Edirne antlaşmasının neden bozulduğu sorusuna cevap bulunmaktadır.
    Fatih Sultan Mehmed’in ilk Culüsu:
    Sultan Murad 1443 yazına doğru Mehmed Çelebi’yi eski Türk Devlet ananesine göre idare ve hükümet işlerine alışmak üzere Manisa’ya gönderir. Bu bölümde II. Murad’ın tahttan çekilme nedenleri ayrıntılı olarak verilmiştir. Macar Kralı ve Sırp Despotu idaresinde bir ordunun Osmanlı topraklarını istilası, istilayı durduracak olan askerin dağılması, uc beyliklerinde ayrılıkların yaşanması, II.Murad’ın hassas karakterli bir insan oluşu özelliklede oğlu Alaeddin’in ölüm haberi II. Murad’ın tahttan çekilmek istemesinde etkili olmuştur. Kaynaklara bakıldığında Mehmed Çelebi’nin culüsu, Sultan Mehmed’e gönderilen namede saltanat ünvanlarının kullanılması, II. Mehmed’in kendi adına bakır mangır bastırması, 1444 yılında II. Mehmed’in babası tarafından tahta geçirildiğini göstermektedir. II. Murad kendi sağlığında oğlunun tahta sağlamca yerleşmesine birinci dereceden önem vermiştir. Daha sonra kendiside Bursa’da inzivaya çekilmiştir.
    İstanbul’un Fethinden Önce Fatih Sultan Mehmet:
    II. Murad’ın tahtı oğluna bırakıp çekilmesi bir hata olarak görülmüştür. Çünkü Haçlılar Türkler’i Rumeli’den çıkarmak için bunu bir fırsat olarak görmüşlerdir. Diğer taraftan saltanat için Düzmece Orhan’ın ortaya çıkması, Haçlı Ordusu’nun Tuna’yı aşması, Edirne’de çıkan Hurufi ayaklanması, Bedestan’ı ve şehrin büyük bir kısmını küle çeviren yangınla halk iyice hoşnutsuz olmuştur. Sultan Murad tekrar tahta geçmesi için Edirne’ye çağrılmıştır. II. Murad haçlı tehlikesi karşısında boğazı geçerek ilk defa Osmanlı ordusunun Rumeli’de yer almasını sağlamış ve Varna Savaşı’nın kazanılmasında büyük rol oynamıştır. II. Mehmed, Varna muharebesi sırasında ve sonra daima padişah olarak tasvir edilmiştir. Varna Zaferinden sonra II.Murad, Manisa’ya çekilmiştir. Bir culus veya saltanattan feragat bahis mevzuu değildir.
    Sultan Murad’ın veziri Çandarlı Halil Paşa Sultan’ın Manisa’ya çekilip tahtın Sultan Mehmed’e bırakılmasına taraftar değildi. Genç padişah’ın tahtta kalmasını isteyenler ile Halil Paşa arasında gruplaşmalar vardır. İkinci vezir Şahabettin Paşa, Üçüncü vezir Saruca Paşa, İbrahim Paşa ve Zaganos Paşa genç padişahın yakın arkadaşlarıydı ve fetihçi bir politika izliyorlardı. İstanbul’un fethine genç padişahı teşvik etmekteydiler. Böylece O’nun saltanatının da ispatlanacağı görüşündeydiler. Diğer taraftan Çandarlı ise barışçı bir politikanın izlenmesinden yanaydı. Bu sırada çıkan yeniçeri isyanı tam Çandarlı’nın istediği türden bir olaydı. Sultan’ın tekrar tahta çıkması için uygun bir zemindi ve istediği gibi de oldu.
    II. Murad’ın beş yıllık ikinci saltanat devresi Balkanlarda Osmanlı hakimiyetini tehdit eden Macarlarla uğraşmakla geçti. II. Mehmed ise ancak babasının ölümünden sonra tahta geçebildi. II. Mehmed tahta geçer geçmez Karamanoğlu üzerine sefer düzenledi. Bizans Osmanlı’nın işlerini karıştırmak maksadıyla yanında bulundurduğu Yıldırım Bayazıd ‘ın oğullarından Orhan’ı saltanat mücadelesi için Anadolu’ya gönderdi. Bu durum karşısında İstanbul’un alınması artık gerekliydi. Çünkü Bizans’ın faaliyetleri durmayacaktı. Mehmed hazırlıklara başladı. İlk olarak hisar yapımına başlandı. Aslında hisarın gerekliliği II. Murad zamanında anlaşılmıştı. Bizansın erken savaş hazırlıklarının önüne geçebilmek için bu hisarın iki taraf arasında geçişin kolaylığı amacıyla yapıldığı söylenir. Bizans olası bir saldırıda bütün ümidini Batı’dan gelecek yardıma bağlıyordu. Sultan da İstanbul’un fethi için en büyük tehlikenin batıdan gelebileceğini iyi bildiğinden Venedik ve Macarlarla antlaşmalarını yeniledi. Bu hazırlıklara rağmen Çandarlı İstanbul’un fethine muhalif kalmıştı. Çünkü O İstanbul fethedilse bile Haçlı seferleri’yle Osmanlı’nın mahvolacağına inanmaktaydı.
    Sultan Mehmed bütün vezirlerinin katıldığı divanını toplayarak İstanbul’un fethinin gerekliliğini anlatmış ve bundan sonra Bizans surlarına top atışları başlamıştı. 20 Nisan deniz savaşında başarısız olunmasına karşılık Bizans sevinmiş, Osmanlı da  ümitsizlik oluşmuştu. Sultan Mehmet, Akşemseddin’in tarruzu şiddetlendirmesi tavsiyesine uymuş, Osmanlı donanmasının bir kısmı Galata sırtlarından Haliç’e indirmişti. Diğer taraftan Venedik 7 Mayısta donanmasını Ege sularına göndermiş, Papa da beş kadırgasını yollamıştı. Artık bu iş bitirilmeliydi, işin sonuna gelinmişti. 27 Mayıs’da yürüyüş ve yağma kararı orduda ilan edilerek 29 Mayıs’da nihai taarruz başlatıldı ve sabaha karşı şehir fetholundu.
    İstanbul’un fethi aynı zamanda Fatih’in saltanatının da fethi olmuştu. İlk iş İstanbul’un fethine muhalif olan Çandarlı’nın tutuklanması oluyor, Çandarlı’nın idamı ile Şehabettin ve Zaganos Paşaların nüfuzları artıyordu. Böylece Fatih bundan sonra merkeziyetçi imparatorluğunu kurmak için çalışabilirdi.
    Fatih, İstanbul’un fethi gibi büyük bir başarı ile sonuçlanan 1443-1453 yılları arasında buhran içinde yaşamış ve ona kesin bir çözüm getirmişti.
    Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğu’na:
    Bu bölümde on beşinci asırda Rumeli’de hıristiyan sipahiler ve menşei ile Fatih Sultan Mehmed devrine ait tahrir defterlerinden yararlanılarak o devirde devletin fetholunan memleketlerde yerleşme politikası anlatılmıştır.
    Yazar, artık hiçbir tarihçinin, Osmanlı hakimiyetinin yerli idareci ve askeri sınıfları, asilleri ya kılıçtan geçirmek, yahut zorla İslamiyete sokmak suretiyle ortadan kaldırdığını ve onların yerine imtiyazlı feodal bir hakim sınıf olarak müslüman Türkler’in gelip yerleştiğini iddia etmediğini, Osmanlı İmperatorluğunun on beşinci asırda, kuruluştan farklı bir karakter taşıdığını ısrarla söylemektedir. Burada Balkan tarihçilerinin görüşlerine yer verilmektedir. Bu kapsamda; C. Jireçek, N.İorga, L. Hadrovics, P. Wittek gibi isimlerin görüşleri yer almaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun Rumelideki teşkilatının kuvvetle Rum ve Slav tesiri altında kalmış olduğu belirtilmektedir.
    II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed devrine ait tımar ve tahrir defterlerine göre, Balkanlar’da Osmanlı yayılışının tamamiyle muhafazakar bir karakter taşıdığı belirtilmektedir. Ani bir fetih ve yerleşme bahis mevzuu olmadığını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askeri zümrelerinin yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının hıristiyan timar-erleri olarak Osmanlı timar kadrosuna sokulduğunu; on beşinci asırda Osmanlı devletinin hiçbir şekilde bir islamlaştırma politikası gütmediğini rakam ve delilleriyle göstermeye çalıştıklarını belirtmektedirler.
    Kitabın son kısmında “Gazavat-i Sultan Murad Han”, varak, Fatih Sultan Mehmed’in borç senedi, II. Murad’ın vasiyetnamesi(Ali Emiri tasnifindeki nüsha), II. Murad’ın vasiyetnamesi (Maliye nüshası), II. Murad’ın vasiyetnamesi (Evkaf nüshası); üç nüshanın mukayesesi,  II. Murad’ın azadnamesi, Akşemseddin’den Fatih Sultan Mehmed’e mektub, Çandarlı Halil Paşa’ya ait bir mülkün sınır temessükü, Derbend bekliyen hıristiyan reayaya verilmiş bir muafiyet hükmü, Serez civarında Glamovik oğluna mülk köyünden timar ayrıldığına dair hüküm belgeleri yer almaktadır.