20 Temmuz 2011 Çarşamba

ZEKA SONRADAN GELİŞTİRİLEBİLİR Mİ??

Einstein'ın zekasının sadece %20'sini kullanarak büyük düşüncelere ulaştığını göz önüne alırsak zeka kadar, zekanın kullanımının da önemli olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü zeka testleri tam olarak çocuğumuzun zekasını göstermeyebilir. Yani zeka testlerinde düşük skorlara sahip olan çocuğumuzu alıp zekasını geliştirecek yönde çalıştırır, bolca zeka testleri çözdürür, düşünceye sevk eden tartışmalar yapar, gelmiş geçmiş bilim adamlarının başarıya ulaştığı yollardan götürür, zihin becerileri ile el becerilerini birlikte geliştiren oyunlar oynatır, öğrenmeyi sevdirip merak duygusunu uyandırıp araştırmaya sevk edersek bir sene sonra aynı testi yaptığımızda çocuğumuzun zeka testinden aldığı puanların yüksek olduğunu görürüz.


Zeka, geliştirilebilinen hatta geliştirilmesi gereken bir yetenektir. Zekası yüksek çocukların genel özelliklerine baktığımızda çok erken yaşlardan itibaren öğrenmeye ilgi duyan, çabuk konuşan, çabuk yürüyen, hızlı algılayan ama algıladığı oranda çabuk sıkılan çocuklar olduğunu görmekteyiz. Bu çocuklar zekalarını yeşertecek ortamda olduklarında kapasite kullanımları artmakta ve çok büyük başarılara ulaşmaktadır.

Başarı için tek başına zeka yeterli değildir. Mozart, Picasso, Mikelanj, Steven Hawking gibi farklı dallarda deha diye nitelendirdiğimiz ve yaptıklarına akıl erdiremediğimiz insanlar bu
başarılarını yakalarken hedefledikleri alanda uzun yıllar gayret göstermiş olduklarıdır.

Küçükken ne kadar deha olursa olsun bir insan başarmak istediği konuda insan üstü bir çaba göstermedikçe bu başarıya ulaşamamaktadır. Dünya tenis sıralamalarında yeri senelerdir ilk 3'ten aşağı düşmeyen Federer'i ele alalım. İyi bir tenis eğitimi alıp bunun yanında çalışmalarını sürdürmese ne kadar yetenekli olursa olsun geldiği yerlerde olması mümkün olmayacaktı.

Yüksek zeka sadece çocukların işini kolaylaştıran bir yetenektir ancak unutmayalım ki zekamızı belirleyecek ve onun artışına katkıda bulunacak kocaman atıl bir beyin kapasitemiz var . Bu kapasiteyi bile iyi kullanabilsek o zaman yapabileceklerimizin boyutları çok daha büyük oranlara çıkacaktır.

Bu nedenle çocuklarımızın zihinsel yeteneklerini açığa çıkaracak, onların bu zihinsel kapasitelerini kullanacak yönde faaliyetlere yönlendirmeli, televizyon ve bilgisayarın onların beynini köreltmesine izin vermemeliyiz. Tabii ki televizyon ve bilgisayar tamamen kaldırılmamalı ama onların zihinsel kapasitelerini arttıracak zeka oyunlarına, el becerilerini arttıracak etkinliklere, bedensel gelişimlerini arttırmak için spora yönlendirmeli, sık sık onların düşünce becerilerini geliştirecek konular ortaya atıp tartışmalarını ve çok yönlü düşünmelerini sağlamalıyız. Bunu yaparken kaçınılması gereken tek şey söyledikleri ve yaptıklarını "aptalca" olarak nitelendirmemek, bize en saçma gelen fikirlerine bile yargılamadan yaklaşmamaktır.

Ders başarıları için nasıl okula gidiyor, özel öğretmenden ve dershanelerden dersleri konusunda yardım alıyorsak aynı şekilde zihinsel gelişimleri için eğitimcilerden, psikolog ve psikiyatristlerden yardım almalı onların bu alandaki bilgi ve tecrübelerinden faydalanmalıyız. Onların kişisel gelişimlerinin el yordamıyla ulaşabilme çabalarının çok daha ötesinde önemli olduğunu unutmamalıyız.

kaynak: hürriyet.com

17 Temmuz 2011 Pazar

Iyyy! Tiksinç... Peki NEDEN???

Neye göre tiksiniyoruz?
Yaradan sızan iltihabın veya çürümüş etin görüntüsü pek çok kişinin midesini bulandırmaya yeter ve bu gibi zararlı oluşumlardan kaçınmanın da evrimsel bir dayanağının olması muhtemel. Aslında bu durum çok daha derin anlamlarla da ilişkili olabilir. Örneğin tiksinti, ahlak duygusunun ortaya çıkmasına neden olmuş olabilir.
İğrenme duygusunun korkuyla benzer bir evrimsel taban çerçevesinde geliştiği öne sürülüyor.
Londra Hijyen ve Tropik Hastalıklar Fakültesi’nden Valerie Curtis, tiksinmenin korkuyla aynı nedenlerle evrildiği görüşünde. Korku bizleri aslan ya da ayılar gibi avcılardan uzak tutmaktayken, iğrenmeyse parazit ve bakteriler gibi çok daha küçük boyutlu olanlarına karşı bir koruyucu melek olma özelliği
 taşıyor. Üstelik iğrenme duygusu, ölümcül bakterileri tanıyarak onlardan uzaklaşan basit nematotlarda (bir yuvarlak solucan) bile görüldüğü şekliyle, hemen her canlıda mevcut.
Tüm bunlar oldukça mantıklı fakat Curtis işin bir başka boyutuna dikkat çekiyor, “Eğer ön bahçenize dışkılasam ya da içtiğiniz kahveye tükürsem ya da toplu taşıma araçlarında sürekli olarak kokulu gazlar üretsem sizleri vücut sıvılarımla tehdit etmiş olurum ve bu nedenle de hoş karşılanmaz. Fakat aslında ahlak kavramının gelişimine yönelik ilk izleri oluşturur. En azından ahlak kurallarını toplum içinde ortaya çıkaran yollardan bir tanesidir, yani yaydıklarınızla diğer insanları hasta etmemek. İnsanların kötü davranışlarıyla ortaya çıkan tiksinti duygusu organik sistemimizle doğrudan ilişkili.
Bu oldukça ilginç bir yaklaşım olmasına karşın, ahlak kurallarının bütününün ortaya çıkışından tamamiyle sorumlu olamaz. Örneğin hırsızlık veya insan öldürmek toplum tarafından ahlaksızca görülen davranışlar olmasına karşın iğrenme duygusuyla ilişkili değildirler. Curtis’in bulmacanın bu parçasına ilişkin düşünceleriyse şöyle: “Hastalık yapan etkenlere en fazla açık olan toplumlar daha fazla kapalı, sıkı ve koruyucu kurallara sahiptirler. Eğer hastalıkların yaygın olduğu bir toplumda yaşıyorsanız iğrenme konusunda daha hassas olacaksınız ve bu da tüm topluluk için geçerli bir hale gelecektir.”
Cornell Üniversitesi’nden David Pizarro ise iğrenmenin evrimsel bir tabanının olduğunu düşünmenin bir çok şeyi açıkladığını düşünmesine karşın yaklaşımın geniş bir yelpazeye uygulanması halinde kafasında soru işaretleri belirdiğini ifade ediyor, “Örneğin bir enfeksiyon salgın halini aldığında, insanların buna özellikle dikkat ettiklerini ancak bundan kaçınmaya yönelik olarak özel bir sistem geliştirmediklerini düşünüyorum.”


kaynak:http://www.ntvmsnbc.com/id/25168883/