29 Şubat 2012 Çarşamba

Bir Ayaklanmanın Anatomisi, Yaşar Kalafat

Bir Ayaklanmanın Anatomisi, Yaşar Kalafat, ASAM, 1992, Ankara
Şeyh Sait İsyanı'nı temelleriyle birlikte ele alır.

Ayaklanmalar, insanların  bir arada yaşamaya başladıkları dönemden itibaren görülen toplu olaylardır. Türk ve Türk -İslâm tarihinde de görülen çeşitli ayaklanmalardan hepsinde, ayaklanma faktörleri az  çok aynı iken, hemen hemen hepsinde ortak olan yön dinî içerikli olmalarıdır.
XIX. yy.'da ayaklanmaların yoğunlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması olayı ile yakından ilgilidir.
XVIII. yy.'da Rusya'nın zaman zaman Avusturya ile de birleşerek Osmanlı İmparatorluğu'na saldırısı olmuştur. Ruslar, 1783'de Kırım'ı ele geçirmiş Karadeniz'e inmişlerdir. Bu yayılma stratejisi bir yandan Boğazlar'a karşı, diğer yandan da İskenderun ve Basra Körfezi'ne yönelikti. Rusların bu politikası İngiltere ve Fransa'nın da menfaatlerini tehdit ediyordu. İngiltere ile Rusya arasındaki bu çıkar savaşı İngiltere'yi Osmanlı İmparatorluğu'nu koruma politikasına sevketti. Bu İngiliz politikası, 1878 Berlin Kongresi'ne kadar sürecektir. İngilizlerin bu tutumu, Kırım Savaşı (1853-1854)’nda İngilizlerin Ruslara cephe almasına yol açarken, Boğazlar milletler arası mesele durumuna geldi. İngiltere'nin bu tutumu, Rusya'nın politika değiştirmesine yol açtı. Yeni politikasında Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Hıristiyanları tahrike başladı.
Esasen Fransız İhtilâli'nin getirdiği akımlardan birisi olan özel anlamda milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu bünyesine de sıçramış ve özellikle Hıristiyan tebaada kendisini göstermeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Hıristiyan unsurların millî hareketleri, sevk ve desteklenmelerinde hemen hemen bütün Avrupa'nın parmağı vardı ve Hıristiyan Avrupa olayı, Hıristiyanların Müslüman Türklere direnişi olarak görüyordu. Osmanlı bünyesindeki Sırp, Romen, Yunan ve Bulgar unsurların direnişlerinin çehresinde bu gerçek vardır. Bunların imparatorluk bünyelerinden ayrılmaları Rusya, İngiltere ve Fransa'nın tahrik ve teşvikteki işbirliğinin bir sonucudur.
Navarin'de Osmanlı donanmasının yakılması olayı, Rusya, Fransa ve İngiltere'nin marifeti idi. Amaç, Yunanistan isyanının bağımsızlıkla sonuçlanmasını sağlamaktı. Donanmanın mevcudiyetine rağmen başarıya ulaşmış ve bağımsızlıkla noktalamış bir Yunan isyanı düşünülmezdi. Nitekim bekledikleri sonucu aldılar.
Rusya, Balkanların büyük bir kısmını XIX. yy. içerisinde Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparmayı başarmıştı. Artık Çarlık Rusyası'nın gündeminde, İmparatorluğun doğu toprakları vardı. Bu yeni Rus politikası ile Doğu Anadolu'da olaylar, Ermenileri tahrikle, 1876'da başlatılmış oluyordu. Ermenilerin tahriki konusu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun doğu toprakları ile Rusların ilgilenmesi,İngilizlerin menfaat alanına giriyordu. Böylece Rusya ve İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nun doğu kesimi için, Ermeni kozu etrafında menfaat sürtüşmesine girdiler. Hıristiyan Avrupa, Osmanlı bünyesindeki Hıristiyan unsurların hâmiliğini XIX. yy. başlarından itibaren başlayarak sürdürmüşken, bu imparatorluğun içerisindeki Müslüman unsurların isyanına ise, özel menfaatleri gerekli kıldığı hallerde destek sağlamıştır.
1890 yılından sonra, Avrupa'nın Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki, çeşitli unsurlara duyduğu ilgi yeni bir mahiyet kazandı. Bu yeni ihtiras döneminde, Osmanlı İmparatorluğu'nu yağmalama amacı güdülüyordu. Osmanlı İmparatorluğu ile Almanlar yakınlaşmaya başlayıp, 1900 yılında Bağdat demiryolu için bu iki ülke arasında dayanışma başlayınca, İngiltere ve Rusya ortaya 'Şark Meselesi'ni attılar. Bu yeni strateji çok çeşitli taktiklerle uygulamaya getirilirken, kitapta incelenen kısım itibariyle Şark Meselesi, bir yandan Arapları Türklere karşı kışkırtırken, imparatorluğun Türk ve Müslüman olan unsurları arasındaki bütünlüğü de parçalamayı amaçladı. Ermenilerin tahriki yanında diğer yanda da ayaklanmaya teşvik edilen kesim Türklüğün eski unsurlarından 'Kürtler'di.
M.K. Öke, D. Kınnane ve E.O'Ballance'nin belirttikleri gibi XIX. yüzyılda Anadolu kırsalında bazı isyanlar patlak vermiştir. Ancak, bunlar herhangi bir siyasi muhtevadan yoksun daha ziyade feodal ayaklanmalardır.
Orta Doğu'nun emperyalizmin iştahını kabartan genel ve özel vasıfları vardı. Genel özellikleri arasında, Batının 'emperyalist maddî çıkarcılığı' ve hususi özellikleri arasında da, Hıristiyan Batı'nın 'Müslüman Türk'e duyduğu tarihi husumet' başta geliyordu. 1071-1683 tarihleri arasında 'Şark Meselesi' savunmasındaki Avrupa'nın durumunu anlatır, Hıristiyan Batı, Türkleri Avrupa'ya sokmak istememiş, Anadolu'ya giren Türklerin bu topraklarda kök salmasını kabullenmemiş, Rumeli'ye geçişlerini önlemek istemiş, İstanbul'un fethini engellemeye çalışmış ve Avrupa içlerine girişlerine mani olmak istemişti. Şark Meselesi'nin ikinci safhasında, Avrupa saldırıya geçmiştir. Bu dönemde Hıristiyan Batı, Balkanlardaki Hıristiyan unsurları İmparatorluğa karşı ayaklanmaya teşvik etmiş bu maksatla, Bâb-ı Âli'ye baskı yapmış, Türkleri Balkanlardan atmak, İstanbul'u Türklerden geri almak, Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan cemaatleri isyan ettirmek ve Anadolu'yu parçalayarak Türkleri Anadolu'dan çıkarmak istemiştir.
Bu izah ışığında, Anadolu ayaklanmalarının Şark Meselesi'nin maddî, stratejik ve psikolojik sebepleri vardır. XIX. yy. Avrupa'nın sanayi için ham maddeye, üretimi için pazara, sermayesi için emeğe ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçlar için, Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya toprakları çok uygundur. Bu bölge kolonileri, pazarları ve etki sahalarını korumak için stratejik öneme haizdir.
Selçuklu ve Türkmen Atabeylikleri ile başlayan Anadolu Müslüman Türk Tarihi, Osmanlılara gelinceye ve ayaklanmaların yoğunlaştığı son yüzyıla varıncaya kadar bir çok toplu olaya şahit olmuştu. Bunlardan en büyüğü Baba İshak (Babai) isyanı idi. Dinî karakter taşıyan ilk büyük olay olan bu isyanda Baba İshak peygamberliğini ilân edip, 1240 yılında Anadolu Selçuklu Devleti'ne baş kaldırmıştı. İsyan kısa zamanda, kadın ve çocukların dışında, binlerce isyancının öldürülmesi ile bastırılmıştı. Ancak, zayıf düşen Anadolu Selçukluları, İran'da fırsat bekleyen Moğolların saldırısına uğradı. 1243 yılında kaybedilen Kösedağ Savaşı'ndan sonra, Anadolu Moğol hâkimiyetine girdi.
Selçuklu Devleti'nin çözülmesinden sonra, Anadolu'da irili ufaklı birçok Türk beyliğinin ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlardan en güçlüsü olan Osmanlılar, kısa zamanda Anadolu'da Türk birliğini kurmayı başardı. Bu Beylik, kısa zamanda üç kıtada hâkimiyet kuran bir İmparatorluk haline geldi. Ancak, XVII. yy. da patlak veren Celali İsyanları'ndan sonra, İmparatorluğun tekrar toplanması mümkün olmadı. XVII. ve XVIII. yy. ıslahatları çöküşü önlemeye yetmedi. İç meselelere sosyal, ekonomik ve politik çözümler getirilemiyordu. XIX. yy.'da, İmparatorluk Batının denge politikası ile ayakta duruyordu. Bu dönemde, Batıdan alınmak istenen teknik bilgi ve metodu kabul edemeyen ve devlete karşı direnen, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ve 1807'de Nizam-ı Cedid'i yıkan Kabakçı Mustafa Cumhuriyetten sonraki ayaklanmalarda ve Şeyh Sait ayaklanmasında da görülmektedir.
Kitapta inceleme konusu olan 'Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait Olayı; Karakteri ve Dönemindeki İç ve Dış Faktörler'in seçilmesi, Şark Meselesi'nin güncelliğine, yeni boyutlar kazanarak devam ettirilmekte olması yol açmıştır. 1980-90'lı yıllarda terörle bütünleşen bölücü faaliyet; irtica-bölücülük, komünizm-bölücülük, mezhep ayrımcılığı-bölücülük, komşu ülkelerle olan ihtilâflar-bölücülük ve terör-bölücülük özelliklerini de beraberinde taşımaktadır. Türkiye'nin rejimi, milleti, vatanı ve kültürü ile, beka ve bütünlüğünü en fazla tehdit eden unsur  'bölücülük'tür. Bugünkü bölücü hareketin, iyi anlatılabilmesi için bölücü cereyanın yakın geçmişinin bilinmesi gerekmekte idi. Yaşanan olaylar, yakın geçmişin devamı idiler. Olaylara etkisi olan çevreler ve faktörler de değişmemişti. Bu sebeple Doğuda cereyan etmiş birçok olaydan 'Şeyh Sait Olayı' incelemeye alınmış, inceleme yapılırken muhtelif faktörlerin yanı sıra olayın sahneye çıkışında ve gelişmesinde etkili olmuş karşı şöven hareketler yaşanmış ise, olayların bu boyutu da ele alınmıştır.
Kitabın giriş kısmında, 1924 yılı olaylarına ve bu olayları doğuran faktörlerin öncesine dair genel bilgi verilmiştir. Daha sonra, Şeyh Sait olayına geçilmiştir. Olayın karakterini tayin edici slogan ve mesajlar incelenip olayın sonuçları üzerinde durulmuştur. Olayın seyrinden çıkarılan ve karakterinin tayininde yararlı olabilecek tespitler incelenmiştir.
Şeyh Sait olayının anlatımına geçilmeden evvel ismini bu ayaklanmaya veren liderlerin tanıtılmasında zaruret görülmüştür. Karakterine, fiziğine, zihniyetine dair bilgi verilmesi cihetine gidilmiştir. Kendisine yöneltilen ithamlara, her iki taraftan ölümüne sebebiyet verdiği insan sayısı ve yıkılmasına yol açtığı ev adedine dair açıklamalar yapılmıştır.
Şeyh Sait ayaklanmasının Kürtçü bir muhteva kazanması için çalışan Azadi ve Azadi'ye ortam ve kadro sağlayan aynı amaçlı, daha evvel kurulmuş örgütler hakkında bilgi verilmiştir. Bu münasebetle, dönemin bu ideolojiye organlık yapan yayınları ve konuya ilgi duyan diğer yayınları üzerinde durulmuştur. Olaydaki merkez örgüt karakteri arzeden Azadi'nin, döneminin Ermeni ağırlıklı örgütü olan Hoybun ile ilişkileri tartışılmıştır.
Ayaklanma bölgesinin tarihi de müstakil bir bölümde ele alınmış, tarihî seyir içerisinde bölgede yaşamış topluluklar ve kurulmuş yönetimlere dair bilgi verilmiştir. Şeyh Sait olayının karakteri üzerinde ileri sürülen iddialardan birisi de 'Milli Kurtuluş Hareketi' olabileceği hususu olunca bölge halkının etnik kimliği de inceleme metnine alınmıştır.
Ayaklanmanın 'Milli Kurtuluş Hareketi' olduğu yolundaki iddiaların yoğunluğu, konunun bu yönünün özel olarak ele alınmasını gerektirmiştir. Bu maksatla olayın yakın geçmişine ve aynı dönemdeki bazı olaylara dair de bilgi verilmiştir. Olaydan sonra gelişen ve olayla bağıntısı üzerinde durulan cereyanlara da yer verilmiştir. Bu münasebetle dönemin iz bırakan ve konuyla ilgili olan olaylarından Halit Paşa Vak'asına, ortak muhteva taşıdığı itibariyle üzerinde bazı iddialarla durulan Said-i Nursî'ye yer verilmiştir. Kemalist ideoloji, Kürtçülüğe ve Nurculuğa genel anlamda karşı iken ve inceleme metninin her bölümünde bu husus kaçınılmaz olarak yer alırken, Atatürk'ün özelde Şeyh Sait olayı karşısındaki tavrına açıklık getirilmiştir. Şeyh Sait Olayı merkez alınıp dönemin sosyal ve kültürel olayları üzerinde durulmuştur.
Olayın karakteri üzerinde iddia ileri süren muhtelif örgütlerin görüşlerinden pasajlar ele alınmış her bir görüş, önce kendi içerisinde tartışılmış, daha sonra genel tahlile tâbi tutulmuştur. Sonuç bölümünde ise olayın karakterine konulan teşhis açıklanmıştır. 'Cumhuriyet'in Kuruluşu ve İlk inkılâp Hareketleri' bölümünde; Atatürk, TBMM'de oluşan I. ve II. Gruplar karşısında aldığı siyasî tavır, bu grupların doğuşu, gelişmenin seyri ve sonuçlanması, Halifeliğin İlgası, Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Erkân-ı Haribiye-i Umumiye Vekâletinin ilgası ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun kabulü konusunda açıklama yapılmış, ayrıca dönemin siyasî kadroları, siyasî olayları ve taraflardan siyasîlerin bu olaylar karşısında sergiledikleri tutumlara dair geniş bilgi verilmiştir.
Kitapta olayın kahramanlarının büyük çoğunluğunun aşiretlere mensup sade vatandaşlar olduğu belirtilmiştir. Soyadı kanunu çıkmadan bahsi geçen bu şahısların isimleri, bazen aşiretlerinin isimleri ve bazen de köylerinin ismi ile birlikte geçiyordu. Aynı şahıs bazen şeyh ve bazen de kayıtlarda sehven seyyit olarak geçebiliyordu. Aynı şahıs, değişik isimlerle geçtiği için farklı mütalâa edilerek yanılgıya düşebilirdi. Nitekim aynı aşiretten sadece ismi bilinen bir şahıs ağa, efendi ve bey gibi farklı ünvanlarla da anılabiliyordu. Bu durum daha farklı tesirlerin de altında resmî zevatda da gözlenebiliyordu. Kuva-yi Milliye döneminde 'bey' diye bilinen zevat giderek paşa rütbesi alıyor, iki isimli bu şahıslar çok yerde bir isimle geçebilirken, bazen de iki ismi ile soyadı kanunundan sonra da üç ismi ile geçebiliyordu. Aynı isimli iki, bazen de üç paşadan aynı görev bölgesinde bahsetmek gerekebiliyordu. Bu durumda, ismi geçen şahısların metindeki bilgilerle sınırlı biyografik bilgileri bir araya getirildi. Böylece ileride yapılacak bu alandaki çalışmalar için şahısların tanımları itibariyle ilk adım atılmış oluyordu.
İncelemenin son bölümüne geniş bir resim albümü bulunmaktadır. Bu albümle, olayların okuyucu gözünde müşahhaslaşması amaçlanmıştır. Burada, isyan olayı ile doğrudan ilgili devlet ricali, isyanla ilişkisi ileri sürülen Terakkiperver Fırka'nın ilgililerinin, ayaklanma olayına katılan zevat ve ayaklanmaya fikri zemin hazırlayan örgüt ve basın organlarının mensuplarının resimlerine yer verilmiştir.
Albümden sonra ekler bölümüne yer verilmiştir. Bu bölümde, olay bölgenin etnik kimliğini ve olayların gelişme seyrini gösteren haritalara; isyanla ilgili dönemin yayın organlarından örneklere, ilgili bazı kanun metinlerine, o dönemde dağıtılmış bazı bildirilerle, beyanat metinleri türünden dokümanlara yer verilmiştir.

5.Tim, Abdullah Ağar

5.Tim, Abdullah Ağar, Otopsi Yayınları, 2004,İstanbul    
Kitabın yazarı Abdullah Ağar’ın Bolu Komando Tugayında tim komutanı olarak olarak görev yaptığı OHAL bölgesindeki iç güvenlik harekatında yaşadıkları  anıları içeren  bir çalışma.
    1989 yılında Harp Okulu’ndan mezun olan kitabın yazarı Abdullah Ağar,  Piyade Okulu’ndaki Subay Temel Kursundan sonra  kıt’a hayatına 1990 yılında başlamış olur.
    Bolu Komando Tugayı o dönemde terör olayları nedeniyle  güneydoğuda görev yapmaktadır. Dört arkadaşıyla beraber birliğe katılmak üzere güneydoğu doğru yolculuğu başlarlar. Otobüsle devam eden yolculuk Şırnak’ ta son bulur ve  burada herkes birliklerine gitmek üzere birbirlerinden ayrılırlar.
    Yazar birliğine katılmak üzere helikopter beklemek maksadıyla geceyi Şırnak’ta geçirir. Burada ilk kez çatışmada öldürülen öcüye benzemeyen bir terörist cesedi görür. Ertesi gün aynı birliğe gideceği devre arkadaşı Halit helikoptere yetişemez ve Dedeören üs bölgesinde  bulunan birliğine yalnız katılır.

    Yazarı, bölüğün idari işlerinden sorumlu başçavuşu karşılar. Yaklaşık bir saat sonra aynı helikopter ile devre arkadaşı Halit’te gelir. Muharrem Başçavuş Abdullah Teğmen ile Halit Teğmen’i kalacakları yer olan barakaya götürür.
    Tabur komutanı uyanınca yanına çağırır ve bu zıpkın gibi iki teğmenle  tanışır. Komutan bölük astsubayına gerekli malzemeleri vermesi için talimat verir. Güner Binbaşı iki teğmeni yanına çağırır ve onlara ilk geceden operasyon müjdesini verir.
    Gece operasyon için intikale başlarlar ve sabaha kadar yürürler.    İkinci gece Miren Tepe’de, bölük komutanıyla tanışır. Oradaki en hızlı ve en büyük tecrübe ilk temasla veya arazide gece kalmakla sağlandığı için kısmen tecrübe kazanım yolunda ilk adımı atmışlardır. Üç günlük operasyon bitmiş ve üs bölgesine dönüş başlamıştır.
    Ekim ayının başlarında Şırnak’ın kuş uçuşu 20 km batısında Gabar Dağı’ ndadır. Gabar Dağı’ nın engebeli arazisi kolay kolay geçit vermez. Yürüyüş mesafesi yaklaşık 50-60 km.dir. Artık dağdan o kadar sıkılmışlar ki bir an önce hazar kışlaları olan Bolu’ya dönmek isterler. Fakat İkizce’ye doğru gidecekleri haberini alırlar. Tabii sevinçte beraberinde gelir. Fakat sonradan öğrenirler ki İkizce’den binecekleri araçlar otobüs değil Ballı köyüne taşıyacak operasyon kamyonlarıdır.
    Ballı köyüne geldiklerinde sınıra çok yaklaştıklarını hisseder. Ballı çok büyük harekâtın en kritik üssüdür. Yakın zamana kadar basit jandarma karakolu iken Şırnak bölgesindeki en kapsamlı üs olmuştur. Ballı karakolundan biraz daha ileride “köpek çadırı” adını verdikleri komando çadırlarını kurarlar ve operasyon hazırlıklarına başlarlar.
    Ballı’dan çıktıktan sonra 15 saat yürürler ve Kayseri Hava İndirme Tugayı birlikleri ile buluşurlar. O  birlikten eski arkadaşları ile karşılaşır. Hedefleri yaklaşık kuş uçuşu 12 km, araziden yaklaşık 25 km.dir. Yol güzergâhında “Sinath kampına” doğru giden patikalar vardır, fakat aldıkları eğitim gereği onları kullanamayacaklarını biliyorlardır. Gece olunca İkiz Tepeler civarına tertiplenirler. Gece nöbetleşe uyuyarak geçirirler. Bu tepeler hattında birkaç gün arazi araması yaparlar. Bölgede aşırı derecede mayın vardır. Başka bir birlikten bir yüzbaşı mayına basmış ve ayağını alıp götürmüştür. Dağda görev yapan askerler arasında şu söz çok yaygındır “Herkesin basacağı mayın bellidir”.
    Operasyon sona ermiş ve 8-10 saatlik yürüyüşten sonra başka bir operasyon için Ballı’ya dönmüşlerdir. Burada hem silahların hemde askerlerin bakımı yapılır.
    Gelecek birkaç gün ikinci Kuzey Irak görevi başlayacaktır. Operasyona çıkmadan önce 5.Tim sucuk, kaşar gibi malzemelerden oluşan bir ziyafet verir. O gece yazar, düşünceden uyuyamaz.
    Kuzey Irak’a gidiş zamanı gelmiştir. Çadırlarını toplarlar ve araçlarla intikale başlanır. Sarp ve yüksek kayalıklardan geçildikten sonra arazi artık tanınmamaya başlar, bunun sebebi de ilk kez girilen yerlerdir. Gülyazı’ya gelince Kayseri Komando Tugayı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nında burada olduklarını görür. Burada istirahat ettikten sonra son sigaralar içilir, helalleşilir ve gece karanlığında korucularla birlikte yürüyüşe başlarlar.
    Dağda, her an ve her yerde bir mermi yeme ihtimali vardır. Bu ihtimal gerçekleştiğinde ister asker, ister korucu ister terörist olsun, en güvenli, en etkili yerde ve düşmanından yukarıda olmak ister, işte bu kuralı ne yazık ki en çok asker ihlal eder. İhmalin sebebi yorgunluktur. Boş vermişliğe neden; mukavemetin kırılmış olmasıdır. Ruh, benliğin salladığı zokayı işte burada bu noktada yutar. Uzun uzadıya yürüyüşler askeri yordukça kolay yerden gitme eğilimi artar. Bu mahkum düşük irtifa araziden, kolay yürünen yerlerden geçme şeklinde kendini bulur. Arazide intikal eden askerin başına ne zaman kötü bir olay gelmişse, kö¬keninde yüzde doksan bu davranış vardır.
    Yazarın yaşadığı her zorluk, fazlasıyla onların başında da vardır. Hele, o ağır silahları ve mühimmatları taşıyan Mehmetlerin hakkını kim ödeyebilir? Yorgunluk sınırını çoktan aşmışlar, iradelerini ortaya koyarak mesafeleri aşmaya çalışırlar. 5. Timin hali artık iyi değildir. O güler yüzlü habercisi bile, asık yüzlüdür. O anda yaşanılan şeyler, pek çok insanın tatmak dahi istemeyeceği cinsten duygulardır.
    Bu uzun yürüyüşten sonra Düğün Dağı “Gelin”lerine kavuşur ve dağın yamaçları karınca yuvasını andırmaktadır. Her tarafta bir hareketlilik vardır. Askerler kendilerince bir şeylerle uğraşmaktadırlar. Helikopterlerin birisi inip, diğeri kalkmaktadır. Dağın 5.Tim tarafına havanlar mevzilenmiştir. Görünmeyen hedeflerine ateş etmektedirler. Yukarılarda bir yerlerde koca bir ateş yanmaktadır. İşte harekatın ileri üssü ve o üssün içindeki ileri karargah burasıdır. Gelecek günlere hazırlanmaktadır.
    Teröristler “Türk Ordusu Kuzey Irak’a giremez” propagandası yapmaktadır. İntikal esnasında bölüğün üzerinden mermiler geçmeye başlamıştır. Yazar durumu anlamaya çalışmaktadır. Mermilerin havayı yararken çıkardıkları ses duyulmakta, patlama sesleriyse uzaktan gelmektedir. Perde açılmış, ilk müsademe başlamıştır. Kuzey Irak'a giren Türk askerleri, ilk defa mermi yerler. Bu atışlara karşılık vermeye güçleri yoktur. Onlara uzak mesafededir. Durum, daha çok önlerindeki ikinci bölüğü ilgilendirmektedir. Bu atışların türü tacizdir. Yaşanılan bu durumun kendine özgü bir anlamı ve o anlamın gerektirdiği bir hareket tarzı onları da beklemektedir. İlerlemek zorunda oldukları bir zamandır.
    PKK’nın onları gözetlediğini ve takip ettiğini hissederek ilerlemeye devam ederler. Geceyi burada geçireceklerine dair emir gelir. Artık asker uyuyacaktır. Yazar yardımcısı Ahmet Asteğmeni yanına çağırarak gece için tedbirler almasını söyler. 5.Tim ne kadar yorgun olursa olsun tecrübelidir.
    Sabah yine intikal başlar. Önlerinde derin bir vadi vardır. Tek taraflı emniyetin bile yeterli gelmeyeceği kadar derin, dar ve diktir. İçinden akan bir su vardır. İlk operasyonda dolaşılan yerlere; Sinath Vadisi’ nin girişine kadar uzandığını tahmin edilmektedir. Eski bir patika üzerinde yürümeye başlarlar. Sonra kendilerini aniden düz bir zemin üzerinde bulurlar ve orası da Irak ordusundan kalmış bir helikopter pistidir.
    Gerilla Harbi doktrinlerine dayalı mücadele anlayışı gün geçtikçe daha fazla işlerlik kazanıyor. Güneydoğu’da yaşananlar, harp literatüründe köklü değişikliğe yol açabilecek sayısız tecrübelerle doludur. Genel taktik anlayışında, gündüz uygun olmayan koşullarda bir çatışmayı kabul etmemek vardır. Gece ise, gece geleni saklar.
    Operasyonun bir sonraki safhasıyla ilgili emir, önlerindeki geceyi ilgilendirmektedir. Tabur öncüsü kura ile belirlenir, İkinci bölük şu an bulunulan yerde kalacak Muharrem Üsteğmenin bölüğü öncü bölük olacaktır.
    Her birlik kendisine tahsis edilen ara hedefleri ele geçirerek alanı temizleyecek, sonra da nihai hedefte buluşacaktır. Ara hedefler kritik olarak kabul edilse de, asıl hedefe yönelen akışta, ele geçirilmesi ve devamlı kontrol altında tutulması istenmiş ve plan buna göre yapılmıştır. Bu anlamda birinci hat birlikleri olarak ifade edilen Abdullah Teğmenin taburu, Özel Kuvvetler ve bir jandarma taburu, üç ana mihverden sızarak başladıkları harekatı, kendi cephelerine çatan hedefleri ele geçirerek devam ettirecekler, en sonunda da ''Düğüm" denilen tepede buluşacaklardır.
    Operasyon için intikale başlanır. Sanki iniş hiç bitmeyecek, derken nihayet biter. Ancak ağırlık noktası yön değiştirince, bütün yük onların ayak parmaklarına biner, parmaklar dışarıya fırlayacakmış gibi postalların önünü zorlar.Kol başı, vadi tabanını geçerken bir süre beklerler. Tabanda oluşmuş büyük bir açıklık ve önlerin de koca bir kaya bloğu vardır. Yardımlaşarak onu da aşarlar ve nihayet sırtın üzerine çıkarlar. 6 saate yakın bir intikalle oraya gelebilmişlerdir. Evet, beklenen an gelmiştir artık,  bir çatırtının kopmasıyla ortalık kızılca kıyamete döner. O güne kadar görmedikleri bir yoğunlukta mermi yağmurudur. Üçüncü bölük çatışmaya tutuşmuştur. Ülke sınırları içerisinde vurkaç taktiğini uygulayan PKK sanki burada bulunduğu yerleri savunmaya kararlıdır.
    Teröristler önden giden 3 nci bölüğün değil, tüm kayalıklar tutulmuştur. Yazar bölük komutanına araziyi ve teröristlerin yerini ve kendi planını anlatır. Bölük komutanı planı uygulamaya karar verir. 5.Tim manevraya başlar. Zirveye yaklaşılırken silahların emniyetleri açılır ve birazdan temas sağlanır. Timin sıhhiyecisi ilk etapta vurulur. Yazar, sıhhiye eri İsmail’e ulaşmaya çalışırken bir terörist ile karşı karşıya kalır ve ateş eder ve teröristi göğsünden vurur. Fakat İsmail’i bir türlü çekemezler. Bu esnada Abdullah Teğmenin yanına bir roket düşer kendisine bir şey olmaz aksine roketin düştüğü tarafın ters istikametindeki bir asker yaralanır. Yaralanan askeri de diğer yaralı olan askerin yanına götürürler.
    Teröristler o çatışmada 5. Time 150 - 200 roket atarlar. Yazar, bölük komutanına 5.Timi ateş tutmayan bir yere çekmek için teklifte bulunur. Ve zorlu bir mücadeleden sonra zayiatsız bir şekilde güvenli bölgeye çekilebilirler. Bölgeyi ateş altına almak için uçaklar gelir. Hedefe bombalarını bırakırlar. Bu esnada iki askeri daha yaralanır.
    Özellikle, yeni tertipler için, bir teröristi yakından görmek önemlidir. Mücadele ettiği adamın neye benzediğini hepsi bilmek ister. Bu hem merak, hem de bir ihtiyaçtır. Görmemiş bir asker için terörist; uzaydan gelmiş bir yaratık gibidir. Karanlık çöktüğünde, dört beş askerle beraber, teröristin cesedinin bulunduğu yere giderler. Cesedi bir pançonun içinde düz bir alana indirirler. Onlar PKK'nın içindeki sünnetsizlerdir. Bunun örneklerinden bir tanesi de, Görümlü Köyünde yaşanmıştır.
Görümlü, Cudi Dağı'nın güneyinde, Hırçi ve Ezmin Tepe' lerin altındaki bir köydür. Yakınlarında konuşlanmış Komando Taburu karanlık bir haziran gecesi basılmak istenmiştir. Bilinen en çetin baskın teşebbüslerinden birine, bütün gece boyunca karşılık veren tabur, ertesi sabah durmamış; üzerine gelenlerin üzerine gitmiştir. Sonuç; saklanmaya çalışılan gerçeğin ta kendisidir..
    Ele geçenlerden birisi de köyün imamıdır. Ve bu imam sünnetsizdir. Döşaçan Teğmen'le, Subaşı Astsubay, imamın koynundaki haçı da bulurlar. İmamın evinin gizli bölmelerinden İncil toplarlar. Şüphelenip, duvarda asılı duran resmin arkasına da bakarlar ve bir de ne görsünler? Sünnetsiz imam poz vermiş; bir elinde koskoca bir roketatar, yanında da sevgili Apo'cuğu vardır.
Sünnetsiz bir misyoner ajanın, o dağ köyünde olmasının ciddi bir sebebi vardır. Ve o sebep, askerin ne ile neden mücadele ettiğini de anlatır. Bu oyun, 1700'lerde başlayan; "böl-parçala-yok et” hesabının bitmeyen ve bitmesi hiç istenmeyen yanıdır.
    Gecenin sabaha dönen yüzünde bir askeri koşarak yanına gelir. Komutanım “Havar mı navar nı” sesler duydum, “galiba birileri geliyor” der. Şüphelenip o bölgeye askeriyle beraber yönelir. Birden karşılarında teröristler. İlk hamlede tetiğe basarken birden bir sıcaklık hisseder. İşte o an yaralandığı andır.
    Yazar sürünerek geri gelir fakat arkada çatışma devam etmektedir.     Sol tarafta dün öldürdükleri teröristin cesedini görür. Daha sonra aşağıdaki Jandarma Taburuna yürüyerek kısmen sendeleyerek ulaşır. Doktor 3 delik var komutanım diye seslenir. Bulundukları bölgeye helikopter indiremediklerini kendisi de bilmektedir. Helikopter beklerken bu esnada tim komutan yardımcısı Ahmet Asteğmenin, dedektörcü askerlerle kendisine teröristi haber vermeye gelen askeri de kaybettiklerini öğrenir.
    Burun delikleri sızlamakta, dudakları titremektedir. Gözleri dolar, sonra da boşanmaya başlar. Bir şeyler konuşmaya çalışır beceremez. Zaten konuşacak şey yoktur. Hissedilen şey anlatılabilecek şey değildir. Bunlar kelimeye nasıl dökülür? Bilemez. Başını yana çevirir ve öylece kalır. Gözleri semaya dikilir ve öylece, göz yaşı boğazını tıkar.
    Daha sonradan ilk yaralanan asker olan sıhhiye eri İsmail’ ide kaybettiklerini öğrenir. Büsbütün içi burkulur. Helikopter gelir. Abdullah Üsteğmen ve onun gibi yaralı 4 askeri ve bir de şehidi alarak Şırnak İstikametine koyulur. İlk tedavi Şırnak tugayının revirinde yapılır. İlerideki iki bölüğün komutanları da yaralanmıştır. Onlarda diğer odalarda yatmaktadır. İlk ziyaretçileri pilotlardır.
    Abdullah Üsteğmen ailesine bu haberi nasıl vereceğini düşünmektedir. Haberi kontrolsüz bir kaynaktan alıp, evhamlanmalarını istemez. İnsanlara kötü bir haber vermeden önce, alıştıra alıştıra söylendiğini düşünür. Telefonda abisi ile görüşür ve olayı anlatır. Ve üzerinden büyük bir yük kalkar.
    Hastanedeki havayı yoklayınca çatışmanın sadece 5. Tim bölgesinde değilde, hem özel kuvvetler hemde 3. bölük bölgesinde olduğunu anlar. Hastanede yatarken komutanlar ziyaretine gelir. Asayiş Komutanı, Kendi Tugay Komutanı ve yanında diğer paşalar. Onunla sohbet ederler ve geçmiş olsun dileklerini söyledikten sonra ayrılırlar.
    Hastanede o hariç 5.Tim’ den 4 yaralı er daha vardır. Onlarla oradayken arkadaş havasında sohbet eder, onların sorunlarını aileleri hakkında anlattıklarını dinler. Yaşadıkları olayları hep beraber konuşurlar ve durumları değerlendirirler. Askerle yaralı muhabbeti yapmak ne zor olduğunu farkındadır. Onlara şefkatli, sevecen davranmayı beceremez, fakat bunun yanı sıra, kalpleri kırılacak diye de, ödü kopar. Dağda iken çok rahat anlaşıyordu. Orada sertlikle kıvam bulmuş bir sevgi hali vardır. Birbirine güvenen ama hiç bir zaman buna güvenmeyen bir üslup ortaya koyulurdu. Bilinir ki ; "Güven, kontrole mani değildir” Asker yaptığını yeterli görür, komutansa bu fikri çoğu kere paylaşmazdı.
    Yazar istirahatlı olarak Şırnak hastanesinden taburcu olmuştur. Oradan direk havaalanına oradan da memleketi Ankara’ya doğru yol alır.
    Uçak Ankara’ya geldiğinde bütün ailesi havaalanındadır. Bütün aile özlemle sevgiyle onu kucaklar. İstirahatını evde geçirir. İstirahat süresi bittiğinde rahatsızlığı bitmediği için Gülhane’ye gider ve orada onu müşahade altına alırlar (illa yatacaksın). Buradaki tedavisine müteakip taburcu olur.
    27 Ekim sabahı güneş doğmadan önce yaralanmasının ardından yaklaşık üç ay geçmiştir. Evinde istirahatını geçirirken birliğinin Güneydoğu'dan döndüğünün haberini alır ve onları karşılamaya Bolu'ya gider. Onlara en çok, yaralanma olayından sonra ne yaptıklarını sorar. Kuzey Irak'taki görev devam etmiştir. Tam anlamıyla final yaşanmıştır. Yaralandığı olay, teröristler için bir hüsran olmuştur. Terör örgütünün arzu ettiği bir şey vardır. Ancak sonuç istedikleri gibi olmamıştır.
    Yusun Üsteğmen, çatıştıkları tepelerin ardında çok sayıda cesetle karşılaştıklarını anlatmıştır. Sayıyı tam bilememektedir. Mağaralara, inlere, kaya yarıklarına sakladıkları, uçurumdan attıkları ya da gömmekten imtina ettikleri cesetler kokmuştur.
    Genel bir değerlendirmenin yapıldığı bu son bölümde, oyunun sanıldığından daha büyük olduğunu artık çok daha iyi bilmektedir. Bölücü örgütün ardındaki desteği görmekte ve sınır komşularının bile, bu destek içinde sadece bir maşa olduğunu değerlendirmektedir. Bölücülük, çağları ve mekanları kuşatan bir mücadele olduğundan bahsetmektedir.
    Tedavisi bittikten sonra birliğine katılır. Askerle aylar sonra bir içtimada karşılaşacaktır. Aralarında çok sıcak konuşmalar olur.
    Yazarın tayini Özel Kuvvetler Komutanlığına çıkar. Özel Kuvvetler, Türkiye'nin en aktif birliklerden bir tanesidir. Tabur komutanı yanına çağırır ve “paçanı ucuza kaptırma”  diyerek nasihatte bulunur.
     Bolu'dan ayrılmadan önce bir tören düzenlerler. Tugay personeli aileleriyle birlikte katıldıkları bir yemektir düzenlenir. Tugay komutanı törende şiltini verir. Gözünü açtığı bu Bolu Komando Tugayından ayrılmak onda burukluk yaratır. Ayrılırken en son 5. Timdeki askerleriyle vedalaşır fakat onlarla konuşmak çok zor olur.

28 Şubat 2012 Salı

Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı, Stephen R.Covey

Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı, Stephen R.Covey, Varlık Yayınları, 2006, İstanbul
Etkili  insanların sahip oldukları alışkanlıkların irdelenmesi.
    Stephen R. Covey, bu kitabında etkili insanların yedi prensibi üzerinde durmaktadır. Yazar, verimlilikten çok etkililiğe dikkat çekmektedir, zira insanların hayatlarında belirli bir gaye taşımaları ve bütün faaliyetlerinde bu gayeleri göz önünde bulundurmaları gerektiğini düşünmektedir.
    Etkililik ve verimlilik, özellikle günümüz dünyasında sıkça kullanılan iki kavramdır. Etkililik, arzu edilen belli bir neticeye ulaşma kabiliyeti, verimlilik ise bir şeyin yapılmasındaki etkililik derecesidir.
    Etkililikten mahrum bir verimlilik, yanlış hedefe tam isabet demektir, verimlilikten mahrum bir etkililik ise, önceden tespit edilen hedefe tam anlamıyla ulaşamamaya sebep olabilir. Covey, etkililik hakkında şöyle der: "Etkililik (hatta hayatta kalabilme) sadece ne kadar gayret sarf ettiğimize değil, doğru konu üzerinde gayret sarf edip etmediğimize bağlıdır.

    Doğru konu üzerinde yoğunlaşmayı açıklamak için "vizyon" ve "misyon" kavramlarından istifade edebiliriz. Vizyon, bir kurumun ulaşmaya çalıştığı hedeflere, misyon ise kurumun mevcudiyet sebebine işaret eder. Kurumlar gibi fertler de belli bir vizyon ve misyon taşımalıdır. Kriterler, bu uzun vadeli ve kalıcı kurallara göre belirlenir. İnsanların etkili olabilmesi için değişmeyen bir "öz"e ihtiyaçları vardır. Sabit bir hedefi vurmak, hareketli bir hedefi vurmaktan daha kolaydır.
    Paradigmalar
    Model veya atıf çerçevesi anlamındaki  paradigmalar, dünyaya açılan pencerelerimizden
biri olduğu için idrak süreçlerinde rolleri büyüktür. Covey'e göre etkililik konusundaki temel paradigma şöyledir: "İnsanların etkililiğine tesir eden genel ve doğal kanunlardır. Bu kanunlar, yerçekimi kanunu gibi hakiki ve sabittir. İnsani ilişkilerde bunlar; adalet, dürüstlük, izzet, fazilet gibi sıfatlar halinde bizlere rehberlik yapar. Paradigmalar doğa kanunlarına ne kadar yakın olursa, o kadar hatasız fonksiyon görürler. Asli ve evrensel yaratılış kanunlarına uyulduğu takdirde, sosyal ilişkiler pürüzsüz gerçekleşir.
    Etkili insanların alışkanlık edindikleri yedi prensip şu şekildedir:
    1. Proaktif Ol
    2. Sonunu Düşünerek İşe Başla
    3. Önemli İşlere Öncelik Ver
    4. Kazan/ Kazan Diye Düşün
    5. Önce Anlamaya Çalış, Sonra Anlaşılmaya
    6. Sinerji Yarat
    7. Kendini Yenile

    1.    Proaktif Ol
    İlk üç prensip Covey tarafından "Şahsi Zafer" olarak adlandırılır. Olumlu düşünmek ve hareket etmek, etkili bir insanın temel karakteridir. Doğru hareket eden insanlar, etraflıca düşünülmüş ve benliğe mal edilmiş belli tercihler ve ilkelere göre icraatta bulunurlar. Tepkici insanlar ise insan merkezli, derin, manevi ve kalıcı gerçekler ışığında değil, değersiz, maddi ve gelip geçici şartlara göre hareket ederler. Olumlu düşünen insanlar, istikrarlı paradigmalarına göre belirli bir inisiyatif taşırlar ve buna göre düşünceden aksiyona geçerler. Doğru düşünüp hareket etmek için insanın belli bir şeye karar vermesi ve bunu başarmak için mevcut gücünü bu yolda sarf etmesi, yani varlığını işine adaması gereklidir.
    Olumlu insanların başka bir özelliği de enerji ve sermayelerini, bir şeyler yapabilecekleri, yani etkide bulunabilecekleri çevre içinde sarf etmeleridir. Tepkici insanlar ise gayretlerini, kontrol edemedikleri şeyler üzerinde heba ederler. O halde doğru hareket etmenin ölçüsü, tesirde bulunabileceğimiz kendi dairemizde ne kadar çaba sarf ettiğimize bağlıdır.
    2.    Sonunu Düşünerek İşe Başla
    İşin sonunu düşünmektir. İnsan ölümünü düşünmeli, dünyanın fani olduğunu unutmamalıdır. Yoksa hayat boyu meşguliyetler içinde, oradan oraya koşturabilir, ama hedefine ulaşamaz.
    Sonunu düşünmek, insanın bugün yaptığı işlerde, hayatının bir gün sona ereceğini hesaba katarak kriterlerini belirlemesidir. "Nereye gidiyorum?' sorusuna tatmin edici bir cevap bulabilen, şu anda nerede olduğunu daha iyi tespit edebilir ve daima doğru yolda ilerlemeye çalışır.                                                          
    Alışkanlığın temelinde kişisel liderlik ilkeleri vardır. Bu, liderliğin ilk yaratım olduğu anlamına gelir. Liderlik, yöneticilik değildir. Yöneticilik ikinci yaratımdır. Yöneticilik, taban çizgisinde bir odaktır. Bazı şeyleri en iyi nasıl yaşayabilirim? Liderlik ise tavan çizgisiyle ilgilenir. Başarmak istediğim şeyler nedir? İkisi arasındaki bu önemli ayrımı kavramak istiyorsak, bir grup üreticinin vahşi ormanda baltalarla kendilerine yol açtıklarını hayal etmek gerekir. Onlar üreticidir, sorun çözücüdür. Ağaçları keser, ormanın zeminini temizler. Yöneticiler onların gerisindedir. Baltaları biler, işlem ve politika konularında el kitapları hazırlar, kas geliştirme programları uygular, kurslar düzenler, gelişmiş teknolojiyi işe katıp çalışma programları ve balta sallayanlar için ücretlendirme programları hazırlar. Burada lider en yüksek ağaca çıkan, etrafı inceleyen ve sonra da “yanlış ormandayız” diye bağıran kişidir.
    Etkili olmak yalnızca harcadığımız çabaya değil, çabalarımızı doğru ormanda sürdürmemize bağlıdır. Hemen her endüstri ve meslekte görülen dönüşüm, önce liderliği sonrada yöneticiliği gerektirir.
    Güvenlik, rehberlik, bilgelik ve güç birbirine bağımlıdır. Bu dört etken bir arada bulunduğu, birbirini canlandırdığı ve uyum sağladığı zaman soylu bir kişiliğin, dengeli bir karakterin, mükemmel bir şekilde bütünleşmiş bir insanın müthiş gücünü yaratır.
Alternatif Merkezler
     Hepimizin bir merkezi vardır, ama genelde bunun tam olarak farkında olamayız. Ayrıca bu merkezin, yaşamımızın her yönü üzerindeki yaygın etkilerini de fark etmeyiz. Şimdi kısaca insanların sahip oldukları tipik birkaç merkezi ya da temel paradigmaları inceleyelim.                                                                                                                                           Eş Merkezlilik
    Evlilik, insan ilişkilerinin en içten, en doyurucu, en dayanıklı ve geliştirici ilişkisi olabilir. İnsanın doğal olarak karısını ya da kocasını seçmesi çok doğal ve uygun görülebilir.
    Aile Merkezlilik
    Sık görülen bir merkez de ailedir. Aile merkezli olanlar kişisel değer yada güvenlik duygusunu aile geleneği ve kültüründen ya da güvenlik duygusunu aile geleneği ve kültüründen ya da ailenin itibarından alırlar.
    Merkezlerinde aile olan anne babalar çocuklarını nihai iyiliklerini gerçekten düşünerek yetiştirmek için gereken duygusal özgürlükten ve güçten yoksundurlar. Güven duygusunu aileden aldıkları için, çocuklarına kendilerini sevdirme gereksinimi ağır basar ve bu çocukların büyüme ve gelişmelerine yapılacak uzun vadeli yatırımların önemini azaltabilir ya da dikkatleri o andaki uygun ve doğru davranışlar üzerinde toplanır. Uygunsuz buldukları herhangi bir hareket güvenliklerini tehdit eder. Bağırıp çağırabilirler. Aşırı tepki gösterip öfkeleri yüzünden çocuğu cezalandırabilirler. Çocuklarını koşullu olarak sevmeye eğilimlidirler. Onları duygusal açıdan bağımlı ya da asi yaparlar.
    Para Merkezlilik
    İnsan yaşamının diğer bir mantıklı ve son derece yaygın merkezi de para kazanmaktır. Bazen para kazanmanın görünüşte soylu gerçekleri vardır. İnsanın ailesine bakma isteği gibi.Bunlar gerçekten önemlidir. Ancak, merkez olarak parayı kazanmayı seçmek felaketi de beraber getirir. Para merkezli insanlar çoğu aileyi ya da diğer öncelikleri bir yana bırakırlar. Ekonomik zorunlulukların her şeyden önce geldiğini herkesin anlayacağını sanırlar.
    İş Merkezlilik
    Merkezi iş olan insanlar “işkolik” olabilir. Sağlıklarını, ilişkilerini ve yaşamlarının diğer önemli alanlarını feda ederek, üretmek için kendilerini zorlarlar. Temel kimlikleri işlerine bağlıdır. “Ben doktorum” “Ben bir yazarım” “Ben bir oyuncuyum” kimlikleri ve öz değerleriyle ilgili anlayışları işlerine bağlı olduğu için güvenlikleri bunu sürdürmelerini engelleyecek her şeye karşı savunmasızdır.
    Mülkiyet Merkezlilik
    Bir çok insan sahip olduğu şeylerin güdümündedir; yalnızca modaya uygun giysiler, evler, arabalar, tekneler ve mücevherler gibi elle tutulan maddi varlıklar değil, elle tutulamayan şan, şöhret ya da toplumda önemli biri olmak gibi şeylerde buna dahildir. Çoğumuz deneyimlerimiz sonucu bu tür bir merkezin ne kadar hatalı olduğunu öğrenmişizdir. Çünkü bu, çabucak kaybolabilir ve birçok gücün etkisi altındadır.
    Borsadaki kriz yüzünden servet yitiren insanların ya da siyaset alanında gözden düştükleri için itibar kaybına dayanamayanların intihar etmeleri buna örnektir.
    Dost/Düşman Merkezlilik
    Dost ya da düşman merkezli kişinin güvencesi yoktur. Öz değer duyguları değişkendir, başkalarının davranışları ya da duygusal durumlarının bir işlevidir. Rehberliği, diğer insanların vereceği tepkiyle ilgili sezgisi sağlar. Bilgeliği ise toplumsal mercek ya da düşman merkezli bir paranoya kısıtlar. Bu kişinin hiçbir gücü yoktur. Onun iplerini başkaları çekmektedir.
    Bir İlke Merkezlilik
    Yaşantımızın merkezini doğru ilkeler üzerine oturtturursak yaşamı destekleyen dört etkenin değişmesi için sağlam bir temel de yaratmış oluruz. İlkeler hiçbir şeye tepki göstermezler. Öfkelenip bize farklı bir biçimde davranmazlar. Bizi boşamaz ya da en yakın dostumuzla kaçmazlar. Bize kötülük etmek niyetinde değillerdir. İlkeler ölmez. Yangın, deprem ya da hırsızlıkla yok edilemezler. İlkeler derin, temel gerçeklerdir. İnsanlığın ortak paydasıdır. Onlar, yaşamı kusursuz, tutarlı, güzel ve güçlü bir biçimde sımsıkı dokuyan ipliklerdir. Yazar incelediğimiz merkezlerin yarattığı değişikliği anlamamız için şu örneği verir. Akşam eşinizi bir konsere davet ettiniz. Biletleri aldınız. Eşiniz konsere gideceği içi çok sevinçli. Öğleden sonra saat dört. Birdenbire patronunuz sizi odasına çağırıyor ve ertesi sabah saat dokuzda yapılacak önemli bir toplantıya hazırlanmak için kendisine yardım etmeniz gerektiğini söylüyor. Eğer Eş-Merkezli ya da Aile-Merkezli; bir gözlükle bakıyorsanız aklınız eşinizde kalacaktır. Patronunuza kalamayacağınızı söyler ve eşinizi hoşnut etmek için onu konsere götürürsünüz. Eğer Para-Merkezli; bir mercek ardından bakıyorsanız, ilk önce alacağınız fazla mesai ücretini ya da geç vakitlere kadar çalışmanın işte yükselmenizin nasıl etkileyeceğini düşünürsünüz. Karınızı arayıp ona sadece büroda kalmanız gerektiğini söylersiniz. Eğer İş Merkezliyseniz; fırsatları düşünürsünüz. Patronun gözüne girip işinizde ilerleyebilirsiniz. Bunun ne kadar çalışkan olduğunuzu kanıtlayacağına inanırsınız.  Mülkiyet Merkezliyseniz; fazla mesai saatiyle alacaklarını düşünürsünüz. Zevk Merkezliyseniz; geç saatlere kadar çalışmanız karınızı mutlu edecek olsa bile, muhtemelen işi kenara itip konsere gidersiniz. Geceyi dışarıda geçirmek en doğal hakkınızdır! Dost Merkezliyseniz; arkadaşlarınızı da konsere davet edip etmediğinize bağlıdır ya da istekli arkadaşlarınızın da geç vakitlere kadar çalışıp çalışmayacaklarına. Cemaat Merkezliyseniz; sizi cemaatin diğer üyelerinin konsere gidip gitmeyecekleri, iş yerinizde onlardan bazılarının çalışıp çalışmadıkları ya da konserin türü etkileyebilir. Ben Merkezliyseniz; dikkatinizi size en fazla çıkar sağlayacak şeye verirsiniz. İlke Merkezliyseniz; durumun yarattığı duygulardan ve sizi etkileyecek diğer etkenlerden uzak durursunuz. Seçenekleri değerlendirirsiniz. En iyi çözümü bulmaya çalışırsınız. İlke merkezli bir kişi olarak her şeyi farklı gözle görürsünüz. Başka türlü düşünür, başka türlü davranırsınız. Değişmeyen, sağlam bir özden kaynaklanan, zamana mekana göre değişmeyen yüksek düzeyde güvenlik, rehberlik, bilgelik ve gücünüz sayesinde çok etkili bir yaşam temeline sahip olursunuz. Herkesin yaşamında belirli bir görevi ya da misyonu vardır. Bu nedenle, kişinin ne yeri doldurabilir, ne de yaşamı tekrarlanabilir.
    Beyninizin Tamamını Kullanmak
     Herkes beyninin her iki tarafını da kullanır. Ancak genellikle her insanda sağ ya da sol yan ağır basar. Kuşkusuz ideal olan, her iki yan arasında güzel bir köprü kurma yeteneği yaratmak ve geliştirmektir. Böylece önce durumun neyi gerektirdiği sezilir, sonra da onunla başa çıkmak için uygun araç kullanılır.
    Biz aslında sol beynin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Burada sözcüklere, ölçülere ve mantığa büyük değer verilir. Doğamızın daha yaratıcı, sezgisi güçlü ve sanatsal yanı ise çoğu zaman ikinci plana atılır. Çoğumuz sağ beyin kapasitemizden yararlanırken daha fazla zorlanırız. Sağ beyin kapasitemizden ne kadar yaralanırsak, hayal etme, sentez yapma, zamanı ve koşulları aşabilme, ne olmak ve ne yapmak istediğimizle ilgili üç boyutlu bir resim yapabilme gücümüz de o kadar artacaktır.
    3.    Önemli İşlere Öncelik Ver
      Son yıllardaki zaman yönetimi tekniklerinin de vurguladığı gibi, önceliklerin organize ve icra edilmesi, gerek fertlerin gerekse kurumların etkililiği açısından çok önemlidir. Olumlu hareket eden insanlar, acil olmasa bile önemli olan faaliyetler üzerinde yoğunlaşırlar. Zaten etkili yönetimin özü de budur. Tepkici insanlar ise, enerjilerini krizler, bitmeyen problemler, kısa vadeli projeler üzerinde harcayıp tüketirler.
       Bundan sonraki üç prensip "Ekip Zaferi" olarak isimlendirilmektedir. Şahsi zaferler elde eden insanlar, bağımsızlıklarını kazanırlar. Dördüncü, beşinci ve altıncı prensipler, bağımlılıktan kurtulan bu insanları birbirine bağımlı hale getirir, böylelikle grup veya kurum üyeleri arasında işbirliği, ekip çalışması, sağlıklı iletişim, kollektif şuur oluşur. Covey, bu noktada "Duygusal  Banka Hesabı" şeklinde bir benzetme yapar
    Duygusal Banka Hesabı
    Bankaya para yatırır ve bir birikim oluştururuz. Gerektiği zamanda oradan para çekeriz. Duygusal Banka Hesabı, bir ilişki içindeki güven oranını belirleyen bir benzetmedir. Bu, başka bir insanın yanında kendinizi emniyette hissetmenizdir.
    İncelik, sevecenlik, dürüstlük, anlayışlı olma, sözünde durma, dedikodudan kaçınma bu hesaba yatırılan "depozitolar"dan bir kısmıdır. Böylece karşılıklı güven düzeyi artar. Eğer hata yapılırsa, o duygusal birikim bunu telafi eder. İletişim açık seçik değildir belki, ama siz yine de ne demek istenildiğini anlarsınız. Bir sözcük yüzünden hemen karşınızdakini suçlamazsınız. Güven hesabı kabarık olduğu zaman, iletişim rahat, çabuk ve etkili olur. Bu hesap, ilişkilerdeki samimiyet ve itimat miktarına göre değişir.
    4.    Kazan/ Kazan Diye Düşün
    Kazanma/kazanma mantığıyla hareket eden insanların, ümitli ve azimli bir şekilde, daima dayanışma ve işbirliği içinde olacaklarına dikkat çeker. Kazanma/kaybetme düşüncesiyle hareket eden insanlar için ise hayat bir savaştan ibarettir. Dünya onlar için rakiplerin alt edildiği bir arenadır. Yeryüzündeki nimetlerin herkese yeteceğini düşünen insanlar kazanma/kazanma mentalitesini taşırlar. Kıtlık içinde yaşadığımızı düşünen ve mevcut tek pastayı paylaşma mücadelesiyle herkesi rakip olarak görenler ise kazanma/kaybetme zihniyetine sahip kişilerdir. Netice itibariyle galip olanlar, hep kazanma/kazanma mantığıyla hareket edenlerdir.
İnsan Etkileşimleriyle İlgili  Altı Paradigma
    Kazan/Kazan, bir teknik değildir. Bu, insanlar arasındaki etkileşimle ilgili bütüncül bir felsefedir. Aslında; insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin altı paradigmasından biridir. Diğer paradigmalar ise şunlardır:
                       * Kazan/Kazan                             * Kaybet /Kaybet
                       * Kazan/Kaybet                           *  Kazan
                       * Kaybet/Kazan                           *  Kazan/Kazan ya da Anlaşma Yok

    a.    Kazan/Kazan: Kazan/Kazan zihinsel ve duygusal bir düşünce tarzıdır. Bütün insan etkileşimlerinde sürekli olarak karşılıklı yarar arayışındadır. Kazan/Kazan, anlaşma ya da çözümlerin karşılıklı yarar ve hoşnutluk sağlanması anlamına gelir.
    b.    Kazan/Kaybet: Kazan/Kazan‘ın bir alternatifi, yarışma paradigması olan Kazan/Kaybet’tir. “Ben kazanırsam, sen kaybedersin” der. Liderlik tarzı bakımından Kazan/Kaybet, otoriter bir yaklaşımdır: “Benim istediğim olur. Senin istediğin olmaz.” Kazan/Kaybet paradigmasına bağlı insanlar, istediklerini elde etmek için konum, güç, kimlik, varlık ya da kişiliklerden yararlanırlar.
    c.    Kaybet/Kazan: Bazı insanlar ise tersine; Kaybet/Kazan’a göre programlanmıştır.
“Ben kaybettim sen kazandın.”
“Haydi! Bana istediğini yap.”
“Yine beni ez bakalım. Herkes öyle yapıyor.”
“Ben hep kaybederim her zaman kaybettim.”
“Ben huzuru sağlamaya çalışırım. Huzurun bozulmaması için her şeyi yaparım.”
Kaybet/Kazan, Kazan/Kaybet’ten daha kötüdür. Çünkü bunun standartları; yani istekleri, beklentileri, hayalleri yoktur.
    ç.    Kaybet/Kaybet: İki Kazan/Kaybet tipi yan yana geldiğinde, yani iki kararlı, inatçı bencil kişi etkileşim kurduğunda sonuç Kaybet/Kaybet olur. İkisi de kaybeder. İkisi de kinlenip “hesap sormak” ya da “intikam almak” isterler. Cinayetin intihar, intikamın ise iki yanı keskin bir kılıç olduğu gerçeğini göremezler.
    d.    Kazan: Çok görülen diğer bir seçenek, sadece “kazan” diye düşünmektir. Kazan zihniyeti olan insanların bir başkasının kaybetmesini istemeleri zorunlu değildir. Bunun konuyla bir ilgisi yoktur. Önemli olan istediklerini elde etmeleridir.
    e.    Kazan/Kazan Ya da Anlaşma Yok: Bu insanlar iki tarafın da kabul edebileceği sinerjik bir çözüm elde edemediklerine göre Kazan/Kazan’ın daha da yüksek bir ifadesi olan “Kazan/Kazan Ya da Anlaşma Yok” yolunu seçebilirler. Anlaşma yok yönetimi, temelde şu anlama gelir: İkimizin de işine yarayacak bir çözüm bulamıyorsak, anlaşma yapmamak konusunda dostça anlaşırız; yani, ”Anlaşma Yok!”tur.
    5.    Önce Anlamaya Çalış, Sonra Anlaşılmaya
    Bu ilke insanlar arasındaki etkili iletişim anahtarıdır. Biri konuşurken dört düzeyde dinleriz. Bir; umursamıyor ve onu dinlemiyor olabiliriz. İki; dinliyormuş gibi yaparız. Üç; seçerek dinliyor, konuşmanın sadece belirli bölümlerini duyuyor olabiliriz. Dört; dikkatle dinliyor, ilgi gösterip enerjimizi söylenen sözlere yöneltiyor olabiliriz. Ama pek azımız beşinci düzeyi; empatik dinlemeyi yani kendisini karşısındakinin yerine koyarak dinlemeyi deneriz. Anlaşılmaya çalışmak ise Etos,     Patos, Lagos’un uyumu ile gerçekleşir. Bunlar ;
    Etos: Sizin kişisel inanırlığınızdır.
    Patos: Empatik yanınızdır, duygudur.
    Lagos: Mantıktır. Sunuşun, akıl yürüten kısmıdır.
      Empatiyle Dinlemek: “Önce Anlamaya Çalış” ilkesi çok esaslı bir paradigma değişimini gerektirir. Genellikle önce anlaşılmak isteriz. Çoğu insan karşısındakini anlamak amacıyla değil, yanıtlamak amacıyla dinler. Ya konuşurlar ya da konuşmaya hazırlanırlar. Her şeyi kendi paradigmalarının eleğinden süzüp başkalarının yaşamlarını kendi öz yaşamlarıyla özdeştirirler. 
    6.    Sinerji Yarat
    Sinerji ilke merkezli liderliğin özüdür. Sinerji, bir bütünün parçalarının toplamlarından daha büyük olması demektir. İki tahta parçasını bir araya koyduğumuz zaman, ayrı ayrı taşıyabilecekleri ağırlıktan daha fazlasını kaldırır. Bu bir sinerjidir. Kadın ile erkeğin dünyaya bir çocuk getirmesi de bir sinerjidir. Sinerjinin özü farklılıklara değer vermektir. Onlara saygı göstermek güçlü yanları üzerine inşa etmek, zayıf yanlarını telafi etmektir. Tabiatta herşey birbiriyle ilişki halindedir. İnsani ilişkilerde de farklılıklara dayalı, kusurları görmeyen, zayıflıkları telafi edici bir dayanışma sergilenirse, samimiyet derecesinin artmasıyla birlikte oluşan ve beraberinde gelişen bu sinerji sayesinde ortak problemler çok daha etkili bir biçimde analiz edilip çözülecektir. Japonların iş dünyasındaki başarılarının arkasında bu güç yatmaktadır.
    7.    Kendini Yenile
    Kendini Yenile (Baltayı bile) kendi kendimizi korumak ve geliştirmektir. Doğamızın dört boyutunu fiziksel, ruhsal, zihinsel ve sosyal yanlarını yenilemektir.” Baltayı bilemek” temelde bu dört yönlendirmenin hepsini birden ifade etmektir. Bunu yapmak içinde daha öncede bahsedildiği gibi proaktif olmak gerekmektedir. Bu yaşam boyu kendimize yapabileceğimiz en önemli yatırımdır. Biz kendi çalışmalarımızın aracısıyız ve etkili olup baltayı bu dört biçimde bilemek için düzenli olarak zaman ayırmanın önemini kavramak zorundayız.
Kendini yenilemek dört boyutta gerçekleşebilir:
    1. Fiziki (egzersizler, dengeli beslenme, stresten uzak durma)
    2. Ruhi (değerlerin belirlenmesi, belli bir hedefe kilitlenme, azim ve irade)
    3. Zihni (okuma, tahayyül, planlama, yazma)
    4. Sosyal/hissi ( empati ve sinerji, yani başkalarının hislerini anlama ve dayanışma)
       Sağduyu ve vicdandan kaynaklanan bütün bu prensiplerden sonra şu gerçeği de vurgulamak gerekir: En etkili insan, olgun insandır. "Yalnız Kahraman" olma hayaliyle ekip ruhunun çarpan etkisinden mahrum kalmak, değişim ve dönüşümlerin birbirini kovaladığı sürat çağında demode olgulardır. Yukarıdaki prensiplere uyup "etkili" bir hayat yaşayan insanın başarısız olmasına imkan olmadığı gibi, çevresine de katkısı aynı ölçüde etkili ve  pozitif olacaktır.

Piri Reisin Hayatı ve Eserleri, Prof. Dr. Afet İnan

Piri Reisin Hayatı ve Eserleri, Prof. Dr. Afet İnan, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1987
Piri Reis’in hayatı ve eserleri, eserlerin tarihi değeri ve çağdaşı olan eserlerle karşılaştırılması.
16. yy.da yapılmış olan Piri Reis’in Amerika Haritası ile Kitabı Bahriyesini incelemek için onun yaşadığı devrin tarihini hatırlamak; eserlerini nasıl bir siyasi ortamda meydana getirdiğini öğrenmek ve devrin diğer eserleri ile karşılaştırmak gerekmektedir.
Türk-Osmanlı tarihinin genel durumunu ele aldığımızda; 13. yy. da Türk-Selçuklu İmparatorluğu parçalanmaya boyun eğmiş; Anadolu’da ise Osmanlı Beyliği diğer beylikler arasında idare sistemi ile yerleşme olanağı elde etmiştir. Fetihler Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında 14, 15, 16. yy.da devam etmiş ve buralara kıyı olan denizlere hâkim olunmuştur. Türk İmparatorluğu Siyasi ve kültürel bir varlık haline gelmiştir. Doğu ve batıda üstünlük sağlanmış; ordunun ve donanmanın kuruluşu ve işlemesi belirli kurallara göre teşkilatlanmıştır. Eğitim ve fikir hayatı, güzel sanatlar, edebiyat, ekonomik hayat, iç ve dış ticaret de gelişme göstermiştir.
Genel çizgilerle özetlenen Osmanlı medeniyetini izleyen gerileme hareketi 1683 Viyana kapılarında başlamıştır. Bu yenilgiyi tetikleyen ise genel durumdaki ilerleyişin aksaması olmuştur.
Piri Reis; belirli bir devre içinde yaşamış ve eser vermiş bir Türk bilgini olduğu için 16.yy.ın genel karakterine değinmek gerekir. 16.yy.da Osmanlı devleti üç kıta üzerindeki sınırlarını genişletirken özellikle Gelibolu ve İzmit tersanelerine kurulan filolarla o devrin kudretli denizcileri Venedik ve Cenevizlilerle savaşmak zorunluluğu oluşmuştur. 15.yy.da sınırlar geniş olmasına rağmen denizlerde üstünlük tam sağlanamamış, ancak 16 yy.da Ege denizinden gayrı bütün Akdeniz’in önemli kısımlarına hâkim olunmuştur.
Piri Reisin hayatı; Akdeniz’de Osmanlı filolarından ayrı, Türk denizcilerin kendi hesaplarına donattıkları özel filoların birinde geçmiştir. Piri Reis; amcası Kemal Reisle beraber Afrika’nın kuzey kıyılarında bulunmuş, İspanya’ya kadar uzanmış ve orada yürütülen korsanlık hareketlerinde başarı sağlamıştır. Bu devirde, farklı ülkelerin kıyılarında egemenlik kuran Türk denizcileri de vardır. 16 yy.ın Türk denizcileri gerek korsan gerekse devlet hizmetinde olarak Karadeniz, Marmara ve Akdeniz’de egemen durumda olmuşlardır.
Coğrafya bilimi yönünden 15.yy.a kadar keşifler tarihi seyrini şöyle özetleyebiliriz:
Bazı rivayetlere göre 10.yy.dan itibaren İskandinavya gemicileri Amerika’nın kuzeyindeki İzlanda ve Grönland adalarına gitmiş oldukları söylenmiş ve yazılmıştır. Fakat bu bilgiler Akdeniz halkı tarafından üzerinde durulmamıştır. Rönesans devrindeki Ptoleme ve Eratosten’in dünyanın yuvarlaklığı hakkındaki tahminleri Ortaçağ Avrupa zihniyetine göre kabul edilemezdi. Yine de yanlış hesaplamalara göre de olsa Asya’nın doğusuna deniz yolu ile gidileceği düşünülüyordu.
Ticari ve ekonomik sebepler sonucunda Portekiz ve İspanyol gemicileri okyanuslara açılarak Batı yönünden, ticaret yaptıkları ülkelere ve Asya’ya ulaşmak istemişlerdi. İspanyol ve Ceneviz gemicileri bu yerlere açık denizlerden gitmeyi denemişlerdir. İşte bunun neticesi de yeni bir kıta olarak Amerika’yı keşfetmek olmuştur. Kristof Kolomb’un 1492’de başlayan ve 1504’e kadar dört seferde ulaştığı yer, okyanusları geçerek ulaşmak istediği Asya kıtası yerine Amerika kıtası olmuştur. Bu kıtayı 1507 ‘de Alsaslı Martin Waldsemiller, Amerigo Vespucci adına tanıtmıştır. Ancak, bu bilgilere karşılık yeni keşfedilmiş sanılan yerlerle ilgili bilgi başka kaynaklarda da verilmektedir. Ortaçağda 14.yy.da Doğu İslam âleminin dünyayı daha iyi tanıdıklarına delil olan haritalar vardır. Keşifler tarihini son yy.da işlendiği gibi sadece adları bilinen bu gemicilere atfetmemek gerekir; ancak Kristof Kolomb ve Amerigo Vespucci daha geniş anlamıyla kıtayı tanıtmış ve toplu halk kitlelerinin göç etmesine vesile olmuşlardır.
Doğum tarihi kesin bilinmeyen Piri Reis 1465–1470 yılları arasında Gelibolu’da dünyaya gelmiştir. O dönemde Gelibolu, Türk deniz üssü idi. Adı Muhiddin Piri konan bu Türk çocuğunun babası Hacı Mehmet’tir. O zamanın meşhur denizcilerinden Osmanlı Devletinin Akdeniz amirallerinden Kemal Reisin kardeşinin oğludur.
Çocukluğunu Gelibolu’da geçiren Piri, çocukluk yaşını aştıktan sonra amcası Kemal Reis’in gemilerinde bulunmuş, denizci olmaya aday, dikkatli bir gözlemci, eserleri ile tarihte yer alacak bir bilim adamıdır. Ondört yıla yakın bir zaman içinde aralıksız amcasının hem korsanlık hem de devlet hizmetinde iken tüm seferlerine katılmıştır.
Kemal Reisin korsanlık hayatına atılması 1481 yılından sonradır. O dönemde leventlerine baş olmuş, 13–14 yıl Akdeniz’de ün salmıştır. 1487–1493 yılları arasında Piri Reis, Akdeniz’in batı sahillerinde bulunmuş ve adaları hakkında esaslı bilgiler vermiştir. 1490–1491 yıllarında kış mevsimini Bona limanında geçirirken yaz aylarında Sicilya, Sardunya ve Korsika adalarına, Fransa sahillerine Piri Reis’inde katıldığı seferler yapmışlardır. 1493’te Tunus’ta bulunduklarını “Bahriye” kitabında kaydetmiş, her açıkladığı yerin haritasını çizmiştir. Bu kitapta; Kristof Kolomb’un Amerika hakkındaki haritasını bu yıllarda ele geçirmiş olduğu da yazılmıştır. (1493–1498)
1499–1502 yıllarındaki deniz savaşlarında bir savaş gemisi kumandanı olarak Piri Reis resmen görev almış ve Venedik deniz kuvvetleri ile yapılan savaşlarda (1500–1502) bulunmuştur. 1511’de Kemal Reisin ölümünden sonra belli bir müddet Gelibolu’ya gitmiş ve orada ilk eseri olan dünya haritasını telif ederek hazırlamıştır. Amerika’ya ait olan kısımda bunun bir parçasıdır. Aynı zamanda da “Bahriye “ kitabı için tuttuğu notları düzene sokmuştur. 1516–1517 yıllarında Mısırı fethetmek için yapılan deniz seferlerinde kumandanlık yapmış, Kahire’ye Nil yolundan giderken bu kısmın haritasını yapmıştır. 1520–1524 yılları arasında büyük fetihlerde padişahlarla birlikte bulunmuş ve Sadrazam İbrahim Paşa aracılığı ile “Bahriye” adlı kitabını Sultan Süleyman’a takdim etmiştir. Piri Reis’in 1526 yılına kadar olan yaşantısını “Bahriye adlı kitabında okuyabiliriz. Tarihte, Kızıl, Umman denizleri ile Basra Körfezi donanmalarında bulunmuş bu seferlerin başında ihtiyarlamıştır. Piri’nin hayatı Osmanlı İmparatorluğunun Mısır eyaletinde 1554 yılında son bulmuştur.
Piri Reis’in hayat hikâyesinin kaynağı olan “Bahriye” kitabı başlı başına bir inceleme konusudur. Bu kitapta Piri, o zamanlar Ege ve Akdeniz kıyılarında bulunan şehir ve memleketleri tarif ederek resim ve haritalarını (portulan) yapmış, Aynı zamanda denizcilik ve gemicilik için de önemli bilgiler vermiştir. Bu kitap bir deniz kılavuzudur.
Piri Reis o sıralarda elde edilebilecek kaynakların hemen hepsine başvurarak elimizde yalnız bir parçası bulunan dünya haritasını çizmiştir. Bu haritayı yapabilmek için 34 kadar haritadan yararlanmıştır. Piri Reis elindeki kaynaklara dayanarak bir dünya haritası oluşturmuş olsa da elimizdeki,  Avrupa ve Afrika’nın kısman batı sahilleri ile Atlas Denizi’ni ve Orta Amerika ile Güney Amerika taraflarını kapsayan parçadır. Harita deri parşömen üzerine renkli olarak yapılmıştır. Enlem, boylam, derece dökümleri yoktur. Biri kuzeyde diğeri güneyde 32’li birer rüzgârgülü vardır. Haritanın büyüklüğü 90x65 cm.dir. Bu portulan renkli resimlerle süslüdür. Portekiz, Merakeş ve Gine merkezlerinde birer hükümdar resmi konmuştur. Afrika kısmında bir fil ile deve kuşu, Güney Amerika’da Lama ve Puma resimleri yapılmıştır. Denizde ve sahillerde birçok gemi resimleri bulunmaktadır. Haritanın gerek kara gerekse deniz kısımlarında bazen resimlerle ilgili, bazen de müstakil olarak metinler yazılmıştır. Bu harita Piri Reis’in birinci dünya haritasından Amerika kısmını kapsamaktadır.
 Piri Reisin ikinci dünya haritası Kuzey Amerika haritasıdır. Bu haritanın elimizde bulunan kısmı bütün haritanın üst ve sol parçasından bir köşesidir. Büyüklüğü 68x69 cm.dir. Kenarlarına renklerle süsler yapılmıştır. Harita tekniği bakımından bu devrin deniz haritalarının en ileri bir örneği sayılan bu eserde rüzgârgülleri ve yönleri çok sık çizilmiştir. Bu haritanın kapsadığı kısım Atlas Okyanusunun kuzeyi ile Kuzey ve Orta Amerika’nın o sıralarda yeni keşfolunmuş sahilleridir. Bu haritada birinci haritasında Kristof Kolomb’un haritasına itimat ederek yanılmış oldu yerleri yeni keşifleri dikkate alarak doğru olarak tespit ettiği görülüyor. Piri Reis, bu haritada keşfedilmiş yerleri gösterdiği halde o zaman henüz keşfedilmeyen tarafı hiç çizmemiş ve haritanın üzerinde buraları beyaz bıraktıktan sonra, bu yerlerin bilinmediğinden dolayı çizilmediğini açıklamıştır. Bu suretle Piri haritasını çizerken bilim metotlarının kurallarına göre hareket ettiğini bir kere daha ispat etmiştir.
Piri Reis’in haritasını yaşadığı devirlere öncülük eden zamanındaki eserlerle, ondan sonraki haritalarla karşılaştırabiliriz. Haritacılık tarihinde “portulan “ denilen deniz kılavuzu niteliğindeki haritalar 11.yy.dan beri yapılmaya başlanmıştır. Ancak Piri Reis’in haritaları ile karşılaştırabileceğimiz eserler 15 ile 16.yy.daki eserlerdir. Avrupa’da bunun için örnek belge Adamus Bremnesis’in eserinde rastlanır. Sonra 12.yy.da yapıldığı sanılan “Pisane” denilen harita gelir. 14.yy.da tarihi bilinmeyen haritalar ortaya çıkmıştır. İlk olarak 1320 tarihli Pietro Vescontin’in portulanı vardır. Buna Marino Sunudsu’un “Liber Secretarum Fideium Cirucis” adıyla yazdığı kısım eklenmiştir. Piri Reis’ten başka diğer müelliflerin dünya haritasını ve bu arada Amerika kıtasının gösterilme şeklini karşılaştırdığımızda 14.yy.dan beri yapılan portulan ve kılavuzlarda “Brasil” adasından bahsedildiğini görmekteyiz. 1414’te ise Cipangu adı ile Antiliya adası gösterilmektedir.1474 ile 1482 arasında Toscanelli’nin Kristof Kolomb’a  bir portulan gönderdiği rivayet edilir. Ancak bu belgeler elde değildir. Bu portulanda yazdığı söylenen sözlerden özellikle birçok gidenlerin tanıklığına göre batıya gidildikçe hiç tehlikesiz olarak Asya’ya ulaşılacağı bildirilmiştir. Amerigo Vespucci’nin Amerika’nın yeni bir kıta olduğunu mektup ile haber vermesiyle bu bilgi bütün dünyaya yayılmıştır. Böylece Amerika’nın 16.yy.ın ilk yarısında dünya coğrafyacıları tarafından yeni bir kıta olarak dikkati çektiği ve haritalarının yapıldığı görülmektedir. 1500–1550 yılları arasında yapılmış haritalardan bazılarını tarih sırasına göre birbirleri ile karşılaştırdığında, Amerika’nın keşif tarihi için Piri Reis’in haritalarının tarihi kaynak olarak değerleri daha çok anlaşılmaktadır.

Liderlik ve Yönetim, Isabel Werner

Liderlik ve Yönetim (Orj. Leadership Skills for Executives), Isabel Werner, Rota Yayın, 1993, İstanbul
Yönetsel liderlik modeli bağlamında yönetici liderlere tavsiyeler.        
  Eser, on dört bölümden oluşmaktadır.
(1)     Yönetimde Liderlik: Karlılık Temeli:
            Yönetim, idare ve liderlik kavramları aynı sanılır, ancak bunlar arasında farklar vardır. Yöneticinin görevi, yapılması gerekeni saptadıktan sonra, seçtiği metot ne olursa olsun işin yapılmasını sağlamaktır. İdarecilerin yaptıkları iş yöneticilerinkinin bir üst seviyesi sayılabilir; bir diğer deyişle, idareciler organizasyona kuş bakışı bakması gereken üst seviye yöneticilerdir. Liderlik ise astlar üzerinde güç sahibi olma değil, onları etkileme sorunsalıdır. Bu bağlamda, başkalarına yöneticilik ve idarecilik yapma üstten sağlanan bir yetki ve hak olarak nitelendirilebilir iken, liderlik kişiye çevresi tarafından verilen bir armağandır. Kesin ve kapsayıcı tanımını yapmak zor olmakla birlikte, liderlik örgütsel hedeflere ulaşmak için insanların gönüllü olarak çabalamalarını teşvik eden bir etkileme süreci olarak tarif edilebilir. Kısaca, yöneticiler insanları yönetirken lider onları yönlendirendir. Bu tanıma göre, dört değişken liderlik sürecinde ön plana çıkar: yöneticinin kişiliği, grubun kişiliği, liderliğin uygulandığı durum ve örgütsel faktörler.
    (2)     Elli Yedi Çeşit Lider:
           
Yönetsel liderlikte, başarıya götüren tek bir reçete veya izlenecek formül yoktur. Liderlik, yöneticiliğe oranla daha sanat ağırlıklı bir süreç olduğundan, birçok lider türü üretilmiştir. Biçimsel ve bürokratik organizasyonlarındaki liderlik farklı olduğu gibi, liderliğe psiko-analitik bakış açısı da birçok değişik lider tipine işaret eder. Bu nedenle, yönetsel liderliği mutlak kavramlara açıklamaya çalışmak beyhude bir çabadır. Ancak unutulmaması gerek husus, liderin kişiliği köklü bir şekilde oturduğu için değiştirilmesinin zor olduğudur. Liderlik nitelikleri birbirinden çok farklı örgütlerde benzerlik gösterebilse de, her örgütün gerektirdiği kendine özgü liderlik nitelikleri de bulunmaktadır. Zeka, beceriklilik, empati, etkili motivasyon ve iletişim gibi evrensel olarak tanımlanan nitelikler her zaman değerli olmasına rağmen, her örgütte farklı tarzlarda uygulanması gerekliliği yadsınamaz bir gerçektir. Bu noktada ortaya çıkan sonuç: liderin hangi özelliğe sahip olup olmadığından çok, hangi davranış veya özelliklerin gruba muhtemelen çekici veya itici geleceğinin daha önemli olduğudur.  Bu nedenle, etkili liderliği araştırırken, liderin soyut niteliklerine yönelmekten ziyade, liderin etkilemesi gereken grup ya da kişilerden yola çıkmak daha doğru bir anlayış olarak ön plana çıkmaktadır.

(3)     Liderlik Araştırmaları:
                Liderler kendilerini istatistik bilgileriyle boğan araştırmalardan sıkılırlar; çünkü, bu araştırmalar onlara günlük problemlerini çözme konusunda çok da yardımcı olmazlar. Gene de, bazı araştırmalar liderin başarılı olması konusunda yararlı fikirler ve bağlantılar sunmaktadır. Michigan araştırmaları bir nezaretçinin verimliliğinin başlıca beş boyutu olduğunu ortaya koymuştur: rol tanımı, çalışma grubuna yaklaşım, nezaretin yakınlığı, grup ilişkilerinin kalitesi ve üstlerin uyguladığı nezaretin türü. Ohio araştırmaları ise yöneticiliğin iki boyutuna dikkati çekmişlerdir: dikkate almak ve yapıyı esinlendirmek. Fred E. Fiedler ise etkili liderlik için üç değişkenin önemine değinir: lider-üye ilişkileri, görev yapısı ve konum gücü. Abraham Zaleznik ise liderliğe psiko-analitik bir paradigmayla yaklaşmış ve liderin kişilik özelliklerinin üzerinde durmuştur. W.J. Reddin, Paul Hersey ve Robert Blake gibi bazı araştırmacılar ise bu yaklaşımlara sentez oluşturacak bakış açılarıyla liderliği ele almışlardır.
    (4)     Makro Faktörler:
            Akademik çalışmalar genellikle liderlik üzerinde mikro seviyeyi ön plan çıkarmış ve liderliğin makro yönünü ihmal etmişlerdir. ABD’de yapılan araştırmaların başka ülkelerde farklı sonuçlar vermesi, liderliğe makro bir yaklaşımın önemini ortaya koymaktadır. Liderlik kültüre, zihniyete, topluma, felsefeye, organizasyona ve beceri bileşimine bağlı olarak değişen bir kavramdır. Zihniyet toplumda kabul gören görüşleri ifade ederken; tembelliği günah olarak niteleyen ve çalışkanlığı ön plana çıkaran Amerikan Puriten Ahlakı ABD’deki liderlik anlayışını derinden etkilemektedir. İnsanın doğasına ait görüşler (“insanlar iyidir” veya “insanlar kötüdür”) liderliğe yaklaşımı değiştirmektedir. Özetle, lider davranışlarını büyük ölçüde etkileyen yukarda bahsi edilmiş makro faktörler liderlikle ilgili çalışmalarda göz ardı edilmemelidir.
    (5)     Mikro Faktörler:
             Yöneticiye liderlik yapması için değil, örgütsel hedefleri yerine getirmesi için para ödenir. Liderlik bunu başarmak için kullanılabilecek araçlardan yalnızca biridir.  Aslında, yöneticinin görevlerine ilişkin tariflerin birçoğu liderlikle doğrudan ilgili değildir.  Yöneticiye gerekli olan husus, tepki göstermesi gereken problemlerle başa çıkabilmek için bir dizi strateji geliştirebilmesidir. Örneğin, organizasyonlarda çıkması muhtemel çatışmalarda yönetici müzakere tekniklerini kullanarak olayı çözümlemeye çalışabilir. Bu stratejilerin başarıya ulaşabilmesi ise yöneticinin kendini ne kadar tanıdığı ve personeli tarafından nasıl algılandığıyla direk ilişkilidir. Algılamalardaki olumsuzluklar, yöneticinin tutumlarını dolayısıyla örgütün başarısını etkileyecektir.
    (6)     Örgütsel Gerçeklikler:
                 Her firmada işlerin işleyişi ile ilgili bir ideal görüş, bir de gerçekte uygulanan hususlar vardır. Yönetici-lider bu ideal resim ile personelin kendine göre uyguladığı prosedürler arasında sıkışıp kalırsa, başarılı olması çok zordur. Organizasyonlardaki resmi otorite ve gerçekte gücü elinde bulunduran kişi arasında farklılık olabilir. John French ve Bertram Raven’e göre gücün değişik tipleri bulunmaktadır: konum gücü, ödül ve ceza gücü, uzmanlık gücü, ilgi gücü ve sosyal güç. İdealdeki otorite ve pratikteki güç sistemleri arasındaki dengeyi sağlamak yönetici-liderin başarılı olması için dikkate alması gereken faktörlerdendir.
    (7)     Yönetsel Liderlik Modelinin Seçilmesi:
                 İdeal dünyada yönetim becerileri ile liderlik yetenekleri bir aradadır. Ancak, pratikteki dünyada ekonomik hedefler çoğu firmada öncelik kazandığı için, liderlik özelliklerinden çok yönetim ustalığı ön plana çıkmaktadır. Hem yöneticilik hem de liderlik özelliklerini ortaya çıkarmak için yeni bir yönetsel liderlik modeli oluşturulabilir. Bu modelde yönetici-liderde olması gereken özelliklerden birkaçı: yöneticinin ilk harekete geçirici olması, insanları gayrete getirmesi, kaynak uzmanı olması, amirlerini etkileyici olması sayılabilir. Bir kaldıraç olan liderliğin iki yüzünü stil ve davranış kalıpları oluşturur. Liderlik stili yöneticinin liderlik işlevini yerine getirirken gidermeyi düşündüğü kişisel ihtiyaçlardan çıkar. Davranış kalıpları ise günlük eylemlerini kendiliğinden belirleyen özelliklerdir. Örneğin, stil otokratik ise, davranışlar da hükmedici ve direktifçi olacaktır. Uygun liderlik modelini seçme, yöneticinin kendisini, etrafındakileri ve durumu iyi algılayabilmesine bağlı olarak, bir evrim ve gelişme sürecidir.
    (8)     İnsanları Anlamak:
                 Personeli motive etmek ve onlarla iletişim içinde olmak için, yöneticinin öncelikle beraber çalıştığı kişileri anlaması gerekmektedir. İnsanlar birçok bakımdan farklı olmalarına rağmen, doğaları ve ihtiyaçları bakımından birbirlerine oldukça benzerler. Aslında, insanların yapılardaki farklılık genellikle nitel değil niceliksel açıdandır. Ekonomik ihtiyaçlar bir kenara bırakıldığında, iş dünyasında önem taşıyan insan ihtiyaçları psikolojik ve toplumsal kaynaklıdır. Psikolojik ihtiyaçların bir kaçı: farklı olma, kendini ifade ve gelişme ihtiyaçlarıdır. Sosyal ihtiyaçlar ise: dikkat ve onay, aidiyet ve uyum ile katılma ve katkıda bulunma ihtiyaçlarıdır. İnsanların farklılığı ve ihtiyaçlarıyla başa çıkabilmek için yöneticinin yapabilecekleri şunlardır: tanrı rolü oynamamak, kalıplara takılmamak, insanları olduğu gibi kabul etmek, geri beslemeye duyarlı olmak ve davranışları incelemek. 
         (9)     İnsanları Esinlendirmek:
                 İşadamları kendileri için gerçekten çalışacak insan bulmakta zorluk çektiklerini dile getirirler. Bir kişiye ortalama seviyede iş yaptırmak için ödül-ceza sistematiği yeterlidir. Ancak, üstün performans için gerekli olan ‘kişinin kendi kendini dürtmesi’ durumunu çok az yönetici sağlayabilir. Yönetici ile birlikte çalışan iki kişi, onun için salt emek harcayan beş kişiden daha faydalıdır. Bilimsel yaklaşımlardan önce, kişi başkasını motive etmek için dört etkeni kullanmakta idi: zorlama, göz boyama, kazanç ve özen gösterme. Ancak, zamanla davranış bilimleri motivasyon hususunda önemli bulguları ortaya koymuştur. Douglas McGregor’un X ve Y teorileri, Abraham H. Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisi, Frederick Herzberg’in hijyenik ve motive edici faktörleri, Chris Argyris’in geleneksel örgütsel prosedürleri eleştiren yaklaşımı ve Warren G. Bennis’in açık sistem anlayışı bu bulguların en önemlileridir. Motivasyon konusunda dikkatli olunması gereken hususlardan birisi yüksek moralin yüksek üretkenlikle eş anlamlı olmadığıdır. Yönetici, motivasyonu bireysel amaçlarla organizasyonun amacını dengeleme üzerine yönlendirmelidir.
    (10)     İnsanları Geliştirmek:
                 Eleman geliştirmenin amacı insanları yalnızca yönetici için çalışan bir birey olmaktan çıkarıp, işlerine yeni bir anlam yükleyebilmektir. Bunu gerçekleştirebilmek için dört kritik alan öne çıkmaktadır: performans hedefleri saptamak (amir görüşlerini dayatmamalı, elaman çok fazla ve çok yüksek hedefler koymamalıdır), yönlendirme (amacı elemanı çevresiyle daha uyumlu bir kişi haline getirmektir), yetki devretme (otorite, özerklik, hesap sorulabilirlik önemli kavramlardır) ve performans/gelişim değerlendirmeleri (performans değerlendirmeleri doğası gereği rekabetçi iken, gelişim değerlendirmeleri kişisel olduğu için başkalarıyla karşılaştırılmamalıdır).
         (11)     İletişim Yoluyla İşbirliği:
                 Yönetsel liderlikte motivasyonun rolü personeli esinlendirmek, iletişimin rolü ise insanlara olağan ile olağanüstü arasındaki farkı gösterebilmektir. İletişimin mekanik bir tarafı olduğu gibi insani süreci de vardır. Teknik veya mekanik taraflarına fazla odaklanılan iletişim insani yanını kaybettiği için başarısızlıkla sonuçlanabilir. Bu nedenle, yönetici-lider iletişim mekanizmasının ayrıntılarından ziyade iletişimde gerçekten neler olup bittiğine dikkat etmelidir. William Haney’in iletişimde anlaşılabilirliği artırmak için öne sürdüğü önerilerden birkaçı: İyi ayrım yapanlar iyi iletişim yapar (kendimize davranılmasını istediğimiz gibi davranmak her zaman en iyi iletişim yöntemi olmayabilir; iletişimde muhatabın kişiliği ve beklentilerin farkında olarak hareket etmek daha uygun bir metot olabilir), kelimelere çok fazla güvenmemek gerekir, mesajlar alıcının mantığına göre düzenlenmelidir, iletişim karşı taraf açısından değer taşıyan bir şey içermelidir; son olarak, tarz anlamdan daha önemlidir.
        (12)     Gerilimlerle Başa Çıkmak:
                 Yönetici de bir insandır ve çoğunlukla personelinden daha zorlayıcı streslere maruz kalır; bu nedenle, yöneticinin stresin iç dinamiklerini algılaması önem arz etmektedir. Yöneticinin strese verdiği tepki üç şekilde olabilir: saldırı, kaçma ve kendini kandırma. Yönetici, stresleri kişisel, sosyal ve ahlaki açılardan kabul edilebilir bir tarzda azaltmaya çalışmalıdır. Uyumlu yönetici stresi nasıl yönetmesi gerektiğini bilen yöneticidir. Bunu gerçekleştirmek için bütün durumları kontrol etmek gerekmez; gerçekçi bir şekilde insani sınırlar içerisinde yapılabilecek iş sınırını belirlemeyi öğrenmek daha önemlidir. Hedefler, insanı geliştirmeye yönelik iken, çok zorlayıcı hedefler belirleyerek hem şahsi hem de organizasyon kaynaklarını gerektiğinden fazla kullanmak iyi yöneticilikle bağdaşmaz.
         (13)     İş Ahlakı:
                 Yönetici kendi ahlaki davranış kurallarını genel geçer standartların ışığında biçimlendirmelidir. Günümüzde ekonomik başarıyı tamamen göz ardı edecek bir tavrın kabul göreceğini beklemek yanlış olmakla beraber, iyi bir yönetici kendisine sadece ekonomik başarıyı hedef olarak koymaz. Kıt kaynakların bulunduğu dünyamızda, toplumsal dengeye ulaşılabilmesi için bireylerin başkalarına karşı olan sorumluluklarının farkında olması gerekmektedir. Toplumsal anlaşmaya varma yolunda ortaya çıkan etiksel ilkeler: birincil ilke, insanların iyiyi yapabileceği ve kötüden kaçınabileceğidir; ikincil ilkeler, iyiyi yapmak ve kötüden kaçmaktan bir adım ilerde bulunan detaylarda saklı olan değerlerdir (firmaya faydalı olacak olsa bile muhtemel riskleri olan psikolojik testler kişiler üzerinde uygulanmalı mı?); ve üçüncül ilkeler: daha karmaşık konuları kapsar (küçük bir firmanın personelini işten atmamak için elemanlarına asgari ücretin altında maaş vermesi ahlaki midir?). Kıdem arttıkça yöneticinin sadece ayrıcalıkları değil toplumsal sorumlulukları da artmaktadır. Ahlaki yönden dengeli bir yönetici olmak için esas olanla geçici olanı birbirinden ayırt edebilmek için sağlam temeller üzerine bina edilmiş bir öncelik sırasına sahip olmak gerekmektedir.
         (14)     Yönetici Lider: Değişimin Katalizörü:
                 Geleceğe yönelik üç şey kesindir: gelecek geçmişten çok farklı olacaktır; gelecek günümüzden de önemli ölçüde farklı olacaktır; ayrıca gelecek beklediğimizden de oldukça farklı olacaktır. Bu nedenle, gelecekteki değişmeyi ön görmeye çalışma yerine, yenilikçilik ihtiyacı ve yönetsel liderliğin bu değişimi başlatabilme rolüne odaklanmak daha uygundur. İnsanlar doğaları gereği yenilikçi değildir ve bunun organizasyonlardaki yenilikçilik eksikliğine yansıması üç faktörden kaynaklanmaktadır: örgütün felsefe ve üslubu, işçinin kişiliği ve arkadaş baskıları. Yönetici, hem kendisinin hem de personelinin yaratıcılığını artırmak için zaman, düşünce, yetenek ve davranış kullanma becerisi unsurlarını sorgulamalıdır. Kendini yenilemeyen organizasyonlar ölmeye mahkumdur; ancak hızlı ve gereksiz bir şekilde yapılan yenilikler de statükoculuk kadar tehlikelidir. Dengeli bir değişim için sıralanan bazı öneriler şunlardır: değişimi mümkün olduğunca mevcut sistemin üzerine bina edin, yalnızca amaçlanan sonuçların gerektirdiği kadar değişiklik yapın, uygulamanın aşamalarını büyük bir özenle planlayın ve değişim kendini kanıtlayıncaya kadar yakından izleyin.

Marifimiz ve Servet-i İlmiyemiz, Tüccarzade İbrahim Hilmi

Marifimiz ve Servet-i İlmiyemiz, Tüccarzade İbrahim Hilmi, T.C.Kültür Bakanlığı, 2000,Ankara
Avrupa devletlerinin gerisinde kalma nedenlerimiz incelenmiş, çözüm önerileri getirilmiştir.                       
       Balkan Harbi’nde millete çöken yeis ve ümitsizliği izale etmek ve ahlaki, içtimai, idari, askeri, siyasi bütün karışıklıkların esasını araştırmak, iki asırlık kötü idaremizi ilan ederek millette bir uyanış hissi oluşturmak üzere Çatalca müdafaası esnasında başlatılmış olan Kitaphane-i İntibah külliyatında 1913 yılında yayınlanan bir kitaptır. Bu kitapta Tüccarzade İbrahim Hilmi Avrupa devletlerinin gerisinde kalma nedenlerimizi incelemiş ve çözüm önerileri getirilmiştir. Böylece İbrahim Hilmi Batılılaşmamıza yön verenler arasında bulunur.
       Yalnız bizi değil  bütün İslam memleketlerini en şiddetli zelzelelerden , harp ve kasırgalardan daha çok sarsan, daha çok tahrip eden şey var ise onun da umimi cahaletimiz ve eğitimsizliğimiz olduğunu, asırlarca boyunduruğumuz altında yaşayıp da sonradan istiklal kazanan ve başımıza en büyük musibet ve felaketleri getiren unsurların üstünlük sebepleri , onların maarife verdikleri ehemmiyetle, bizim bu hususta gösterdiğimiz rehavet olduğunu, Osmanlının orduya ve donanmaya ehemmiyet verdiğini, fakat maarife hiç ehemmiyet vermediğini, Eğitim bakanlığına asla ehil bir adam aranmadığını, küçük Balkan devletlerini yücelten yeğane sebebin öğrenime verdikleri önem olduğunu belirtmiştir.
       Yazar diğer batı ülkelerinin eğitim bütçelerini Osmanlı ile kıyaslayarak konuya açıklık getirmeye çalışmış ve kitabında Milli Eğitimimizi; Milli Eğitim Bakanlığı, Mekteplerimiz, Mektep hayatı, Öğretmenler, Proğramlarımız ve ders kitaplarımız, Kütüphanelerimiz, Yayınlarımız, Resmi matbaalarımız, Tiyatrolarımız, Edebiyat ve musuki, Müzelerimiz ve Oyunlarımız  başlıkları altında incelemiş ve değerlendirmelerde bulunmuştur. Kitabı şu şekilde özetleyebiliriz;
       Milli Eğitim Bakanlığı :
       Milli Eğitime yeterli önemi vermememizden bahsederek Bulgaristan, Romanya, İspanya gibi ülkelerle bizim eğitime ayırdığımız bütçeyi kıyaslamakta bizimdiğerlerinin çeyreği, yarısı veya daha azı olduğundan bahsedilmektedir.
       Mekteplerimiz : 
       Okul seçimlerinde yabancı okullarının tavsiye edildiğinden bahsederek bizim okulların eğitim kalitelerinin yeterli seviyede olmadından bahsedilmektedir. Öğretmenlerin eğitim seviyelerinin yetersiz seviyede olduğu belirtilerek çocukları yeme, içme, giyim, kuşam, hal ve hareketlerine bizde hiç dikkat edilmediği, okulların eğitim vermeye uyğun şartlara sahip olmadığını batıda ise okulların saray gibi olduğunu bahsetmekte, bunun da onların eğitime verdikleri önemi gösterdiğini belirtmektedir.
        Mektep Hayatı :
        Bizde okul hayatına yeterli önemin verilmediğini belirterek,okullarda karmakışık ders okutulduğunu, masa ve sıraların olmadığını, Batı ülkelerinin ise okullarının pırıl pırıl ve yardımcı malzemelerinin tam olduğunu, çocuklarında iteat ve intizamın hat safhada olduğunu belirtmektedir.
        Öğretmenler :
        İstikbali kurtaracak ordunun öğretmenler ordusu olduğunu,askarlerin olmadığını belirtmekte, Bizde öğretmenliğin bir meslek, bir sanat olarak tanınmadığını belirtmekte, Batıda en  mükemmel esrleri meydana getirenlerin çoğunlukla o ilim ve fende uzun seneler hocalıkyapan profesörlerin olduğunu belirtmektedir.
        Proğramlarımız ve Ders Kitaplarımız :
        Eğitim sistemimizde esaslı bir ders proğramının takip edilmediğini, Batı milletlerinin ise tedrisat proğramına son derece itina gösterdiğini, bizde eğitim proğramları hazırlanırken bu proğramlara menfaat kaynaklı kitap listelerinin dahil edildiğini belirtmektedir. 
        Kütüphanelerimiz :
        Hiçbir milli kütüphanemizin, okuma salonumuzun olmadığını, Avrupa ve Amerikanın ise birçok kurumlarında umumi ve milli kütüphanelerinin olduğunu, ve hatta birçok meslek sahibinin bile özel kütüphanesinin olduğunu belirtmiştir
        Yayınlarımız :
        Teorik ve pratik bilgilere ait yayınların bizde pek olmadığını, yayınları bu azlığı aydın ve düşünür beyinlerin de azlığına devletlerin ileri gelenlerin kıtlığına işarat olduğunu belirtmektedir.
         Resmi Matbaalarımız :
        Resmi matbaalarımızda yolsuzluklar ve mantıksızlıklar olduğunu belirtmekte, matbaacılıkta ise devlet adına ticaret yapıldığını, gelir getirmek için vasıta olarak kullanıldığını belirtmiştir.
        Tiyatrolarımız :
        Birkaç defa karagöz tarzı oyunlara gittiğini belirterek tiyatromuzun sanattan uzak olduğunu oralarda adi ve terbiyesizce sözlerin kullanıldığını, Batı’ da ise tiyatroların milletin fikri ve ruhi terbiyesine pek büyük hizmet ettiğini, milli hislerimizle hiçbir alakası olmayan Ermeni, Rum, Musevi ve Kıpti kadınlara tiyatroda muhtaç kaldığımızı bunun da bizi tiyatroda millilikten uzaklara götürdüğünü belirtmiştir.
        Edebiyat ve musuki :
        Edebiyat ve musukimizin Batı’ nın enğin genişliği karşısında zayıf kaldığını, Ecnebi lisanlarını öğrenenlerin bir daha Türkçe kitabı eline almayı istemediğini belirtmiş, geçmişte eserlerin anlamsız, şiirlerin faydasız divana sahip olduğunu, batı müziğinin insanın ruhunu okşadığını, bizim musikimizin ise keşmekeş içinde olduğunu belirtmiştir.
        Müzelerimiz :
        Batıda müzelere önem verildiği için okullara varıncaya kadar birer müze meydana getirildiğini, bu muzelerin de eteorik ve pratik bilimlerin tahsilini kolaylaştırdığını, bizim fakirliklerimden birinin de müzelerimizin olmayışını belirtmiştir.
        Oyunlarımız :
        Oyunların sağlığı korumak için gerekli olduğunu, Batıya mahsus oyunları kabul etmemiz gerektiğini, özellikle jimnastiğin herkes tarafından uyğulanması gerektiğini, çocuklara sporla daha küçüklükten itibaren askeri eğitim verilmesi gerektiğini, genç kızlarımızın spordan çok uzak olduğunu, tenis kriket, jimnastik gibi sporları yapmaları gerektiğini belirtmektedir.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Celali İsyanları, Mustafa Akdağ

Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası (Celali İsyanları), Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Barış Yayın Evi,1999, Ankara
Osmanlı tarihine “Celali İsyanları” olarak geçen olayların 1500-1603 tarihleri arasındaki bölümünü incelemiş ve detaylarıyla aktarıştır.       
            Kitabın giriş bölümünde; olaylarla ilgili genel bilgiler verildikten sonra, bu olayların içerisinde yer alan gruplar tanımlanmıştır. 
           Bunlardan birincisi; yaşanan ekonomik sıkıntılar neticesinde ağır vergiler altında ezilen köylülerden çiftini bırakarak tarlasını terk edenlerin (çift bozan) oluşturduğu Levent –Sekban birikintileridir. Başlangıçta padişah tarafından seferlere çağrılan bu insanların sayısı daha sonraları Ordunun ihtiyacından çok aşkın hale gelmiştir. Vezirlerin, beylerbeylerinin, sancak beylerinin kapılarına yazıldıklarında “Sekban”  adını alan bu grup, başıboş olduklarında ise “Levent” adını almaktaydı.
           İkincisi; kadılar, mahkeme görevlileri, medreselerin öğretim üyeleri, cami hizmetlileri, müftüler gibi “Ehl-i Şer” kapsamına girmeyip hükümetin özellikle İstanbul dışındaki her türden işini doğrudan doğruya kendileri yapan, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün idareci kesim, yani memur olan “Ehl-i Örf” grubudur. İşte levent-sekban grupları, bunların etrafında birikiyorlardı, içlerinden kanun ve şeriat denetimini hiçe sayanlar ”Celali” ve onları yola getirmek için peşlerine düşenler ise “Devriye Bölükleri” ya da “Muhafaza” güçleri adlarıyla anılıyorlardı. 
           Üçüncüsü; imaretlerde (öğrenci yurdu) ve medreselerde büyük bir öğrenci yığılması olmuştur. Buna karşı öğrenimlerini bitirenlere iş verilememesinden dolayı büyük ruhsal ve maddi bunalım içine düşen, başlangıçta ahlak dışı olaylara girişen, sonraları ise halkın malına ve canına kasteden kitleler olarak dikkat çeken medrese öğrencilerinin oluşturduğu “Suhte” grubudur.
           Dördüncüsü; toplu gruplar halinde dolaşarak halktan zorla para erzak vs. toplayan yeniçeri ve acemi oğlanı kıyafetine bürünmüş kimselerdir ki içlerinde gerçekten padişah kulu olanlar olduğu gibi bu kılığa girmiş suhte ve leventler de vardı.    
    Kitabın birinci kısmında yazar; Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumu ve idari düzeninden bahsetmektedir. Osmanlı’nın vergi yükünün tamamen köylü halk üzerinde olduğu ve ağır vergilerin
köylüyü perişan ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Bütün Celali mücadelesi boyunca devlet memurunun vergi alma meselesi baş dava olarak kendisini göstermiştir. Çoğunlukla has ve zeamet sahipleri kanunlarda kendilerine yazılandan daha fazla vergi istedikleri, hatta hiç yazılmayan vergiler talep ettikleri için kendilerine karşı hoşnutsuzluk belirmiştir ve bu durum da isyanlara sebep olarak gösterilmiştir. Ayrıca genel ekonomik darlık, vergilerin artması ve bunların neticesi olarak köylünün büyük yoksulluk içine düşmesi çiftçi halkı toprağından ayrılmaya zorlamıştır. Okumak için köylerinden ayrılanlar (suhteler) ile çift bozarak köyünü terk edenlerin (leventlerin) oluşturduğu gruplar büyük kasaba ve şehirlerde birikmişler, bekar olarak yaşıyor olmanın etkisiyle her türlü ahlaksızlığı yapar konuma gelmişlerdir. Bu nedenle toplumun devlete karşı şikayet konuları; içki fuhuş gibi genel ahlakı kemiren sefahat, hırsızlık ve eşkıyalık ile bahse konu olayın sonucunda ortaya çıkan cinayetler olarak sıralanabilir. Suhte ve leventlerin büyük şehirlerde birikmesi burada yaşayan halkta çok büyük güvensizlik yaratmıştır. Ayrıca bu dönemde şehzadeler arasında yaşanan taht kavgaları sebebiylede halk perişan bir vaziyete düşmüştür. Şehzadeler bu kavgalar esnasında başıboş gezinen suhte ve levent kitlelerini kendi taraflarında kullanmışlardır.
           İkinci kısımda, devlete karşı ilk toplu kıyamın toplum içerisinde mezhep ayrılığı yüzünden hep eğreti yaşayagelmiş bulunan Kızılbaş Türkmenler arasında çıktığı belirtilmektedir. Bunun neticesinde Yavuz Sultan Selim’in Anadolu Kızılbaşlarına karşı çok sert ve zalimce davrandığı vurgulanmıştır. Bu akıllı padişahın tamamı öz be öz Türkmen olan bu insanlara karşı beslediği olumsuz duyguların sebebi olarak şehzadeliği zamanında Trabzon valisi iken Şah İsmail’in Anadolu hakkındaki politikasına, yerli kimi Alevi ileri gelenlerinin destek vermeye kalkmalarını göstermiştir. Ayrıca ilk tehlikeli isyanın, Padişahın Mısır Seferi sırasında Yozgat (Bozok) Çevresindeki Türkmenler arasında patladığını, “Celal” adında birinin Kızılbaş kitleleri arkasına alarak ayaklandığını ve bu tarihten itibaren buna benzer ayaklanmaların hepsinin “Celali İsyanları “ olarak anılmasına vesile olduğu anlatılmaktadır. Yazar burada Kızılbaş tabirinin yerinde kıllanılmadığını, isyan edenler arasında tımarı ellerinden alınan tımarlı sipahilerin de bulunduğunu Osmanlı tarihçilerinin bu konuda, Alevileri kötülemek için kasıtlı yazılar kaleme aldıklarını söylemektedir. Bu ayaklanmanın tamamen ağır vergilere karşı başkaldıran bir çiftçi – köylü hareketi olduğunu ısrarla vurgulamaktadır.
           Bu bölümde yine devlet hizmetlileri kesiminden ilk önce tımarlı sipahilerin devlete karşı geldiklerini ve sefer çağrılarına çeşitli sebeplerle katılmayarak geride kaldıkları görülmektedir. Bunun nedeni ise özellikle Kanuni zamanında tımarlılar aleyhinde alınan kararların bu kesim üzerinde yarattığı hoşnutsuzluktur.  
Kitabın üçüncü kısmında; büyük öğrenci hareketlerinden, başlama ve genişleme döneminden bahsedilmektedir. Burada anlatılanlara göre; medrese öğrencileri toplu halde yaşıyor olmanın ve bekar bulunmanın etkisiyle ahlaki yönden tamamen bir çöküntünün içerisindedir. Akla hayale gelmeyecek iğrençlikler yapıyor, ihtiyaçlarını giderecek kadın bulamadıkları için genç oğlanlarla münasebete giriyor ve hemen hemen hergün yerleşim yerlerine inerek ahalinin genç ve güzel delikanlılarını kaçırıp alıkoyuyorlardı. Yazar bu tür ahlak dışı hareketler alıp yürüdüğü halde imam, müezzin, müderris, vb. hacı hoca takımının nasıl olup da önleyici tedbir almadıklarını ve insani duygusallık göstermediklerini anlamanın güç olduğunu, halbuki bu insanların kadın - erkek arasındaki ilişkiler açığa çıkacak kerteye ulaştığında hemen toplu halde mahkemeye koştuklarını söylemektedir.
           Kanuni’nin son dönemlerinde şehzadeler arasında yaşanan taht kavgalarının yarattığı boşluktan istifadeyle suhteler çok daha rahat başkaldırmışlardır. Güvenliği sağlaması gereken güçler birbirleriyle savaşırken meydan azgın suhte ve levent takımlarına kalmıştır. Bu boşluğu çok iyi değerlendiren asilerin yaptıkları, mahkeme kayıtları belge olarak sunularak oldukça ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Bu belgelerden anlaşıldığına göre suhte tayfası bağlı bulundukları medreselerde tutulamıyor çok kalabalık gruplar halinde yerleşim yerlerine iniyor, zaten çok fakir olan halkın elinde ne varsa alıyor, bunun yanında halkın ırzına halel getiriyor, çocuklarını dağa kaldırıyor ve günlerce gönül eğlendiriyorlar, karşı koyanları katletmekten de geri durmuyorlardı.
           Yazar tüm detaylarıyla verdiği, akla hayale gelmez rezilliklerin yaşandığı olaylardan sonra devletin tutumunu şu şekilde değerlendirmektedir: ”Oldukça ayrıntıları ile kaydolunan şu kanlı olaylar hakkında bizim söyleyeceğimiz şudur ki, bu derece büyük bir karışıklık daha hazırlık safhasında merkeze duyurulduğu halde hükümet önlemek için gerekli el atmayı yapmamış ve suhteler şu kanlı kavgayı çıkardıklarından, pek çok öğrencinin ya katl ya da yaralanmasına sebep olduktan sonra, yorgunluğun doğal sonucu olarak bir durgunluk dönemine girecek yerde tersine bütün bütün azarak ülkeyi tam bir anarşi ortamına çevirmiştir. Bunun üzerine hükümetin gene her zamanki gibi tımarlı sipahilerle isyancıların üzerine gidip, cemiyetlerini dağıtması, yaralı olarak aile ya da akrabalarına sığınan öğrencileri yakalayıp haklarından gelinmesini istemesi, insancıl yönden düşünülünce devlet büyüklerinin ne denli merhametsizliğin içinde bulunduklarını çok açık bir şekilde gözlerimizin önüne seriyor, Çoğu belki de yaralı bu gençlerin yakalanarak mahkemesiz haklarından gelinmesi cezalandırma usulü kuralına da tamamen aykırı idi.”
           Yazar bu yorumu yaptıktan sonra yine uzun uzun yaşanan karmaşadan anarşiden, soygunlardan, tecavüze uğrayan genç erkeklerden ve bu olayların hükümet güçleri tarafından nasıl acımasızca bastırıldığından, hükümetin suhte gruplarına karşı başıboş levent gruplarından nasıl yararlandığından, halkın kendisini koruyabilmesi için gençlerden oluşan il erlerinin teşkil edilerek
suhtelere karşı yollandığından, başka bir yöntem olarak öğrencilerin ileri gelenlerinin İstanbul’a çağrılarak kendilerinden söz alındığından, halkın elindeki silah sayılabilecek her türlü aletin toplatıldığından (Devlete kızan silahı kapıp dağa çıkmasın diye), kanuna aykırı olarak çok büyük işkencelerin yapıldığından, hükümetten isyan edenler yakalandığında “demleri hederdir” emrini alan güvenlik güçlerinin suçlu olup olmadığına bakmadan bütün öğrencilere asi muamelesi yaptığından, bunun da evlatları suçsuz yere heder olan aileleri perişan ettiğinden ve bunların da bu isyan hareketlerine destek verdiklerinden, düzeni sağlamakla görevli ehl-i örfün keyfi hareketlerinden, adam kayırma ve rüşvet olaylarına çok sık rastlandığından, bu olaylar nedeniyle birçok insanın suçsuz olduğu halde şahsi nedenlerle asi olduğu bahane edilerek öldürüldüğünden bahsetmektedir.
           Yine bu bölümde en çok dikkat çeken hususların başında ehl-i şer denilen grubun      
 (Kadılar, Müftüler, imamlar vs.) dahi hayasızca bu olaylardan kendilerine pay çıkarmaları, halkı soymaya kalkışmaları, zaman zaman asilerle işbirliği içinde hareket ederek onları koruyup kollamaları ve ehl-i örfün mahkemeye getirdiği asileri serbest bırakmaları gelmektedir.
           Kitabın dördüncü bölümünde; halk ile ehl-i örf arasındaki mücadeleden bahsedilmiştir. Özellikle İran’a harp ilan edildiği yıllarda iktisadi darlık gittikçe artarken harp yeni fedakarlıklar istemekteydi. Vilayet idarecileri ve vergi toplama memurları daima kanuni miktardan fazla para talep etmeye devam ediyorlardı, pek çok şikayetlere rağmen hükümet hiçbir şey yapmıyordu, medrese talebesi ve onlarla uğraşan ehl-i örf hep halkın üzerine yük olmaktaydılar. Yeniçeriler zeamet ve yüksek tımar erbabı, kadılar, müderrisler, yani genel olarak hükümet mensubu olanlar ile halktan bilhassa ticaret ve faizcilik edenler servet yönünden tam bir üstünlük kazanmışlardı. Buna karşın köylü sınıfından çiftini bozanların sayısı gittikçe artıyordu, buna paralel olarak suhtelerin ve levent-sekban tayfasının zulümleri de hız kazanmıştı.
           Yazar bu bölümde ayrıca, talebe ayaklanmaları ile levent ayaklanmaları arasındaki farktan bahsediyor, suhtelerin leventlere benzemediklerini hatta çoğu zaman halkla birleşerek leventlerle çarpıştıklarını anlatıyor. Suhte ayaklanmalarının bastırılması esnasında da ehl-i örf ‘ün  kalabalık levent-sekban gruplarından faydalandıklarını ve bu iki grubun sıklıkla karşı karşıya geldiğini aktarıyor. Hükümetin vilayetlere yollamış olduğu emirlerde suhtelere karşı birlikler oluşturulmasını istemesi ve bunlara belli miktar para vermesi ise her tarafta suhte avına çıkan levent gruplarının mantar gibi büyümesine ve suhte teftişi yapıyoruz diyerek halka zulüm etmelerine zemin hazırladığına dair yazar bir çok örnek sıralamış, İstanbul’dan gönderilen her emrin uygulayıcılar tarafından ne denli kötüye kullanıldığını ve Anadolu’da geçmekte olan büyük kanlı olayları anlatmıştır. Bütün bu karışıklık içerisinde toplumun üç ana gruba bölündüğü görülüyor;ilk olarak kadılar idaresinde kendilerini koruma maksadıyla teşkilatlanan halk tabakaları,ikinci olarak Celali
reislerinin etrafında toplanan asi levent-sekban bölükleri, son olarak da kalabalık devriye bölükleriyle idareyi elinde tutmaya çalışan vilayet idarecileri (Ehl-i Örf).
           Bu dönemde Osmanlı tımar sisteminin de bozulmaya başladığını, yeniçerilerin baskıları sonucunda tımarlıların yükselme yollarının kesildiğini, tımar bölgelerinin sık sık el değiştirdiğini, bir paşanın diğerinin uygulamalarını tanımadığını, mevcut sistemi bozduğunu ve tımarları gelişigüzel tahsis ettiğini bu durumun ise yüksek tımar erbabını isyana sevk eden en önemli sebeplerden olduğunu öğreniyoruz.
            Uzun İran seferlerinden sonra ara verilmeden Avusturya seferinin hazırlıklarının başlaması Anadolu’da başlamak üzere olan kanlı iç kavgaların habercisi olmuştu. Tımar erbabı ile çoğu yerli ahaliden olan zeamet sahibi zorba çavuşlar başıboş levent ve sekbanlara baş olmaya hazır idiler. Suhteler her ne kadar itibardan düşmüş olsalar da sağda solda yine fesatlığa devam ediyorlardı. Ne asilerle ve ne de halkla anlaşamayan vilayet idarecileri sefere çağırılınca, İran seferi dönemindeki korkuya nazaran daha fazla bir korku halkı sardı. Çünkü o zaman düzenin tek bozucuları olarak görülen suhteler yerine, şimdi sayıları kabarık bulunan levent ve sekbanlarla beraber, asi çavuşlar, hoşnutsuz dirlik erbabı da vardı. Bunların karşısında, düzenlik ve güvenin korunmasından ziyade, kendi canını ve servetini korumaya hazırlanmış bir memur sınıfı görülmekteydi. Böylece Anadolu’nun güvenlik ve düzenliği kıl üzerinde durmaktaydı.
           Anadolu ‘nun asayiş durumu bu şekilde seyir ederken, III. Murat’ın yerine padişah olan IV. Mehmet halkı rahatlatmak için birçok tedbir almış, kendisi Eğri Seferi hazırlıklarını yaparken Anadolu vilayetlerinde düzeni korumak için beylerbeyi seviyesinde muhafızlık görevleri vermiştir. Sefere çıkarken de yayınladığı fermanla ehl-i örf’ü halka zulmettikleri için suçlamış ve dikkatli olmaları konusunda uyarmıştır. Halk ise bu fermana güvenerek kanun tanımaz olmuş ve her fırsatta ayaklanmıştır. Kısacası alınan hiçbir tedbir işe yaramamış bütün Anadolu büyük bir iç çekişmeye doğru yol almaya devam etmiş ve büyük fırtınanın kopacağı belli olmuştur.
           Nitekim sefer hazırlığında olan devlet, ihtiyaçları karşılamak için Anadolu’nun her yanına zahire vs. toplamak için adamlar yollar. Fermanların yayınlanmasından aldığı cesaretle halk, hükümet adamlarına karşı gelmiş ve her yerde silahlı ayaklanmalara başlamıştır. Olaylar ilk önce Karaman Vilayetinde patlak vermiş ve her tarafa yayılmıştır. Bu ayaklanmaları yönetenlerden en önemlileri; Davutoğlu, Neslioğlu, Mehmet Çavuş, Köroğlu gibi karekterlerdi. Yazar burada Neslioğlu ve Köroğlu’nun eşkiyalıkta Davutoğlu’na nazaran daha uzun yıllar kalabilmesini; Davutoğlu gibi hayale kapılmayarak (Davutoğlu kendisinin Selçuklu soyundan geldiğini ilan etmiş ve padişaha karşı gelmişti), sadece ehl-i örf düşmanlığı, fakirlerin zalim hükümet adamlarına karşı korunması şeklinde, padişahın da yapmak isteyip de yapamadığı bir işin başında görünmeyi başarmış olmalarına bağlamıştır.
          Bu bölümde aktarılan diğer bir hadise de köylerin çoğunluğunun boşaltıldığı, halkın ya canını ve malını korumak için mevcut köye yakın fakat daha yüksek ve ulaşılması zor yerlere yerleşerek oralarda yeni köyler kurdukları ve rezillik içinde yaşadıkları (Bugün Anadolu’da birçok, eski-yeni, yukarı-aşağı diye aynı köy isimlerinin olmasını yazar buna bağlıyor), ya da ailece Celalilere katıldıkları gerçeğidir. Ne olursa olsun köylerin bu şekilde boşalmaları memleketi topyekün bir felakete doğru götürmüştür.
           Beşinci kısımda ise köylerin tahribinden ve Celali fetretinin başlamasından bahsedilmektedir. Artık halk ile devlet adamları arasındaki nefret iyice günyüzüne çıkmış, yıllık vergileri toplamaya çıkan görevliler her yerde mukavemetle karşılaşmışlardır. Bu kez devlet adamları halkı yola getirmek için leventleri kullanmışlar, halk ise kendi içinden il erleri adında birlikler kurarak karşı durmaya çalışmış, leventlerden oluşturulan bölükler de köylere saldırınca Celali fetreti başlamıştır. Ahali önce mahkemelere başvurmuş, fakat sonuç alamayınca silahla direnmeye karar vermiştir.
           İşte karmaşanın alıp başını gittiği bu dönemde, en ünlü Celali reisi olarak tanınan Karayazıcı’nın ortaya çıktığını görülmektedir (1598 -1599). Çok kısa sürede binlerce insan gelip Karayazıcı ’ya katılınca da ünü tüm ülkeye yayılır. Karayazıcı, özellikle Güney Doğu Anadolu ve İç Anadolu yörelerinde bulunan tüm köyleri yağmalarken, devlet hâlen seferlere adam çağırıyor olanları sanki görmezden geliyordu. Anadolu‘dan kaçan halk akın akın İstanbul‘a göç ediyordu. En sonunda tehlikenin farkına varan devlet Karayazıcı ile anlaşma yoluna giderek kendisine beylik verir, fakat eşkıya başı tecavüzlerine devam edince üzerine gönderilen Sokulluzade Vezir Hasan Paşa’ya yenilerek 20.000 sekban ölü vererek Canik (Samsun) dağlarına sığınır ve orada ölür. Şu muhakkaktır ki etrafına pek büyük bir grup toplayarak bütün halkı Celaliliğe heveslendirmiş ve kendisinden sonra gelenlere örnek teşkil etmiş olan Karayazıcı sonraki Celali reislerine göre oldukça merhametliydi.
           Karayazıcı’nın ölümünden sonra ortaya çıkan büyük Celali grupları da sırasıyla anlatılmaktadır. Bunların başında Karayazıcı’nın yerine geçen kardeşi Deli Hasan gelmektedir. Topladığı grupla Vezir Hasan Paşa’nın bulunduğu Tokat’a saldıran Deli Hasan şehrin dış mahallelerini yakmış, böylece bu zamana kadar köylerin başına gelen hiçbir felaketi tatmamış olan şehirlerde seneler boyunca peş peşe hücumlara, yağmalara ve yangınlara katlanmak zorunda kalacakları yeni bir döneme girmiş bulunuyorlardı. 1603 yılında Deli Hasan’la da anlaşma yoluna giden devlet olayların azalmasını beklerken Karayazıcı’nın ölümünden sonra olduğu gibi, sakinleşme bir yana olaylar geçmişe nazaran misli görülmedik derecede kabarmış ve daha da genele yaygınlaşmıştır. Bu dönemde adı geçen asi liderleri olarak karşımıza Karakaş Ahmet ve Tavil Mehmet çıkmaktadır. Özellikle Karakaş Ahmet grubunun Çanakkale’den Ankara üzerine
yürürken yaptıkları, Ankara Kalesi’ne sığınmak zorunda kalan halkın durumuyla ilgili örnekler verilirken, kalenin dışında kalan mahallelerin nasıl acımasızca yakıldığı uzun uzun anlatılmaktadır.
           Yazar ayrıca kitabın bu bölümünde; kimin eşkıya, kimin hükümet adamı olduğunu ayırt etmenin oldukça güç olduğunu, bir gün tanınmış bir Celali şefinin bölükbaşlığını veya ağalığını yapan birisinin, yarın bir sancak beyine veya beylerbeyine kapu ağası oluverdiğini ve bütün Celali isyanları boyunca genel görüntünün böyle olduğundan bahsetmektedir. Devamında ise Celaliler üzerine düzenlenen seferlerle ilgili bilgi verirken, ilk seferin 1599’da ikincisinin ise 1603 yılında yapıldığını, seferler esnasında bir çok asinin gelip hükümet güçlerine dahil olduklarını, böylece affedildiklerini, sefere çıkan devlet görevlisi paşaların dahi halka zulüm ettiklerini, soygunlar yaptıklarını, bunun sonucu olarak da halkın ne yapacağını şaşırdığını, birçoğunun köylerini ve yurtlarını terk ederek kaçtıklarını ve hatta levent bölüklerine katıldıklarını,1604 yılının baharından itibaren artık Celali hareketlerinin yeni şartlar altında cereyan etmeye başladığını, Anadolu’nun tarihte görülmemiş bir açlık ve ölüm tehlikesiyle altı yıl kendisini pençeleşmeye mahkum eden bir tarihi kadere boyun eğdiğini yani Celali mücadelesinin ”Büyük Kaçgunluk” devrinin başladığını belirtmektedir.
           Kitabın bu kısmının sonlarında yazar Celalilerle ilgili genel bilgileri özet mahiyette tekrar eder. Buna göre isyan edenlerini % 95’ini oluşturanların levent olması münasebetiyle, bu isyanlar tam bir köylü isyanı olduğu halde, gaye cihetinde düşünülünce kesinlikle böyle denilemeyeceğini, eğer olsaydı devlet düzenini kökten değiştirmeye muktedir olabileceklerini savunmaktadır. Celali şeflerinin ise tamamının bir zamanlar devlet adına çalıştıklarını ve daha sonraları çıkan fırsatlardan istifade ile ayaklandıklarını, amaçlarının bir şekilde devletten yüksek mansıp almak olduğunu, birinci derece şeflerin beylerbeyliği hatta vezirlik isteklerinde bulunduklarını, daha aşağı kademede olanların ise önemlerine göre, sancakbeyliği, müteferrikalık ve bölüklere yazılmayı yeterli bulduklarını ve devletin de bu istekleri çoğunlukla yerine getirdiğini ifade etmektedir. Bu isyanlarda yer alan insanların ise hiçbir siyasi gayelerinin olmadığını kim daha fazla para verirse onun yanında yer aldıklarını vurgulamaktadır.
           Yazar ayrıca verdiği uzun izahatlar neticesinde Celali şeflerinin asla Anadolu’yu devletten ayırma düşüncelerinin bulunmadığını bu nedenle devletin, Anadolu’da hiçbir fiili nüfuzunun kalmadığı dönemde bile siyasi bir endişe duymadığını, açılan harplere hiç ara vermeden devam ettiğini ve isyanları ikinci plana attığını üstüne basarak anlatmaktadır.
           Celali fetretinin yarattığı yeni hayat şartlarından da bahseden yazar, en büyük sonucun arada kalan ve he fırsatta ezilen halkın yerlerini terke başlamaları olduğunu, hatta hayvanlarını dahi geride bırakarak sırf canlarını kurtarabilmek için “terk-i diyar ve cila-ı vatan “ eylediklerini, çoğunluğunun dağlara çekildiğini, oralara yerleşerek pek sefilane bir hayat yaşamaya mahkum
olduklarını, erkeklerin ise çiftlerini çubuklarını bırakarak Celaliye karıştıklarını, köylülerin sadece dağlara kaçmadığını şehirlere de gittiklerini, şehirlerin kale surlarının dışında kalan mahallelerinin ise kale içine çekildiklerini, bu sefer de kale içinde önceden yerleşmiş olanlar ile sonradan gelenler arasında kavgalar olduğunu örneklerle anlatmaktadır. 
           Celali İsyanlarının kısa sürede bir felaket halini aldığı 1603 yılında artık köylerde ziraat eden insanların kalmadığını, buğday darlığının tehlikeli bir hal aldığını anlatan yazar, temel gıdaların geçmiş yıllarla ve diğer bölgelerle fiyat karşılaştırmalarını vererek bu kısmı bitirmektedir.
           Altıncı ve son kısımda ise yazar, 1603 (IV. Murat zamanı)’ ten sonraki isyanlara değinmiştir. Başgösteren genel kıtlık sebebiyle hububat alım ve satımının resmi vesikaya bağlandığını, İstanbul’daki İngiliz elçisinin dahi yiyeceği ekmeğin buğdayını satın alabilmek için hükümetten vesika aldığını belirtmiş, genel olarak kıtlıkla ve fiyatlarla ilgili örnekler vermiştir.
           Devamında ise 1603 yılından itibaren Celali fetretinin son bulduğunu, arkasından ise korkunç bir karışıklığın Anadolu’nun sosyal ve ekonomik yapısını temelinden çökerttiğini ve halkın yedi yıl sürecek “Büyük Kaçgunluk” dönemine girdiği belirtiliyor. Başlangıçta Karayazıcı ve Deli Hasan’ın etrafında toparlanan asilerin sadece şefleri adına para topladıklarını ancak bu büyük şeflerin ortadan kalkmasıyla her birinin Karayazıcı kesildiğini, böylece binleri aşkın Celali gruplarının türemesi sonucunda, Anadolu çiftçisinin bazen kendisine hücum olacak diye korktuğunu, bazen de bu karışıklık esnasında, kendi çevresinden uzakta geçen yağmalardan nasibini almak hevesine sürüklenerek uzak yerlere gittiği için hemen hemen bütün köylerin yerinden oynadığını üzülerek anlatmaktadır. Ayrıca İran seferinden dönen askerlerin de geçtikleri yerleri yağmaladıklarını ve yakalandıklarında ise başlarındaki beylerin kendilerini görevlendirdiklerini söylediklerini, bununda halkın eşkiyaya katılmasını hızlandırdığını da eklemiştir.
           Anadolu’da tüm bu olaylar olup biterken hükümetin, daha önceki yıllarda da olduğu gibi, büyük Celali şefleriyle anlaşma yoluna gittiğini, onlara istedikleri mansıpları vererek gönüllerini hoş tutmaya çalıştığını ve böyle davranarak Anadolu’daki olayların yatışacağını, toplum hayatının barışa kavuşacağını umduğunu, ancak bu yöntemin birçok Celali başlarına isyanı bıraktırdığı ya da böylelerini devletin yetkili kişileri kılarak, diğer Celaliler’i içlerinden “en zorbasının” gücüyle sindirdiği için günü kurtarıcı faydalar sağladığını, fakat sekiz-on bin celali sekbanın başı olabilme başarısını göstermiş olanlara, sanki isyan yolunda gidilince bu işin sonunda “şanlarına layık bir mansıp” elde etmenin mümkün olacağı anlamına geldiğini belirtmiştir. Ayrıca isyancıbaşılıktan, beylerbeyliğine veya sancakbeyliğine geçmenin bu şeflerin hayatlarını hiçbir şekilde değiştirmediğini, bu gibilerin sadece bir unvan kazandığını, tutum ve davranışlarındaki “Celali üzere” yaşantısının bütün nitelikleri en küçük bir kayba uğramadan sürüp gittiğini,  bütün beylerin ister Enderun’dan kökenli olsun, ister devletten zorla mansıp koparma yoluyla  Celalilikten geçme 
olsunlar, kapılarında toplanan levent ve sekbanların arzularına bağlanmış birer esir gibi davrandıklarını, bunların suyunca gitmeyerek, kendi isteklerince idare etmeye çalışan beylerin hayatlarını kaybettiklerinin sıkça görüldüğünü kaydetmiştir.
           Yazar, I. Ahmet devri Türkiye’sini anlatırken; Şehirlerin ve kasabaların kale duvarları dışında bulunanlar için, ya levent-sekban olmak ya da onların başında Celali başı, beylerbeyi, sancakbeyi gibilerden biri bulunmak dışında bir seçenek olmadığını söylüyor. Celali hareketlerinin Fetret ve Büyük Kaçgunluk devrinde, sanki, Celali başbuğluğu, arı kovanının dışı, sancakbeyliği, beylerbeyliği gibi resmi görevlerin de kovanın içi sayıldığını, isteyenin içerden çıkıp dışarıda hareket ettiğini, yine isterse içeri girip devam ettiğini belirtiyor.
           Altıncı kısmın (ve dolayısı ile kitabın) son bölümlerinde; Büyük Kaçgunluk devrinde dirlik ve düzenlikten bahsedilmektedir. Başlangıçta Celali baskınları önünde kaçan köylülerin durumu ve başıboş levent kümelerini yaratan olaylar aşağıdaki maddelerde özetlemektedir;
               1. Türlü nedenlerle, artık XVI. yüzyıl devlet düzeninin başlıca kolları, eskisi kadar levent görevlendiremiyor, Balkanların bu alanda Anadolu’ya rakip olmaları, rical kapılarındaki sayıları çok artan kölelerin ve gulamların, çok ucuz bir masrafla  her işte kullanılmaları,
               2. Gerek hazinenin gerek dirlik sahiplerinin (Devletten tımar şeklinde ücret alan hizmetlilerin), çektikleri para darlığı etkisiyle, vergi alma usullerini kanun ve geleneğe bakmadan, bozup durmalarının halkı kaldırabileceğinden fazla para ödeme zorunluluğunda bırakması,                      
               3. Ulufeliler (yeniçeri, acemioğlanı, sipahi, silahtar ve ötekiler), cihet sahipleri (Kadı, müderris, naip, vakıflardan hisseleri olan mürtezika) ve ellerinde nakit para toplamış kişiler, köylünün parasız kalmasından faizcilik yolunda faydalanarak, tefecilik (ribahurluk) yapmaya başlamışlar, böylece köylülerin boylu boyunca borca batmak zorunda kalmaları. (Bu dönemde köylerini bırakıp kaçanların bir bölümünün de, borçlu durumda olduklarından, alacaklıların baskısından kurtulmak için bu karışıklıkları fırsat bildikleri vesikalarda belirtilmiş.)
              4. Üçüncü maddede belirtilen elinde para olanların, geniş çiftlikler kurmaları ve burada hayvan sürüleri saklamaları, bu sürüleri halkın ekili alanlarına musallat etmeleri, kıtlık dönemlerinde köylüden yok pahasına arazilerini satın almaları (birkaç batman un karşılığında bir tarla vs.)
              5. Sekban, levent ve suhte bölüklerinin köylüler üzerindeki baskıları (Bölükler uğradıkları köylerde halk tarafından ağırlanmak zorundaydılar, bu da halkın fakir, bölüklerin sayılarının kalabalık olduğu düşünüldüğünde hiçde kolay değildi. Ayrıca bölükteki insanların dağlarda yaşaması ve kadınsız bulunmaları, ırza geçme olaylarının da sıklıkla görülmesine sebep oluyordu)
           Yukarıda sayılan ve kısaca levent soygunları diye nitelenebilecek olan büyük karışıklıkların yerlerinden oynattığı milyonlarca köylünün hareket tarzları önem sırasıyla şöyle olmuştur;
            1. Hükümetin izniyle uygun yerlerde yapılan “palanka”ların (ağaç ve toprakla yapılmış hendekle çevrilmiş küçük hisar, bunların yapımı için devletten izin alınması gerekiyordu,  asilerden korunmak için izin alınarak yapılan bir palankanın daha sonra celaliler tarafından devlete karşı kullanıldığı sıkça görülmüş bir hadisedir)  ve şehirlerle kasabalardaki kalelerin içine sığınmalar.
             2. Görülmesi ya da ulaşılması güç, sarp dere içi ve ormanlık yerlerde kurulan, derme çatma yeni köylere taşınmak suretiyle  eski köylerin yerlerini değiştirmeler.
             3. Başka Sancaklara özellikle doğunun sınır vilayetlerine kadar giden uzak göçler.
             4. Böylece, türlü yönlere dağılarak, ekip-biçme ve hayatını iyi-kötü kazanma düzenini bozmak zorunda kalmış olan ailelerin genç ve gücü yerinde erkeklerinin levent bölüklerine karışmaları.
           Bu kadar karışıklığa rağmen köylerde kalanların olduğu da yazar tarafından belirtilmekte, nasıl barınabildikleri hakkında ise genel ifadelerle, bu insanların kendilerine çalışacak sekbanlar besleyecek derecede zengin olduklarını ve palanka yaparak korunduklarını anlatıyor.
           Yazar son olarak, Celali fetreti ve onu kovalayan daha yıkıcı bir devir olarak Büyük Kaçgun’un Türkiye’nin toplum hayatını gerek dirlik ve gerek düzenliği yönlerinden onarılamayacak kayıplara uğrattığını, 1607 ile 1610 yılları arasında olan olayların ayrıca ele alınması gerektiğini belirtmiş ve kitabını tamamlamıştır.