30 Eylül 2010 Perşembe

BİLİM KURGU FİLİMLERİ GERÇEK OLDU

Rusya'daki özel bir firmanın, ilk ticari uzay istasyonunun yapımına 2016' da başlayacağı bildirmesi dünyalıların tatil anlayışını değiştireceğe benziyor. AA'nın haberine göre Merkezi Moskova'da bulunan 'Orbital Technologies' yönetim kurulu başkanı Sergey Kostenko, ilk ticari uzay istasyonunun yapımı ve işletiminin Rus Federal Uzay Ajansı ile birlikte gerçekleştirilmesinin planlandığını belirterek, burada uzay turistleri ve
araştırmacıların ağırlanmasının planlandığını kaydetti. Kostenko, istasyonun ilk aşamada 7 kişinin kalabileceği şekilde kurulacağını, ancak daha sonra genişletilmesinin de mümkün olacağını dile getirdi.
İlk ticari uzay istasyonunun kurulmasını desteklediklerini belirten Rus Federal uzay İstasyonu yetkilileri de halen başta ABD ve Rusya olmak üzere çeşitli ülkeler tarafından ortaklaşa kullanılan Uluslararası Uzay İstasyonunda (UUİ) olağanüstü bir durum olması halinde böyle bir ticari uzay istasyonunun destek için kullanılabileceğini kaydetti..

29 Eylül 2010 Çarşamba

FACEBOOK TELEFONU MU GELİYOR?

İnternete sızan bilgilere göre 500 milyon kullanıcıyı geride bırakan Facebook kendine ait bir cep telefonu geliştirme adına çok gizli bir proje yürütüyor. Web tabanlı hizmetler konusunda uzman ve Facebook’un iPhone uygulamasının ardındaki isim Joe Hewitt ve Google’ın Chrome işletim sistemi ekibinden Facebook’a geçen Matthew Papakipos adlı iki çalışanının yönettiği ekip çalışmalarına tam gaz devam ediyor. Ancak teknik detaylar hakkında henüz hiçbir ipucu yok.

Kaynak:radikal.com

27 Eylül 2010 Pazartesi

BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ

Çocukken kafamı en çok kurcalayan konuların başında Bermuda Şeytan üçgeninin sırrı gelmekteydi. Ortaokul ve Lise yıllarımda öğretmenlerime bu konuyla ilgili pek çok soru sorduğumu hatırlarım. Malum ya bizim çocukluğumuzda öğretmen herşeyi bilir mantığı vardı. Ama ben ne yazık ki sorularıma hiçbir zaman net cevaplar alamadım..Genelde geçiştirildim..Fakat günümüzde Jeofizikçiler bu sırrı çözmeyi başardı.
Bermuda Şeytan Üçgeni; pek çok gemi ve uçağın hiçbir enkaz bırakmadan kaybolduğu iddia edilen, Atlantik Okyanusu’nun Güney ve Kuzey Amerika’yı birbirinden ayıran ve Bermuda, Porto Rico ve Miami sahilleri arasında kalan üçgen şeklindeki bölgeye verilen isimdir.

Bermuda Şeytan Üçgeni’nin efsaneleşmesine sebep olan ilk vak’a 1945 yılında meydana gelir. Beş adet savaş uçağı rutin görev uçuşu için Florida’daki üslerinden havalandıktan sonra pilotların lideri, telsizden kontrol kulesine şöyle bir mesaj anons eder:
  “Karayı göremiyoruz. Pozisyonumuzdan emin değiliz. Nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Galiba kaybolduk.” Bu sırada kontrol kulesinden pilota, “Nasıl olur, hava gayet iyi gözüküyor. Batı’ya gidin.” şeklinde cevabî mesaj gelir. Bunun üzerine pilot, “Neresinin Batı olduğunu bilmiyoruz. Her şey yanlış. Çok tuhaf, hiçbir yönden emin değiliz. Okyanus bile olması gerektiği gibi değil.” der ve bağlantı kopar. Acilen yardım alarmı verilir, ancak uçakların izine bir daha rastlanılmaz..
Yine o bölgeden geçen gemilerde de benzer esrarengiz şeyler olduğundan bahsedilmektedir ki, batan bir kısım şilep veya transatlantiklere bakıldığında içlerinde sadece kedi ve köpek ölülerinin olduğu, insanların, önlerinde bulunan yemeklerini bitirmeden bırakıp sanki denize atladıkları veya bir fırtınanın tabaklara ve kaşıklara dokunmayıp sadece insanları alıp götürdükleri söylenmektedir.
Kimsenin açıklama getiremediği bu esrarengiz fenomen, içinde bilim adamlarının da bulunduğu pek çok insan tarafından "doğaüstü bir takım güçlerin yaptırımı" olarak algılandı ve öyle lanse edildi. Bu açıklamalar arasında kayıp kıta Atlantis'in orada bulunup (bu düşünceyle paralel olarak Atlas Okyanusu ismini almıştır.) Kayıp Kıta'nın hiçbir zaman anlaşılamayan teknolojik ve manyetik kayıp aygıtlarından birinin etkisinden veya o bölgenin defalarca Dünya dışı varlıkların ziyaretlerinde orada yarattıkları manyetik alanın bir etkisi olduğu, hatta Kristof Kolomb'un bile tuttuğu günlüklerde, o bölgede gökyüzünde uçan tanımlanamaz cisimlerden bahsedildiği iddia edilmiştir. Bu esrarengiz üçgen ile ilgili olarak yapılan son iddia ise uzun yıllardır devam eden araştırmaların birkaç yıl önce bir sonuç verdiğinin iddia edilmesi ile ortaya çıktı . Bu son iddia ya göre tüm bu gizemli olaylar aslında basit bir doğal gaz cilvesi idi .
Yer altından fışkıran doğal gazlar, sadece yüksek kara parçalarından değil, deniz ve okyanus tabanlarından da çıkarlar. Çünkü deniz tabanları da üstü suyla kaplanmış alçak kara parcalarıdır. Ancak, okyanusların derinliklerindeki bölgelerden çıkmak isteyen doğal gazlar, oradaki çok düşük ısının da etkisiyle katı hâle dönüşürler ve "hidrat" denilen beyaz ve tebeşirimsi bir madde hâline gelirler. Çok derinlere dalabilen robot kameralarının bu bölgedeki karbeyaz okyanus tabanını ve bazı gemi enkazlarinı resimlemesinden sonra konuya şu bilimsel açıklama getirilmiştir: Bu bölge, Gulf Stream denilen sıcak su akıntısının da geçtiği yerdir. Tabanın bazen ısınması yüzünden, bu "tebeşir gazlar" erir ve sudan hafif oldukları için yüzeye doğru yükselirler. O anda, tabandan yüzeye kadar suyun yoğunluğu azalır . O sırada oradan geçen ne varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun dibini boylar. Çünkü, yoğunluğu düşen su, gemileri taşıyacak kaldırma kuvvetini oluşturamaz. Gazın yükselmesi sona erince yoğunluk tekrar eski haline döner ve geride hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler kilometrelerce derine gömülmüş olurlar.

Uçakların düşerek kaybolması ise yine aynı sebeptendir. Yüzeye çıkan doğal gazlar, havadan da hafif oldukları için yükselmeye devam ederler. Bu kez yoğunluk azalması, bölgenin üzerindeki atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir uçak hemen irtifa kaybeder ve motorları durur. Çünkü, motorlardaki benzinin yanması için oksijene ihtiyaç vardır ve düşük yoğunluklu havanın içindeki oksijen miktarı motorların çalışması için yeterli değildir. Böylece uçak da, hızla okyanus tabanına doğru inişe geçer.

Yer altından fışkıran doğal gazlar, sadece yüksek kara parçalarından değil, deniz ve okyanus tabanlarından da çıkarlar. Çünkü deniz tabanları da üstü suyla kaplanmış alçak kara parcalarıdır. Ancak, okyanusların derinliklerindeki bölgelerden çıkmak isteyen doğal gazlar, oradaki çok düşük ısının da etkisiyle katı hâle dönüşürler ve "hidrat" denilen beyaz ve tebeşirimsi bir madde hâline gelirler. Çok derinlere dalabilen robot kameralarının bu bölgedeki karbeyaz okyanus tabanını ve bazı gemi enkazlarinı resimlemesinden sonra konuya şu bilimsel açıklama getirilmiştir: Bu bölge, Gulf Stream denilen sıcak su akıntısının da geçtiği yerdir. Tabanın bazen ısınması yüzünden, bu "tebeşir gazlar" erir ve sudan hafif oldukları için yüzeye doğru yükselirler. O anda, tabandan yüzeye kadar suyun yoğunluğu azalır . O sırada oradan geçen ne varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun dibini boylar. Çünkü, yoğunluğu düşen su, gemileri taşıyacak kaldırma kuvvetini oluşturamaz. Gazın yükselmesi sona erince yoğunluk tekrar eski haline döner ve geride hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler kilometrelerce derine gömülmüş olurlar.
Uçakların düşerek kaybolması ise yine aynı sebeptendir. Yüzeye çıkan doğal gazlar, havadan da hafif oldukları için yükselmeye devam ederler. Bu kez yoğunluk azalması, bölgenin üzerindeki atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir uçak hemen irtifa kaybeder ve motorları durur. Çünkü, motorlardaki benzinin yanması için oksijene ihtiyaç vardır ve düşük yoğunluklu havanın içindeki oksijen miktarı motorların çalışması için yeterli değildir. Böylece uçak da, hızla okyanus tabanına doğru inişe geçer.

alıntıdır

26 Eylül 2010 Pazar

Elektronik Cihaz Temizleme Kılavuzu

Netbookumuzdan laptopımıza cep telefonumuzdan fotoğraf makinemize tüm bu elektronik cihazların temizliği büyük bir sorun. Bu konu ile ilgili öyle güzel, eğlenceli ve faydalı bir yazı buldum ki üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan olduğu gibi sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Elektronik cihaz temizleme kılavuzu
Bilgisayar monitörün parmak izi ile doluysa, klavyen kurumuş kola sayesinde yapış yapışsa, cep telefonunda kulak izin çıkmışsa, temizlik vakti geldi demektir. Peşinen uyaralım, temizlik işlemleri sırasında cihazının kapalı olduğuna emin ol.
Televizyonlar ve monitörler:
Annenin monitörlere camsil ile girişmesine izin verme. Ekranlarımız, tüplü televizyonlar gibi cam kaplı değil; anti statik kaplamalardan matlık sağlayan katmanlara kadar türlü bariyerlerle örtülü. Alkol, amonyaklı temizleyiciler ve hatta özel LCD ekran temizleyiciler, mikro çatlaklardan cihazların içine sızabilir ve uzun vadeli kullanımda koruyucu kaplamalara zarar verecektir.
Peki çare nedir? Su! Saf su bulabilirsen daha iyi, yoksa içme suyu işini görür. Sadece su ile nemlendirilmiş bir bez, temizlik için yeterli. Marketteki temizlik reyonundan mikrofiber bir bez satın almanı öneririz. Sıradan pamuklu kumaş kullanırsan, ekranın kumaşın lifleri ile kaplanacak. Bu durumda kağıt mendil ile bir kez daha üzerinden geç. Dikkat; kağıt havlu değil, kağıt mendil ya da tuvalet kağıdı. Kağıt havlu bile, monitörlerin için haşin kalıyor.

Cep telefonları, müzik çalarlar:
Cep telefonları, müzik çalarlar ve medya oynatıcıların ekranları için alengirli çözümlere gerek yok, nemli bir bez işini görecektir. Alkolü aklından bile geçirme. Tuş takımı, mikrofon, hoparlör, şarj yuvası, hafıza kartı girişi için, eski bir diş fırçası ve kürdan öneriyoruz.
Bazı girişlerin üzeri, ince metal ızgaralarla kaplanmış olabilir, çoğu telefonun mikrofonu ve hoparlörleri böyledir. Bu durumda diş fırçası, tozu dışarı çıkarmak yerine içeri itecektir. Izgaranın üzerine bir seloteyp yapıştırıp hızla çekmeyi dene.

Dizüstü bilgisayarlar:
Monitör temizliğinin üzerinden zaten geçmiştik. Gövde temizliğini, bir ölçü alkole iki ölçü su karıştırarak yapabilirsin. Elinin altında saf alkol yoksa, anti bakteriyel temizlik jelini de suyla karıştırabilirsin.
Dizüstü bilgisayarının klavyesini temizlerken, tuşları sökmeyi aklından bile geçirme. Ofis eşyası satan mağazalarda, bu iş için satılan basınçlı hava spreyleri var. Tuşların arasında sıkışmış susamları, bu spreyle çıkarmayı dene. Elektrikli süpürge de deneyebilirsin ama üflemek, çekmekten daha iyi bir çözüm. Fan yuvaları için yapabileceğin tek şey, süpürgeyi dayamak. Temiz fan yuvaları, daha sakin çalışan fanlar ve daha uzun pil ömrü demek. USB, kart yuvası, şarj girişi gibi oyuklar için eski dost diş fırçasına güvenebilirsin.
Trackpad’i sadece suyla temizle, asla alkol değdirme. Bilek ve avuçlarının sürekli değdiği yerdeki renk değişiklikleri için de aseton kullanabilirsin.
Masaüstü bilgisayarlar:
Bilgisayarın kasa içi temizliği için, basınçlı spreyleri öneriyoruz. Bu spreylerden bulamazsan, elektrik süpürgesi çalışırken yumuşak bir boya fırçası veya sulu boya fırçası ile kartların, işlemcinin ve fanların tozunu almayı dene. Eğer süpürge olmadan fırçalarsan, tozları sadece bir yerden başka yere taşımış olacaksın.Masaüstü klavyesinin tuşları sökülüp takılabilir. Tuşları söküp, sabunlu su dolu bir naylon torbaya atıp, ağzını bağladığın torbayı sıkıca çalkalamanı öneririz. Bu sırada klavyenin içindeki kirleri süpürgeyle vakumlayabilirsin. Daha sonra tuşları bir havlu üzerine bekletip kurutabilirsin.
Klavyenin üzerine dökülen kola türü şekerli içecekleri, sabunlu suyla nemlendirilmiş bir bezle silebilirsin. Klavyeler hassas ürünler değildir, elektrik olmadığı müddetçe nemli bezle silmende sakınca yok. Alkol ve su karışımını önermiyoruz, alkol şekeri çözmediği için kuruduğunda yapış yapış olacaktır.

Kameralar:
Objektifteki lensler hemen toz toplar. DSLR kullanıyorsan, zaten bir temizlik kiti almışsındır. Cep tipi makinelerden kullanıyorsan, birkaç liraya acıma ve mutlaka mikro fiber bir bez satın al. Önce lensin üzerindeki tozlardan kurtulmalıyız. İğnesini ayırdığın bir şırınga ile lense hava üfleyebilirsin. Tükürüklerine hakimsen, ciğerlerin de iş görür. Tozlardan kurtulduğuna eminsen, dairesel hareketlerle temizliğini yap. Bezin bir kez lense değen kısmının, bir daha değmemesini sağla, hala gözle görülmeyen ama lensini çizecek tozlar kalmış olabilir.
Paslanmış pil yuvaları:  
Elektroniklerin kendi şarj edilebilir bataryalarının, sıradan pil kullanan cihazların ve hatta kablosuz ev telefonları şarj eden sabit ünitelerinin bağlantı noktaları zamanla kirlenebilir. Bunları temizlemek için silgi ideal. Alengirli kısımları temizleyebilmek için kurşun kalemlerin arkasındaki silgilerden kullanabilirsin. Bu işlem, bataryaların ömrünü uzatacak.
Bu ve bunun gibi birçok faydalı ve eğlenceli yazıyı http://www.istegenc.com.tr/ sitesinden okuyabilirsiniz. (:
kaynak: http://www.istegenc.com.tr/

24 Eylül 2010 Cuma

CERN' DE MÜTHİŞ GELİŞME

Yüzyılın en büyük deneyi olarak kabul edilen ve kozmosun sırlarını çözmek için yürütülen Büyük Patlama deneyinde yeni bulgular ortaya çıktı.

Bilim adamları, kainatın oluşumu konusundaki araştırmalarında yeni bir fenomen keşfettiklerini düşünüyorlar.

Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (BHÇ) adlı dev atom çarpıştırıcısında Büyük Patlama ortamını yaratmaya çalışan Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi'nin (CERN) internet sitesinde yapılan açıklamada, BHÇ'nin yaklaşık 6 ay süreyle çalıştırılmasından sonra, deneylerin potansiyel olarak yeni ve enteresan fenomenlerin işaretlerini vermeye başladığı belirtildi.


Açıklamada, özellikle bazı parçacıkların, şimdiye kadarki proton çarpışmalarında gözlenmedik bir biçimde, sıkı sıkıya birbirlerine bağlı olduklarının ortaya çıktığı kaydedildi.

Fizikçi Guido Tonelli, parçacıkların 27 kilometrelik oval tünelde hızlandırılarak, bugüne kadarki rekor düzeyde, 7 TeV enerjiyle ışık hızına yakın bir hızla çarpıştırıldığı deneyin ilk sonuçlarını açıkladığı sunumunda, "Temmuz ortasındaki analizlerimizde yeni bir fenomen ortaya çıktı" dedi.


Bu sonuçların henüz teyit edilmediğini, ancak araştırma ekibinin keşfedilen bağlantının varolmadığını gösterecek karşı bir gözlemde bulunamadıklarını söyleyen Tonelli, "Şimdi ne olup bittiğini tam anlamıyla analiz etmek ve BHÇ'nin keşfetmemizi sağlamasını umduğumuz yeni bir dünya olan yeni fizikte ilk adımlarımızı atmak için daha fazla veriye ihtiyacımız var" diye konuştu.

CERN araştırmacıları bu gözlemleri yorumlayabilmek için biraz daha zamana gereksinimleri olduğunu kabul ederlerken, yeni bulguların, çarpışmalarda yoğun ve sıcak madde oluşumuyla bağlantılı olabileceği şeklinde yorumlanan ABD'nin Brookhaven Ulusal Laboratuvarı'ndaki çekirdek çarpışmalarında gözlemlenen fenomenlerle benzerlikler taşıdığına da işaret ettiler.

Deneyin daha sonra 14 TeV enerjiyle yapılması öngörülüyor, ancak bunun tarihi henüz belli değil. Bilim adamları, 14 milyar yıl önce evrenin doğumuna yol açtığına inanılan Büyük Patlama deneyinde, evrenin doğasını kavramaya yarayacak yeni parçacıklar görmeyi umuyor.

Bir mikro saniye sürecek çarpışmada, temel element parçacıkları, atom çekirdeklerini oluşturmak için birleşmeye başlamadan önce meydana gelen Büyük Patlama anındaki koşullar oluşturulmak isteniyor. Deney sırasında tünel boyunca ayrı yönlerde iki proton hüzmesi veriliyor.

Işın demetleri ayrı istikametlerde, ışık hızına yakın bir süratle halka şeklindeki tünelde yol alıyor. Proton ışınlarının birbiriyle büyük bir enerjiyle çarpışmasının ardından bilim adamları, özellikle teorik fizikteki kütle mantığının temelini oluşturan veya kara maddenin neden yapıldığını anlamaya yarayacak Higgs parçacığı (Tanrı parçacığı) diye adlandırılan parçacıkların varlığının kanıtlarını görmeyi umuyor. AA

ASANSÖRLERE DİKKAT

Yapılan bir araştırmanın sonuçları, asansörlerdeki büyük tehlikeyi ortaya koydu...Asansör düğmelerinin, umumi bir tuvalet oturağından 40 kat daha fazla mikrop taşıdığı bildirildi.
Daily Mail’in haberine göre, oteller, lokantalar, bankalar, bürolar ve havalimanlarında yapılan bir araştırmada, bir asansör düğmesinin bir santimetre karesinde 313 "koloni oluşturan birim" bakteri bulunduğu tespit edildi.
Bir tuvalet oturağının bir santimetre karesinde ise sadece 8 koloni oluşturan birim bakteri bulunduğu kaydedildi.


Arizona Üniversitesi için araştırmayı yapan Microban Europe’tan Dr.Nicholas Moon, işlek bir binadaki asansörün düğmelerine her gün yüzlerce kişinin dokunduğunu hatırlatarak, "düğmeler düzenli olarak silinse bile buralarda bakteri oluşum potansiyeli çok yüksektir" dedi.


Daha önce yapılan bir araştırma da bir büro masasının bir tuvalet oturağından 400 kat fazla bakteri taşıdığı, bilgisayar klavyelerinin de tuvaletlerden 4 kat fazla mikrop barındırdığı tespit edilmişti.

Kaynak:milliyet.com

YERÇEKİMİ AZALDIKÇA YAŞLANIYOR MUYUZ?

20.yy ‘ın en ünlü fizikçisi Albert Einstein; görecelik kuramında , yerçekiminin etkisiyle zamanın daha yavaş aktığını ve böylece de yerçekiminin daha az olduğu bir yere doğru uçmakta olan bir uçağın yolcularının her uçuşta birkaç nanosaniye daha fazla yaşlandıklarını öne sürmüştü.

Einstein’ nin bu iddası Amerikalı bilim insanlarının atomun titreşimlerini ölçebilen yüz defa daha hassas iki süper atomik saatle yaptıkları bir deneyle kanıtlandı.
 Deney sayesinde yerçekiminden uzaklaştıkça zamanın daha çabuk geçtiğini görüldü.
Bilim insanları, yıllar önce bu ilginç olayı, yüksek irtifada uçan bir füzenin içinde bulunan atomik saat ile aynı zamanda, manyetik alanın etkilerinin daha güçlü olduğu yeryüzünde bulunan başka bir atomik saat ile yaptıkları ölçümlerle gözler önüne serdiler.ABD'nin Colorado eyaletindeki Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü'te (NIST) görevli fizikçiler bu defa aynı olayı, yüz defa daha hassas iki süper atomik saat kullanarak günlük hayatta da izleyebildi.


İçinde atomik saat bulunan ve yüksek irtifada uçan füze ile yeryüzünde bulunan saat yerine, bu sefer sadece 33 santimetrelik bir irtifa farkı ile deney yapıldı.

Amerikan bilim dergisi Science' in 24 Eylül tarihli sayısında yayımlanan deneyin sonucuna göre, kişi 33 santimetre yüksekte, yani iki basamak yukarıda bulununca biraz daha çabuk yaşlanıyor. Fark çok zayıf olduğu için hemen farkedilmediğini belirten araştırmaya göre bu fark, 97 yıllık bir ömürde saniyenin 90 milyarda biri kadar.

Araştırmayı kaleme alan bilim insanları, bu farkın insanlar tarafından hissedilmese bile, bu çok hassas, ufacık farkı ölçebilme imkanı, jeofizik gibi başka araştırma alanlarında da kullanılabileceğini belirtiyor.

NIST'teki görevli araştırmacılar, İzafiyet Teorisi ya da Görecelik (relativity) kuramının günlük hayata başka bir etkisini daha tespit etti. Yaptıkları araştırmaya göre, kişi saatte 32 kilometre daha hızlı gittiğinde, zaman daha yavaş geçiyor.

Deneyler için araştırmacıların kullandığı, ne bir dakika ileri giden, ne de bir dakika geri kalan, NIST'in farklı laboratuvarlarında bulunan saatler, birbirlerine 75 metre uzunluğundaki bir fiber optik kabloyla bağlı.

Kaynak:milliyet.com

TÜRKİYE 10 YILDA F KLAVYEYİ KAYBETTİ

Geçtiğimiz günlerde uzmanlar, Türkçe'yi hızlı yazmaya en uygun klavye olan ancak kullanım oranı yüzde 10'lara gerileyen F klavyenin yaygınlaşmasının önemine işaret etti. Türkiye Bilişim Derneği' den yapılan
açıklamada dünya genelinde Latin harflerini kullanan 4 klavyeden birinin F klavye olduğunu bildirdi.

Yine aynı açıklamada; '' F klavyenin yaygın kullanılması, Türkçe hızlı metin yazma, verimli metin yazma açısından doğru olandır. Çok hızlı yazanlar için F klavyede dakikada 100 kelime yazılıyorsa Q klavyede bu hız yarıya düşer. F klavyenin, Türkçenin harf ve kelime diziliş yapısına uygun olduğu bilimsel olarak da tespit

edildi. Sürekli Türkçe yazan ve hız gerektiren mesleklerde, F klavye kullanımı büyük fark yaratır. Türkiye, F ile klavye hızında dünyada en yüksek başarıları kazanan ülkelerin başında geliyor. Dünya şampiyonları hep Türkiye’den çıkıyor. Bu şampiyonalarda tüm yarışmacılar kendi klavyesini kullanıyor. '' kaydedildi.


İngilizce için üretilen Q klavyenin daktilo kullanılan dönemlerde harflerin birbirine karışmasıyla oluşan kitlenmelerin önüne geçmek üzere üretildi, ancak hızlı yazıma uygun bir klavye değil. Q klavye, İngilizcede yavaş yazmak için üretilmiş bir klavye. O dönemlerde daktilolarda birbirine yakın tuşlar olması nedeniyle kitlenmeler yüksekti. Sık kullanılan harflerin birbirinden uzaklaştırılması için Q klavye ortaya çıktı. Bu nedenle Q klavye, hızlı yazma için verimli değil, aksine çok verimsiz bir klavye tipi.Son 10 yılda Q klavyenin, tüm klavyelerin % 90’ını oluşturdu. F klavye oranı ise yüzde 10 dolayında kaldı. Türkiye, hızlı yazıma çok uygun verimli bir standart olan F klavyeyi son 10 yıldır kaybetmiş durumda.


Önümüzdeki dönemde okullarda F klavye standardının yeniden getirilememesi durumunda bu klavyenin yakın zamanda ortadan kalkacağını aşikar.

F klavye kullanımının yaygınlaşması için küçük yaşlarda alışkanlık kazandırılması gerekmekte. İlköğretim okullarından itibaren F klavye eğitimine başlanması durumunda 10 yıl içinde istenen kullanım oranının yakalanabileceği düşünülmekte.

F klavyenin ise 1955 yılında bir standart haline dönüştürülerek yoğun olarak kullanılmaktayken giderek yaygınlığı azaldı.


Avrupa ve ABD’de bakmadan 10 parmak klavye kullanıcılarının yüzde 85 oranındayken Türkiye’de ise bu oranıyüzde 4 ' ü geçmemekte. On parmakla bakmadan F klavye ile yazı geliştirildiğinde ise zamandan büyük tasarruf sağlancak.


Dünyada kendi klavyesini yaratmış 4 ülkeden biri olan Türkiye, F klavye ile dilimize ve on parmak kullanımına en uygun klavyeyi yaratmıştır. F klavye için farkındalık yaratılmalı ve çok geç kalınmamalıdır.


Kaynak: radikal

İNTERNETE KARŞI GÜVERCİN

En modern iletişim yolu internetle Roma döneminin haberleşme aracı güvercin arasında yapılan hızlı bilgi iletme yarışını güvercin kazandı.

Radikal gazetesinin haberine göre; İngiltere’nin kırsal kesiminde genişbant bağlantıya sahip bir kişinin internetten 300 MB’lık bir dosya gönderme denemesi, aynı bilginin güvercinle iletilmesinden daha uzun sürdü. Yorkshire bölgesinden, 120 km. uzaktaki Skegness’teki kullanıcıya ulaştırılmak istenen bilgi, USB diske kaydedilip bir haber güvercinin ayağına bağlanarak daha kısa sürede ulaştırıldı. Güvercin hedefine ulaştığında, internetten gönderilen dosyanın ancak % 24’ü internete aktarılmıştı.


Yarışmayı düzenleyen kişiler, İngiltere’nin kırsal kesimlerindeki internet hızlarının düşüklüğüne dikkati çekmeye çalışıyor. Benzer bir yarış geçen yıl da düzenlenmiş, Güney Afrika’nın Durban kentinden 96 km. uzağa bilgi taşıyan Winston adlı bir güvercin iki saatte hedefine varırken, aynı dosyayı internetten gönderme denemesi yüzde 4 civarında kalmıştı. İnternet Servis Sağlayıcıları Derneği’nden Tref Davies, 100-200 Kbps hızındaki internet bağlantısının yeterli bir hız olmadığını söyleyerek hükümeti harekete geçmeye çağırıyor. (bbc)

Kaynak:radikal

23 Eylül 2010 Perşembe

PİRAMİTLERİN SIRRI TEKNOLOJİ SAYESİNDE ÇÖZÜLEBİLECEK Mİ?

Piramitler nasıl inşa edildi?
Bu soru yüzyıllardır bilim adamlarının, tarihçilerin kafasını kurcalıyor ve herkes bu sırrı öğrenebilmek için uğraşıyor. Uzaylılardan tutun da kayıp kıta  Atlantis'in teknoloji olarak çok ileri halkına kadar bir çok teori üretildi durdu. Çünkü örneğin Keops piramidi 20 yıl içinde 150 m yüksekliğe kadar kaldırılan her biri 2,5 ton ağırlığındaki 2.300.000 adet kireç taşı kullanılarak inşa edilmiştir. Toplam ağırlığı 5.5 milyon ton olan bu taşların bu süre zarfında dizilebilmesi için her 2,5 dakikada bir taşın yerine oturtulmuş olması gerekmektedir. Bu nedenle de günümüzde piramitlerin en anlaşılmaz yönlerinden biri nasıl inşa edildiğidir. 


 51° 51’ 14” eğimle dizilen bu taşlarda hassasiyetin 1/1000 oranında şaşması durumunda piramit en tepede düzgün birleşmezdi.Günüzüzde bu tarz ufak hatalar en seçkin yapılarda bile makul bir tolerans olarak görülmektedir. Ama bundan 4500 yıl önce inşa edilen piramitlerde tepe noktasının kusursuzca birleştirilmiş olması günümüz mimarlarını ve mühendislerini hayrete düşürmektedir.
Ayrıca merak uyandıran diğer bir konu ise milyonlarca taş nasıl olup da 140 metreyi aşan yüksekliklere kaldırılabilmiştir?


Bir kaç yıl önce Fransız mimar Jean-Pierre Houdin, Mısır piramitlerinin binlerce yıl öncesinin teknolojisiyle nasıl inşa edildiğine dair sırrı çözdüğünü iddaetti. Piramitlerin en büyüğü olan 'Keops' piramidi üzerinde 8 yıldır çalışan Houdin, yarattığı üçboyutlu bilgisayar modeliyle yüzyıllardır akıllara takılan soruyu yanıtladı. Houdin'in teorisine göre, 4500 yıl önce inşa edilen ve her biri 2,5 ton olan 3 milyon taş bloktan oluşan piramit, aşamalı olarak kurulan iki rampa sayesinde yapıldı. İlk etapta 43 metrelik dış rampa kullanan Mısırlılar,  ardından 136 metrelik spiral şekilli bir iç rampayla inşaatı tamamladı. Bu rampa piramitin yakınına kurulmuş olan taş ocağından başlayarak piramite kadar devam eden ve düzenli olarak kesintisiz taş taşınmasını sağlayan bir yapıda inşa edilmiştir. Aksi halde asla gerçekleştirilen süre içerisinde işi tamamlamak mümkün olmazdı. Fakat bu rampa piramit hacminin %65'i tamamlandıktan sonra 43 m yüksekliğe ulaşır ve bu noktadan sonra ne kadar etkili oluğu tartışma konusudur. Çünkü piramidin tamamını bu rampa vasıtasıyla yapmak için 43 metreden 140 metreye ulaşmak gerekeceğinden, bunun için piramidin toplam hacminin 2 katı kadar daha taşa gerek olacaktı. Bu nedenle bu seviyeden sonra piramidin inşasına içeriden devam edilmişti.


Piramit iki aşamada inşa edilmektedir. Birisi piramidin inşası diğeri ise kral odasının inşasıdır. Kral odası piramit tabanından 43 metre yukarıda bulunmakta olup içerisinde dış ortama açılan hava kanallarının bulunması ve tavanında 60 tonu aşan düz bloklarının kullanılmış olması açısından hayranlık uyandırıcıdır. Tanesi 15 ton olan bu taş blokların nasıl taşındığı ise, kralın odasına giden geniş yolda(büyük galeri) gizlidir. Burada karşı ağırlık mekanizmasıyla çalışan bir sistem bulunmaktaydı ve halatlarla birleştirilmiş olan bu terazi mekanizması sayesinde bloklar istenilen yüksekliğe rahatlıkla kaldırılırdı.
Yine bu muhteşem yapılarla ilgili bilimsel olarak kanıtlanmış bazı rivayetler ise şunlardır;

- Piramitlerin üzerinden geçen meridyen, karaları ve denizleri iki eşit parçaya bölmektedir.
- Piramit hangi firavunun adına yapıldıysa, kralın odasına yılda sadece iki kez güneş girmektedir. Bunlar kralın doğduğu ve öldüğü günlerdir.
- Piramit içerisinde bırakılmış kirli bir su, birkaç gün içerisinde arıtılmış hale gelmektedir.
- Piramitin içerisine bırakılan süt birkaç gün bozulmadan kalabilirken, beklenmeye devam edilmesi durumunda yoğurt haline gelmektedir.
-Büyük piramitin açıları, Nil'in delta yöresini iki eşit parçaya böler.
-Gize'deki üç piramit aralarında bir pisagor üçgeni olacak şekilde düzenlenmişlerdir. Bu üçgenin kenarlarının birbirlerine göre oranı 3:4:5' dir.
-Büyük piramidin dört yüzeyinin toplam yüzölçümü, piramit yüksekliğinin karesine eşittir.
-Büyük piramit, dört ana yöne göre düzenlenerek yapılmış.
-Yine piramitler dev bir güneş saatidir. Ekim ortasıyla Mart başı arasında düşürdüğü gölgeler mevsimleri ve yılın uzunluğunu gösterir.
-Piramiti çeviren taş levhaların uzunluğu bir günün gölge uzunluğuna eşittir. Bu gölgelerin taş levhalar üstünde gözlenmesiyle günün 0,2419 bölümünde yılın uzunluğu doğru olarak saptanmaktadır.
-Büyük piramitin tepesi Kuzey kutbunu, çevresi ekvatorun uzunluğunu temsil eder. Ve iki uzunluk aynı miktarda uygunluk gösterir.
-Piramitin yüksekliğiyle, çevresi arasındaki oran, bir dairenin yarı çapıyla çevresi arasındaki oranın dengidir. Dört kenarlar dünyanın en büyük ve çarpıcı üçgenleridir.
-Büyük piranit dünyanın kara kitlesinin merkezinde yer alıyor
- Piramit içerisine koyulan bir bitki hiç ışık almasa da normale göre daha hızlı büyümektedir.
- Piramitlerin içi yazın serin, kışın ise ılık olur.
- Gize Platosu’ndan geçen boylam, denizlerle karaları iki eşit parçaya böler.
- Mumyalarda radyoaktif madde bulunduğundan; mumyaları ilk bulan 12 bilim adamı kanserden ölmüştür.- Piramitlerin içerisinde ultra saunt, radar, sonar gibi cihazlar çalışmamaktadır.

- "Piramit" in içine bırakılmış su beş hafta süreyle bekletildikten sonra yüz losyonu olarak kullanılır.

- Çöp bidonu içindeki yemek artıkları hiç koku yaymadan piramitler içinde mumyalaşır.

- Kesik, yanık, sıyrık gibi yaralar bir piramidin içinde daha çabuk iyileşme eğilimi gösterir.

- Piramitlerin bazı odalarının içinde ne olduğu hakkında bir bilgi yoktur. Araştırmacıların çoğu ya içinde kayboldu ya da aynı yerde birkaç tur attılar fakat içlerini göremediler.   
Evet bu devasa mühendislik harikası yapıların gizemini aydınlatmada günümüz teknolojisi bile yetersiz kalmaktadır. Ve hayranlık verici bir orantıya sahip bu yapılar, gizemini taşların suskunluğuna bırakmıştır.

22 Eylül 2010 Çarşamba

GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALAR(GDO) KORKUTUYOR

Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), genetiği değiştirilerek üretilen somon balıklarının süpermarketlerde satışına izin verip vermemeyi tartışıyor.
İngiliz Independent gazetesinin manşetine taşıdığı “Bilinmezliğe doğru dev bir atılım” başlıklı habere göre insanlığın yaşam biçimini değiştirebilecek olan GM Atlantic somonu adı verilen balık, doğal ortamda yetişen ortalama bir somondan tam üç kat büyük ve tamamen laboratuvarda yetiştirildi.
GM Atlantic, kuzeni vahşi somondan tam iki kat daha hızlı büyüyor.
Genleri, daha hızlı büyümesini sağlayan hormon seviyesini artırmak için Pasifik Chinook somonu ve okyanus mezgiti (Zoarces americanus) adı verilen iki ayrı tür balıktan alınan genlerle değiştirildi.
20 yıl süren araştırmaların sonunda elde edilen bu balığı geliştiren firma AquaBounty Technologies yıllar süren hukuki zorlukların ardından FDA’nın artık ürününe onay vereceğine inanıyor.
FDA onayının alınması durumunda balık, ABD ve ardından da dünyanın geri kalanında satışa sunulabilecek. Yürütülen geniş çaplı araştırmaların sonunda bu balığın ne insan sağlığına ne de çevreye ciddi bir risk oluşturmadığı için FDA’nın olumlu karar vermesi bekleniyor.
Doğaya karışmaları durumunda bile vahşi somonlarla karışmaları mümkün değil çünkü GM balık yumurtaları yalnızca kısır dişiler üretiyor.

Kaynak:milliyet.com.tr

GOOGLE' DA SKANDAL

Kullanıcıların yoğun olarak kullandığı anlık mesajlaşma yazılımı Google Talk'taki bazı konuşmaların firmanın üst düzey mühendisi David Barksdale tarafından izlendiği ortaya çıktı.
1 Nisan 2004 tarihinde hayatımıza giren Gmail, Hotmail ve Yahoo’nun 10MB alan verdiği dönemde 1GB depolama kapasitesiyle bir anda gündeme oturmuştu. Yenilikçi yapısıyla kimileri tarafından tepki çekse de milyonlarca kişinin ilk tercihi olmayı başardı.

Radikal'in haberine göre 7 Şubat 2005 tarihindeyse yine benzersiz bir yeniliği deneyen Gmail, eposta arayüzüne ‘chat’ fonksiyonu da yerleştirdi. Bu girişim birkaç ay sonra Google Talk (Gtalk) adlı bağımsız bir uygulamaya da döndü.


İki tarafta da şifreli altyapı kullandığı ve filtrelere takılmadığı için yüz milyonlarca Gmail ve Gtalk kullanıcısının günlük alışkanlığı haline gelen bu hizmet hakkında ortaya çıkan bir gerçekse herkesin keyfini kaçırdı.

Google yöneticilerinin de kabul ettiği bu habere göre David Barksdale adlı 27 yaşındaki üst düzey bir Google yazılım mühendisi kullanıcıların hesaplarına girerek sohbet kayıtlarını ve yazışmalarını okudu. Küçük yaştaki kız ve erkek çocukların mağdur olduğu gelişmede Barksdale’in yazışma kayıtlarına girerek kullanıcıların özel hayatlarına dair bilgiler sızdırdığı ve onları tehdit ettiği belirlendi. Hatta tehdit ettiklerinden birisi kendini engelleyince (bloke edince) bu engeli yine sistemden kaldırarak eylemine devam ettiği anlaşıldı. Barksdale’in işinden olmasıyla sonuçlanan bu durumu ortaya çıkaransa çocuklarından gelen şikayetler sonrası Google’a başvuran ebeveynler oldu.

Google tarafından yürütülen araştırmada David Barksdale’in gözüne kestirdiği kişilerin Gmail altında kayıtlı e-posta mesajları, adres defterleri, Google Talk hizmeti üstünden yaptığı sesli ve yazılı iletişim kayıtlarını kopyalayıp incelediği ortaya çıktı.

Asıl merak konusu gerçekte kaç kişinin bu tip olaylarda mağdur olduğu. Çünkü son yaşanan olay daha önceden de benzer olayların yaşanıp kurum içinde örtbas edilmiş olma ihtimalini akla getiriyor. Zira Google tarafından yapılan açıklamalardan birinde Barksdale olayının bu türden ikinci sefer başlarına geldiğine değinildi. Oysa ilkinden o ana kadar hiç kimsenin haberi bile olmamıştı. Hepsinin ötesinde küçük bir grup da olsa bazı mühendislerin istediği herkesin bütün iletişim kayıtlarına kolayca ulaşabilir olması da tüyler ürpertici.

Kaynak:hürriyet.com

KABLOSUZ İNTERNETTE YENİ BİR ÇAĞ

Google yaptığı açıklama ile yeni kablosuz internet bağlantısı deneyini duyurdu.
Amerika'da Ohio'nun güneyinde küçük bir kasabada düzenlenen deneyde, eskiden televizyonların kullandığı radyo frekanslarından yararlanılıyor. Televizyon yayınları analog'dan dijitale geçtiği için belirli frekanslar boşta kalmış durumda.
İşte Google bu boşta kalan frekansların yüksek hızlı kablosuz internet bağlantısında nasıl kullanılabileceğini ve potansiyelini göstermek için çalışıyor. Üstelik bu çalışma için FCC'den özel bir izin alan Google, yalnız da değil. Microsoft benzer bir deneyi Redmond kampüsünde yürütüyor.
23 Ekim'de FCC komisyonu bu eski televizyon bantlarının internet bağlantısına tahsis edilip edilmeyeceğine karar verecek.
Google'ın özel izinle yürüttüğü deney, kablosuz internetin kitabını baştan yazacağa benziyor.
Kaynak: Hürriyet.com

21 Eylül 2010 Salı

ARKADAŞIM EŞEK...

İnsanoğlu çoğu zaman yapılan beceriksizlikleri eşşeklikle nitelendirse de aslın da bu sevimli hayvan tahminlerimizden çok daha akıllıdır.. Eşek iyi bir kılavuzdur. Gittiği yolu hiç unutmaz ve o yoldan asla şaşmaz.. Bu nedenle de eskiden büyüklerimiz deve ya da katır kervanlarının önüne daha önce bu yoldan gitmiş bir eşeği kılavuz olarak koyarlardı.. Yine atalarımızın ''eşek bir defa çamura düşer ''deyimi de oldukça doğru bir tesbittir.. Ve yine inanmayacaksınız ama bu hayvan çok iyi bir  yol mühendisidir. Evet yanlış duymadınız...Bu akıl küpü hayvan yokuşları en fazla %7 eğimle ve kısa mesafelerde virajlar alarak çıkar.
Hatta bu konuda çoğumuzun bildiği meşhur bir de anadolu fıkrası vardır:
1950'li yıllarda Amerikalı mühendisler Türkiye'ye gelmiş. Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış. O zamanlarda yol güzergahını belirleyecek alet yok, eleman yok..Mühendisler eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından şeritmetre çekiyor ve eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış. Bunu gören Amerikalı mühendis ne yaptıklarını anlayamamış ve sormuş:
-Ne yapmaya çalışıyosunuz böyle?
-Rampada yolun güzergahını belirliyoruz..
-Nasıl yani anlayamadım?
-Eşek %7 eğimin üstüne çıkmaz, biz de eşeğin ayak izlerine kazık çakıp rampada yol güzergahı belirliyoruz.
Amerikalı mühendis katılarak gülmeye başlamış ve kendine gelince merakla sormuş:
-Peki eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?
Yetkili mühendis cevap vermiş:
-Amerikadan mühendis getiriyoruz:))

alıntı

19 Eylül 2010 Pazar

Yoğurt Koydum Dolaba...

Yoğurt Türk kültürünün bir parçasıdır. Evet evet sadece Türk mutfağının değil Türk kültürünün bir parçasıdır. Öyle ki üzerine türküler yakılmış, atasözlerine-fıkralarımıza konu olmuştur.
Yoğurdun faydaları ise bugün tüm dünyada bilinmekte, tüketimini artırmanın yolları aranmaktadır.
Peki büyük marketlerden ambalajıyla aldığımız bıçakla kes çatalla ye modundaki yoğurtlar ne kadar sağlıklı bunu tabi ki test etmeden bilemiyoruz ama eskiden benim çocukluğumda yoğurtlar ekşi olurdu. Bir hafta dolapta durdumu zaten iyice ekşir bozulmaya başlar annelerimiz tarafından çorba yada ayran yapılırdı.
Ama şimdi ki yoğurtlar öyle mi? Günlerce dolapta hiç bozulmadan kalabiliyorlar, tatları da hiç çocukluğumdaki yoğurtlara benzemiyor oldukça tatlı sayılırlar o zamankilere nazaran. Bu kadar geç bozulması içindeki kimyasalların sebebidir diye geliyor insanın aklına. Bunun yanısıra bir devlet üniversitesinde veterinerlik fakültesinde profesör olan eski ev sahibimiz yoğurdunu hala daha evde kendisi yapmaktaydı bize de dışarıdan yoğurt almamamız konusunda sıkı sıkı tembihler, kendi el yapımı yoğurtlarından bize de ikram ederdi. El yapımı yoğurtla hazır yoğurt arasındaki farka dikkat çekmek için hazır yoğurtların o kadar katı ve şekilli olmasının sebebi içine duvar kağıtlarının yapışmasını sağlayan tutkalımsı bir madde konulmuş gibi örneğiyle pekiştirir bizi hazır yoğurtlardan tamamen soğuturdu.
Dediğim gibi hazır yoğurtların sağlıklı olup olmadığı kesin karar verilmeden önce üzerinde tartışılası uzun uzun incelenesi araştırılası bir konu ama ev yapımı yoğurdun yerini  tutamayacağı da bir gerçek.
Yoğurdun faydalarına baktığımızda ise gerçekten say say bitmez dedirten cinsten.
Bu protein deposunun ilk aklıma gelen faydası gıda zehirlenmelerine karşı koruyucu olmasıdır. Ben bunu bizzat test edip onayladım. Şöyle ki minik bir yavru kedimiz vardı bahçede fareler için konulan zehirli maddelerden birini yemişti, çok korkmuştuk o an aklımıza kediye yoğurt yedirmek geldi. Kedicik Tarçın, yoğurdu yedikten sonra söylemesi ayıp içi dışına çıkarcasına istifra etmiş sonra da çok şükür iyileşmişti. Sizin de aklınızda bulunsun!!!
Sonra bağırsak sistemi üzerine faydaları artık herkes tarafından kabul edildi. Sindirim ve gaz problemi yaşayanlar için oldukça faydalı.
Rahatlatıcı, serinletici etkisi olduğu da bir gerçek. Hatta kolon kanserine karşı koruyucu olduğu bilinmekte. Kolestrolü düşürücü, bağışıklık sistemini güçlendirici, ağız ve diş sağlığı için önemli, zayıflamaya da yardımcı olduğu da bir hakikat.
Sütün fermantasyonu sonucu oluşan yoğurt alkolsüz içecek sektörünün büyük bir kısmını elinde bulunduran gazlı içecek sektörüne de iyi bir alternatif aslında. Yoğurttan yapılan o buz gibi leziz ayranlar hem serinletici hem de gazlı içeceklerin yerini alabilecek dolabımızda bulunması gereken sağlıklı bir içecek.
İçinde meyve parçacıklarıyla da güzel ve sağlıklı bir atıştırmalık benim için.
Tüm bu sohbetin üzerine fonda 'Yoğurt koydum dolaba ellere vay, bugün başım kalaba ellere vay' türküsüyle bol yoğurtlu günler diliyorum ....

Fazla Düşünmeyin, Üzülürsünüz!

Sevgili bilim meraklıları bugün okuduğum ve bana ilginç bir o kadar da mantıklı gelen bir haberi sizlerle de paylaşmak istiyorum. (:

Fazla düşünmeyin, üzülürsünüz!

Hayat ve kararları hakkında çok fazla kafa yoran insanların bellekleri zayıflıyor, depresyona eğilimli oluyor. Sorumlusuysa beynin ön lobu!

University College London’da gerçekleştirilen deneyler sonunda, beynin ön lobunda daha fazla hücre bulunan insanların verdikleri kararlar hakkında daha fazla kafa patlatan ve sık sık 'kara kara düşünen' kişiler olduğu ortaya çıktı.

Prefrontal Korteks denilen beyin bölgesinin büyüklüğü ile beyinsel faaliyetler arasındaki fiziksel bağı kanıtlayan bu ilk çalışma sayesinde, otizm ve bazı diğer zihinsel hastalıkların tedavi ve takibinde yeni yöntemler geliştirilebilecek.

Science dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, 32 deneğin katıldığı araştırma ön lobu daha büyük olan kişilerin verdikleri ve verecekleri kararlar hakkında 'kara kara düşünen" kişiler olduğunu gösteriyor.


Bu kişilerde ‘çalışan belleğin’ de diğerlerine kıyasla daha zayıf olduğu görülüyor. Ekipte yer alan Stephen Fleming, bu davranışın depresyona eğilimi de artırdığı görüşünde. Nitekim, 'çalışan belleği' daha zayıf olan kişiler arasında kendi kararları hakkında sürekli düşünen ve sıkıntılı kişilerin çok olduğu göze çarpıyor.

alıntıdır.

17 Eylül 2010 Cuma

Neden Yemek Seçiyoruz?

      Şahsen çok yemek seçen biri olarak bu konunun araştırılmaya değer olduğunu düşünenlerdenim. ADB- DUKE Üniversitesindeki bilimadamları da benimle aynı görüşte olmalılar ki bu konu hakkında detaylı bir çalışma içersine girmişler.
Yemek seçme problemi diğer birçok sorun gibi genetik faktörlere dayandırılıyor. Zaten eğer birşeyin nedenini bulamıyorsak genetiktir genetik diyip kestirip atıyoruz. Eğer genetik olsaydı anne-babanın yemediği birşeyi çocuklarının da yememesi gerekirdi ki bugüne dek aile boyu bir seçicilikle karşılaşmadım doğrusu. Lakin daha geniş kapsamlı düşündüğümüzde her toplumun atalarından gelen bir yemek kültürü olduğuna göre bir Türk'e bir Japon'un yediği gibi böcek ızgara, böcek cız-bız yediremiyeceğimizi varsaydığımızda bu tezde oldukça mantıklı geliyor kulağa.
Bununla birlikte bence tamamen psikolojik bir olgu yemek seçmek. Kendimde bir yemek seçer olarak gönül rahatlığıyla dile getiriyorum bu tezimi. Mesela vejetaryanım diyemem ama et yemem ben ne kırmızı et ne tavuk ne balık, çorba içmem, ıspanak sevmem, şerbetli tatlıların tadına bile bakamam, şehriyeyi hiç sevmem, armudu, muzu, cevizi de yiyemem, siyah çay da içmem, hatta öyle ki minik boncuk makarnayı yiyebilirken fiyonk yada burgu şeklindeki makarnayı bile yiyemem yani şekilden bile nem kaparım, dereotu varsa bir yemekte mutfağa bile giremem, onu yemem bunu yemem liste yapsam böyle uzar gider işte malesef ... Tüm bunları yemememin ise tek bir sebebi var: Bu gıdalardan tat alamamam. Sırf yemiş olmak için de yemek saçma geliyor açıkcası bana. Bir nebze de olsa zevk almalı kişi, damağına hitap etmeli di mi ama yedikleri?
Bilimadamlarının bu konuya da en kısa zamanda bir çözüm getirmesini bekliyoruz. Öne sürüldüğü gibi yemek seçme konusunda  genetik faktörlerin mi, çevresel faktörlerin mi yoksa psikolojik faktörlerin mi daha baskın olduğunun bulunması, yemek seçme sorununa bir çözüm getirilmesi en çokta ebeveynlerin işine yarayacak sanırım.
Ne olursa olsun;
Her besinin tek tek çok değerli olduğu muhakkak ama o bilince gelmek içinde daha kırık fırın ekmek yemek gerek bu da bir hakikat ...

SÜPER MARİO 25 YAŞINDA

Bir zamanların en popüler oyunu olan Süper Mario, 25. yılını geride bıraktı.
Dünya çapında hemen herkesin çok yakından tanıdığı ve çocukluğunu veya gençliğini bir şekilde onunla geçirdiği Süper Mario, 25 yıldır hayatımızda... Eski popülaritesi olmasa da, hafızalarda yerini hala koruyan efsane oyun için birçok farklı sürüm geliştirildi. Bunların başında Mario Kart serisi, Super Smash Bros, Super Mario World, Super Mario Galaxy ve Mario Party geliyor.

www.kasifim.com 'da yer alan habere göre yapımcısı Shigeru Miyamoto olan Mario için "Mario yerinde durmuyor; teknoloji geliştikçe biz de Mario'yu ona göre uyarlıyoruz ve serinin en iyisini yapmak için elimizden geleni yapıyoruz" diyerek Super Mario'nun daha uzun yıllar aramızda olacağının sinyallerini verdi.

Kaynak:hürriyet.com.tr

ŞARJ KABUSU SONA MI ERİYOR?

Bilim adamlarının geliştirdiği yeni bir sistem, şarj kabusunu sona erdirecek. Telefonla konuştukça şarj olan cep telefonları, kullanıcıları büyük bir sıkıntıdan da kurtarmış olacak.
Cep telefonunuzun kısıtlı batarya ömründen şikayetçi misiniz? Bilim adamlarının geliştirdiği yeni sistem sayesinde cep telefonuyla konuşan kullanıcılar, konuştukça telefonunu şarj edecek, şarj problemi tamamen ortadan kalkacak.
Koreli bilim adamları geliştirdikleri ve telefonlarda kullandıkları nano-malzeme ile telefonların ses gücüyle şarj olabilmesini sağladı. Telefonda bulunan bu özel malzeme, ses dalgalarını kullanarak telefonun güç tüketimini durduruyor ve bataryayı tekrar doldurmaya başlıyor.
Piezoelectric ismini taşıyan bu özel malzeme, mekanik enerjiyi doğrudan elektriğe dönüştürebiliyor. Şeker kamışı ve kurutulmuş kemikte de bu malzeme bulunuyor.

Kaynak:Hürriyet.com.tr

16 Eylül 2010 Perşembe

SİMYADAN KİMYAYA..

Modern kimyanın 200 yıl kadar önce doğduğu söylenebilir. Ama onu oluşturan, doğmasını sağlayan bilgi ve deneyim birikimi yaklaşık 5000 yıllıktır. Özellikle 20. yüzyılda kimya alanında çok büyük gelişmeler oldu. Ne var ki kimya bir zamanlar, hem de çok uzak olmayan bir geçmişte, büyünün ve batıl inanışların egemenliğinde olan bir uğraştı. Bu uğraşa simya denilirdi. Kimya, tarihsel olarak simyadan evrilerek ortaya çıkmıştır. Her ne kadar simyacılar hakkında genel görüş onların sözde bilimadamı, hatta kaçık yada şarlatan oldukları yönünde ise de kimyanın doğuşuna kadar geçen binlerce yıl boyunca maddelerin özellikleriyle ve birbirleriyle olan etkileşimleriyle ilgilenenler hep simyacılar olmuştur.
Tıpkı günümüz kimyacıları gibi simyacılar da zamanlarının büyük bir bölümünü laboratuvarlarında geçirirdi. Ama onlar, kimyacılar gibi maddeler arasındaki ilişkilerin nasıl olduğunu, değişimlerin neden ortaya çıktığını anlamaya çalışmazdı. Birçok simyacının temel amacı sıradan metallerden altın elde etmekti. Her simyacının hayallerini süsleyen maddelerin başında da felsefe taşı olarak bilinen büyülü bir taşı elde etmek gelirdi. Bu taşın, taşıdığı güç sayesinde sıradan metallerin bakır, kalay, demir ya da kurşun gibi altına dönüşeceğine inanılırdı. Bunun için sıra dışı  deneyler yapmaktan çekinmezlerdi. Örneğin Hamburglu simyacı Henrig Brand bu amaçla 1669' da aslan idrarıyla yüzlerce deney yapmıştı. Ona göre bu soylu hayvanın idarında altın bulunmaktaydı. Aylar süren uğraşısının sonunda kuşkusuz altın elde edemedi ama parlayan yeni bir madde buldu. Ona ışık taşıyan anlamına gelen yunanca 'fosfor' adını verdi.
Bazı simyagerler gerçekten kaçık ya da şarlatan olsa da, çoğu entellektüel akademisyenler ve önemli bilim adamlardır. Mesela, Isaac Newton ve Robert Boyle'un simyacı olduğu bilinmektedir.
Bunun yanında bazı simyacılarda yaşamlarını her türlü hastalığı iyileştirdiğine, sonsuz gençlik ve ölümsüzlük verdiğine inanılan  yaşam suyunu(ab-ı hayat)aramaya adamışlar ve zamanlarının büyük çoğunluğunu mucize ilaçlar, zehirler ve iksirler hazırlamaya harcamışlardır.
Ayrıca simyayla uğraşanların doğaya ve onu oluşturan maddelere bakışları çok farklıydı. Evrenin dört elementten oluştuğuna inanırlardı. Bunlar hava, toprak, ateş ve suydu. Onlara göre yeryüzündeki bütün maddeler bu elementlerin değişik oranlardaki karışımından oluşmuştu. Bu elementlerin taşıdığı bazı temel özellikler de vardı:soğukluk, kuruluk, sıcaklık ve ıslaklık. Tüm elementler bu dört özellikten ikisini taşırdı.Ateş sıcak ve kuru; toprak kuru ve soğuk; hava sıcak ve ıslak; su ise ıslak ve kuruydu.
Elbette simyacıların felsefe taşını ya da yaşam suyunu elde etmek için denediği hiç bir yöntem sonuç vermedi. Ama simyacılar yüzyıllar boyunca büyük saygınlık gördüler ve destek aldılar. Saygınlık ve desteğin nedeni ne hedefleri ne de yazınlarına hakim olan mistik ve felsefi görüşlerdi. Saygınlıklık görmelerinin temel nedeni zamanlarının kimya endüstrisine yaptıkları katkılardı. Binlerce yıl boyunca bunca simyacının umarsız çabası sıraında insanlığın yararına birçok madde bulundu, çeşitli aletler geliştirildi ve yöntemler ortaya çıktı. Bunlar arasında barutun keşfi, madenlerin test ve rafine edilmesi, metaller üzerindeki çalışmalar, mürekkep, kozmatik, boya üretimi, deri boyanması, seramik ve cam üretimi, likör ve esans üretimi sayılabilir. Ve bu çılgın adamlar sayesinde modern kimyanın temelleri yavaş yavaş atıldı. Ve her ne kadar kaçık olarak görülseler de pek çok bilim insanı doğayı ve insanı bilimsel olarak ele almadan önce bir süre simyayla uğraştı...

Kaynak: wikipedia Alchemy maddesi; Fullmetal Alchemist; Dharma Ansiklopedisi; Bilim ve Teknik Dergisi Yıldız Takımı Eki; alchemy:Francis Bacon's, The making of Gold..

15 Eylül 2010 Çarşamba

HAYATI 'SOL'DAN YAŞAMAK...

Beynin sol yarımküresi vücudumuzun sağ tarafını, sağ yarımküresi de sol tarafını yönetmektedir. Dolayısıyla beynin sağ lobunun sol lobuna göre daha gelişmiş olması durumuna solaklık denir diyebiliriz ki genel olarak günlük işlerde sol elin, ayağın vs. sağ el, ayağa göre daha baskın kullanılmasına solaklık denmektedir.
Solaklığın nedeni konusunda tıp dünyasında kesin bir sonuca varılamamakla birlikte genetik faktörlere, bebeğin anne karnındaki gelişimine bağlı olduğu şimdilik daha yaygın olarak kabul edilegelen görüşlerdendir.
Solaklığın nedeni bilimadamları tarafından araştırıla dursun solak kişilerin yaşadığı gündelik sorunlar onların toplum tarafından sakar olarak nitelendirilmelerine hatta sağaklara göre daha az yaşamalarına sebep olmaktadır. Sağaklara göre kurulan bir dünya düzeninde solakların yaşadığı gündelik sorunlara baktığımızda;
Zaten solak olduğunuz anlaşıldığı an büyüklerinizden sağak olmaya teşvik konusunda bir baskı görürsünüz ki en büyük sıkıntılardan biridir sizi solak olarak kabul etmelerini sağlamak.
Cetvel, makas, bıçak, cezve, kepçe gibi araçları kullanmaları sağaklar anlamasa da solaklar için bir mucize mahiyetindedir.
Büyükşehirlerde yaşıyor akbil veya ego kartı kullanıyorsanız üstüne üstlük birde solaksanız akbili basarken veya ego kartıyla turnikeden geçmeye çalışırken herkes sağ eliyle kartını okutup soldaki turnikeden geçmeye çalışırken siz sol elinizle kartı okutup sağ taraftaki bambaşka bir turnikeden geçmeye çalışırsınız ama başarılı olamazsınız ta ki karşıdan sizi görüp uyaran güvenlik görevlisinin ikazına dek.
Okul dönemi başlı başına bir sorundur zaten. Sıra arkadaşınızın da solak olma ihtimali çok düşük. Dolayısıyla siz hep solda oturmak zorunda kalan taraf olursunuz kollarınızın çarpışmaması için. Sıra değil de kolçaklı sandalye varsa bir de daha büyük bir problem sizi bekliyor demektir çünkü hiçbir zaman aradığınızda sol kolçaklı bir sandalye bulamazsınız. Sağ kolçaklı bir sandalyede eğri büğrü oturur yada yandaki boş sandalyenin kolçak kısmını da işgal edersiniz.
Saatinizi sağ kolunuza takarsınız dolayısıyla saatinizi ileri-geri almak istediğinizde buton terste kalacağı için kolunuzdan çıkarmak zorundasınızdır.
Mouse kullanıyorsanız mouse PCnizin hep solundadır ve sizden sonra gelen kişinin mouse un burada ne işi var diye tepkisine maruz kalırsınız ayrıca herkesin tıklama işi için kullandığı işaret parmağı yerine siz orta parmağınızı bu konuda üstün beceri sahibi yaparsınız.
Birçok teknolojik eşyayı (telefon, fotoğraf makinesi, klavyedeki numberpad, vs.) kullanmakta zorluk çekerseniz, düğmeler hep ters tarafa konmuştur çünkü.
El sıkışırken önce sol elinizi uzatır gayri ihtiyari karşıdaki kişinin ufak bir şaşkınlığından sonra 'Seni şakacııı seniiiiiii' ithamıyla karşılaşırsınız.
Hele bir de bayansanız ilk etapta tığ tutamaz, kaniviçe işleyemez, örgü öremezsiniz. Bunları öğrenmek  için ekstra ekstra çaba sarfetmeniz gerekir. Hem cinsleriniz inci inci çeyiz dizerken siz onları seyredersiniz.
Trafiğin sağdan aktığı bir ülkede yaşıyorsanız ki büyük ölçüde öyle araba kullanmakta bir sanat oluyor sizin için.
Cicili bicili kupalar alıp birşeyler içmek istediğinizde asla o beğenerek aldığınız kupanızın figürünü göremezsiniz.
Ambalajlı bir ürünü açmak istediğinizde açma yerini bulana kadar akla karayı seçersiniz.
Kapıları, dolapları, pencereleri açarken hep kolların, kulpların neden ters takıldığını düşünürsünüz.
Musluklarda eliniz farkında olmadan hep önce sol tarafa gider ve sıcak su temasıyla kendinize gelirsiniz.
Sizi sol elinizle yazan biri gördüğünde nedense şaşırıp sanki çok anormal bir durummuş gibi 'Aaaaaa sen solak mısın?' sorusuna muhattap kalırsınız.
Yazdığınız yazıyı göremezsiniz. Kara kalem veya mürekkep kullanıyorsanız eliniz yazdıklarınızın üzerinden geçtiğinden hiç temiz kalamazsınız.
Lakin solaklık gerçekten bu kadar negatif birşey midir? Bir solak için tüm bu olumsuzlukların yanında oldukça da eğlenceli birşeydir aslında.
Mesela;
Burası benim tersime geldi diyip otobüslerde istediğiniz özelliklede cam kenarına geçme şansı tanır size,

Sonra okul döneminde öğretmenler düzgün oturun, kağıtlarınızı kapatın diye uyarırken siz sağa dönmüş bir şekilde ben solağımda ondan öyle yazamıyorum diyip kopya alma-verme işlemlerinde başarı sağlayabilirsiniz. (Tabi siz kötü çocuk olmayın uslu uslu oturup cevaplayın soruları... )
Solaklar zekidir tezini arkanıza alıp yürü ya kulum modunda dolaşabilirsiniz.
Birçok spor dalında kendinizi geliştirip bu özelliğiniz sayesinde başarılı bir sporcu (futbol, tenis, ekstrim, vs. ) olabilirsiniz.
Dünya nüfusunun yaklaşık %10-%15 inin solak olduğu bilindiğine göre bu ayrıcalığın tadını çıkarabilirsiniz.
Diğer solakdaşlarınızla daha kısa sürede iletişim kurup, diğer insanlara göre çok daha kısa sürede kaynaşabilirsiniz. Yaşasın solak kardeşliği moduna geçebilirsiniz.
Genelde dikkat çeken biri olursunuz.
 Yani dezavantajları avantaja rahatça çevirebilirsiniz.
Tüm bu avantaj-dezavantajın yanısıra solaklık toplumlarda geçmişte de günümüzde de çokta hoş karşılanan bir durum değildir. Avrupa'da Ortaçağ döneminde solaklara cadı damgası vurulmuş ve sol tarafında beni olan kadınların yakıldığı rivayet edilmektedir. Japonya'da ise evlendikten sonra eşinin solak olduğunu öğrenmesi boşanmayı meşru kılan sebeplerden biri sayılmakta imiş. İslam dünyasında da sol elle yemek yemenin haram kılındığını biliyoruz. Şeytanın sol elle yemek yiyor olması, geçmişten bugüne birçok resimde solak olarak çizilmiş olması solaklığın birçok toplum tarafından hoşgörülmemesinin altında yatan sebeplerden olabilir.
13 Ağustos'un Dünya Solaklar Günü olarak kutlanıldığını hatırlatır, bu dünyada yalnız olmadığınızı belirtmek isterim.
Birgün bile olsa dünyayı sol tarafından yaşamak dileklerimle ...