Çatışan Kültürler, Bernard Lewis, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999
Keşifler çağında Hristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler
Yazar bu kitapta üç kültürün, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi kültürlerinin, tarihin belli bir anında çatışmasını fetih, ülkeden çıkarılma ve keşif ana başlıkları altında ele alıyor. 1492, İber Yarımadası'ndaki İslam egemenliğinin sona erdiği, Yahudilerin bu topraklardan çıkarıldığı ve Amerika'nın keşfedildiği yıldı. Yazar bu üç sürecin birbiriyle ilişkisini, etkileşimlerini ve sonuçlarını tarihsel bir çerçevede inceliyor. Avrupa'yı merkez alan tarih anlayışını eleştirirken bu kıtanın dünya uygarlığına yaptığı katkıları da görmezden gelmiyor; dogmatizmden uzak, çözümlemeci bilimsel anlayışı ve etkileyici üslubuyla bize bir dönemin çarpıcı bir tablosunu çiziyor.
FETİH
1492 yılının başında, Katolik hükümdarlar Aragonlu Fernando ve Kastilyalı Isabel’in birleşik orduları İspanya’daki müslüman iktidarın son kalesi olan Gırnata’ya girdiler ve böylece İber yarımadası’na egemen olmak için Hristiyanlık ile İslamiyet arasında sekiz yüzyıldan beri süren mücadelenin son Hristiyan zaferini kazandılar. Gırnata’nın fethiyle Avrupa’nın güneybatı topraklarındaki son Müslüman hükümranlığına da son verilmiş oldu. Bu olay İspanyol Hristiyanlar için şaşırtıcı olaylar yılı olan 1492’nin ilk olayıydı. Avrupadaki bu fetih diğer fetihlerden farklıydı. Çünkü olayın toprak boyutundan ziyade din boyutu da vardı. Avrupalıların gözünde Hinduizm nasıl bir Hindistan dini ise, Hristiyanlık ta bir Avrupa diniydi ve bu coğrafyada başka dini görmeye tahammül yoktu. Avrupa tarihçilerinin ortaçağ olarak adlandırdığı yüzyıllarda ayakta kalabilmiş iki misyonerlik dini olan Hristiyanlık ve İslamiyet, haklı olarak birbirlerini başlıca rakip olarak görmekteydi. Kabaca bin yıl boyunca, yani Müslüman orduların 7.yüzyıl başlarında Doğu akdeniz’deki Hristiyan topraklarına yönelik ilk saldırısından Türk ordularının 1683’te ikinci ve son kez Viyana önlerinden geri çekilmesine değin geçen sürede Hristiyanlık alemi İslamiyetin sürekli ve yakın tehtidi altında yaşadı.
Avrupalıların İslamiyete ve karşılaştıkları müslüman halklara, Mağribilere ve Serazenlere, Tatarlara ve Türklere ilişkin değerlendirmelerinde yaygın bir korku duygusu vardır. Bu korku edebiyata da yansımıştır. Müslümanlara göre ise kuzeybatı sınırlarının ötesindeki topraklar kirli ve pis alışkanlık alışkanlıklara sahip, çok düşük bir kültür seviyesinde, yerine yenisi geldiği için aşılmış bir dine inanan ve Tanrının mukadder kıldığı kölelik kurumu aracılığıyla asgari bir uygarlık düzeyine çıkabilecek kendi insanları dışında çok az değerli mal sunabilen egzotik ve pitoresk kabilelerin yaşadığı ücra, vahşi ve el değmemiş bir bölgeydi. Müslümanların gözünde dünya, Müslüman inancının ve hukukunun sürdüğü darü’l-İslam ve bunların var olmadığı darü’l-harp olmak üzere ikiye ayrılmıştı. İkisi arasındaki sürekli savaş hali Allah’ın kelamının bütün insanlığa götürülmesine değin sürecekti. Özellikle Bizans ve ardından Avrupa Hristiyan alemi başlıca darü’l-harp bölgesiydi.
Tarafların her ikisinde birbirlerini kafirlikle suçluyorlardı. Ancak, bunu yaparak temel benzerliklerini açığa vuruyorlardı. Her iki taraf ta evrensel ve nihai doğrulara, Tanrı’nın son sözüne sahip olduğunu iddia ediyor ve bunları dünyanın öteki kesimlerine götürmeyi kendileri için bir ödev olarak görüyorlardı. Ancak, Müslümanlar bu düşüncelerini gaza anlayışı içerisinde yaparken, Hristiyanlarda ise daha çok talan anlayışı hakimdi.
İspanya’daki Katolik hükümdarlar, Müslümanlara karşı kazandıkları zaferden kısa bir süre sonra dikkatlerini bir başka düşmana, yani Yahudilere çevirdiler. Siyasette ve savaşta Yahudilerin çok az gücü vardı. Hatta ticaret ve kültür alanlarında yararlı olmaları da mümkündü. Ama dinsel olarak en yakın ve en duyarlı tehdidi oluşturan unsur olarak görüldüler.
ÜLKEDEN ÇIKARILMA
Karanlık çağ denen dönemde Hristiyan Avrupa’daki Yahudiler oldukça ileri bir hoşgörüden yararlanmışlardı. Yahudilerin sıkıntıları Haçlı askerlerinin Kutsal Topraklar’da kafirlerle çarpışmaya koyulması ve işe önce içerideki kafirlerden başlamanın uygun olacağını düşünmesiyle ortaya çıktı. 11.yüzyıl sonlarından başlayarak Orta ve Batı Avrupa’daki birçok Yahudi cemaati din değiştirme yada ölme arasında bir seçim yapmaya zorlandı. Müslümanların güneybatı Avrupa’dan atılmalarıyla başlayan bir Müslüman karşı saldırısı korkusu özellikle yoğun savunma tedbirlerinin alınmasını zorunlu kılındı. Aslında yalnızca birkaç mil ötede, Cebelitarık’ın hemen karşısında güçlü Müslüman kuvvetleri duruyordu. Yahudiler özellikle o dönemde Müslüman casusu, Türk dostu olarak biliniyordu. Öteki tehlike ise dinsel nitelikteydi. İslamiyet artık tehlikeli bir düşman olarak görülmüyordu. “Öndersiz ve ayaklar altında ezilen halk” olarak görülen Yahudiler 1492’den itibaren cok sert sınırdışı edilme eylemine maruz kaldılar. Sınırdışı edilmemek için dininden dönenler ise “domuzca karaktere ve huylara sahip kişi” anlamına gelen marrinos diye hitap ediliyorlardı.
İspanya ve Portekizden kaçan Yahudiler birçok ülkeye gittiler: Fransa, Hollanda ve daha sonra İngiltere ve İtalya. Ancak sayıca en kalabalık grup bir Müslüman ülkesine; Osmanlı imparatorluğuna sığındılar. Osmanlı’nın bu insanlara kucak açmasının esas sebebi acıma duyguları idi. Yahudilerin bir İslam ülkesini tercih etmelerinin özel bir nedeni vardı. Herhangi bir Hristiyan ülkesinde tekrar eski dinlerine dönmelerinin cezası ölüm olabilirdi, ancak Osmanlı’da böyle bir tehlike yoktu. Aksine dini hayatlarını terkettiği ülkelerden daha rahat yaşayacaklarının bilincindeydiler. Hatta Türk yetkililer Yahudileri Osmanlı’ya yerleşmeleri konusunda özendirici politikalar izlediler. İspanya kralının Yahudilere yaptığı zulümleri duyan Osmanlı hükümdarı Sultan Bayezid, hallerine acıyarak bütün valilere Yahudilerin sığınma talebine olumlu cevap vermeleri hususunda fermanlar yayınladı. Yahudiler kısa zamanda Osmanlı’da ekonomik olarak güçlendiler. Öyle ki yeni fethedilen topraklara gönderilecek Osmanlı vatandaşları arasında bulunan Yahudiler ayrıldıktan sonra eski vilayetin vergi gelirlerinde büyük düşüşler görüldü.
Yahudi’lerin İspanya’dan kovulmalarını müteakip aynı muamele Gırnata’nın fethinden sonra orada kalmaya devam eden Müslümanlara da yapılmaya başlandı. Onların da sonu göç yada acımasızca öldürülmekti. Müslümanlara da “vahşi hayvan” anlamına gelen marisco diye hitap ediliyordu.
Gerek Müslüman, gerekse Yahudi sürgünler Arapça ve İbranice adlarıyla, yani Endülüs ve Sefarad olarak hatırladıkları yitirilmiş yurtları için kuşaklar boyu matem tuttular.
KEŞİF
Hristiyanlık, Müslümanlığı İberya ve Rusya’dan sürmekle büyük bir çarpışma kazanmışlardı. Ama bu, savaşı kazanmış olmak demek değildi. Hem İspanyollara hem de Portekizlilere göre, yaptıkları şey aynı düşmana karşı mücadeleyi sürdürmekti; bu bakımdan Seylan ve Filipinler gibi uzak yerlerde karşılaştıkları müslümanlara da Mağribi adını taktılar.
Kolomb’un denize açılmasından birkaç yıl sonra Hindistan’a varan Vasco da Gama, buraya “Hristiyanlar ve Baharat aramak üzere” geldiğini belirtirken, keşif yolculuklarının bu ikili yönünü mükemmelen ifade etmekteydi. Bu girişim, bir yandan küresel boyutlardaki bir din savaşında atılmış stratejik bir adım, öte yandan aracıyı ortadan kaldırıp doğrudan üreticiye varmaya yönelik ticari bir manevraydı. Ortaçağın doruk döneminden beri doğudan ve güneyden Avrupa’yı sıkıştıran Müslüman kıskacını kırma yönünde gittikçe güçlenen bir arzu vardı. Bütün bunların ötesinde Müslüman gücünün doğu ve güney sınırlarının dışındaki uzak topraklarda dindaşlar, ticaret ortakları ve belki de müttefikler bularak İslam dünyasını arkadan kuşatma gibi çok daha iddialı ve hiç de yeni olmayan bir hedef vardı. Vasco da Gama’nın hedeflerini açıklarken baharatı Hristiyanlardan sonra belirtmesi şaşırtıcı değildi.
Kıtalar arasında yeni ulaşım yollarının bulunması ve yeni kıtaların keşfedilmesinin ekonomik ve siyasi faydalarının yanında olumsuz yanları da vardı. Yeni keşifler Eskidünya ve Yenidünya’da yaygın kölelik kurumuna “sömürge köleliği” çeşidi kattı. Avrupa’nın yaratıcılığı ve açgözlülüğü sömürge köleliğinin Atlas okyanusunun bütün kıyılarında hızla yayılmasını sağladı. Yenidünya’nın zengin kaynakları Avrupa Hristiyan alemine, dış ticaretini, savaşlarını ve buluşlarını finanse etme olanağı sağladı. Ancak yıkıcı iki dünya savaşıyla zayıflayıp tükenen ve emperyal konumunu yitiren Batı Avrupa, kökleri ve birçok değeri bakımından Avrupai, ama başka bakımlardan köklü biçimde farklı ve yeni bir uygarlığın doğmuş olduğu amerika’ya teslim oldu; bu durum hemen hemen bütün önemli beşeri alanlarda insanlığa yeni bir liderlik kazandırdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder