İktidar Sembolleri ve İdeoloji: II.Abdülhamit Dönemi, Selim Deringil, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2002, İstanbul
Modernleşme Tarihimizde II.Abdülhamit Döneminin İncelenmesi
Abdülhamit dönemindeki iktidar sembolizmi gözden geçirildiğinde; görülmektedir ki, sembolizmin simgeleri olarak devlet törenleri, modern protokol doğrultusunda cami mimarisinde gerçekleşen değişimler ile devlet gücünü ortaya koyan armalar, nişanlar, vb. gibi çeşitli simgesel tezahürler öne çıkmaktadır. Genel olarak, Abdülhamit dönemi Osmanlı İmparatorluğu’ndaki iktidar simgeleri, üçü padişah ve sarayla ilgili olmak üzere dört kategoriye ayrılmaktadır. Her şeyden önce, Osmanlı Devleti’nin şanı ve kudretini doğrudan yansıtan kamusal binalardaki armalar, resmi müzik, törenler ve kamusal işler gibi, padişah/halifenin kişiliğinin kudsiyeti ile bağlantılı simgeler vardır. İkinci sırada nişanlar, imparatorluk sancağı ve öteki törensel ziynetler gibi, imparatorluğun cömertliğinin daha özgül ve kişisel tezahürleri gelir. Üçüncüsü, saraydaki önde gelen isimlere ait olduğu öne sürülen hat örnekleri gibi dinsel açıdan simgesel maddelerdir.
Dördüncüsü ise, farklı bir kategori oluşturan ve Osmanlı resmi dokümantasyonunda yer alan dil sembolizmiyle ilgilidir. Her zaman hükümdarın şahsıyla doğrudan doğruya bağlantılı olmamakla birlikte, resmi belgelerde sık sık kendini gösteren belirli kilit ibare ve sözcükler, Abdülhamit dönemi bürokrasisinin yöneten ve yönetilen ilişkisi gibi sorunları nasıl kavramsallaştırdıklarına, göçebe halklara karşı tutumlarına, devlet seçkinleri olarak kendi içlerindeki ilişkilere dair çok değerli ipuçları vermektedir.
Abdülhamit döneminde devletin topluma, o zamana kadar görülmemiş bir derecede nüfuz etmesi ve buna yönelik olarak Habermas’cı söylemle, “meşrutiyet açığını” kapatmaya yönelik yeni resmi ideoloji üretme süreci başlamıştır. Bu süreç içerisinde resmi ideoloji olarak
dinin yeniden yorumlanması, Hanefi mezhebinin “resmi inanç” biçiminde öne çıkmasına neden olmuştur. Resmi inanç düzeyinde Osmanlılılar, Hanefi mezhebi gibi önceden mevcut değerleri yeni enerjiyle birleştirmek ve bunu uyruk/yurttaşları ile gittikçe yoğunlaşan ilişkilerin toplumsal harcı olarak kullanmaya yönelik olarak girişimde bulunmaya başlamışlardır.Ayrıca, bütün Müslümanların Halifesi(dünya çapında İslami önderlik iddiası) ve Hicaz’daki kutsal mekanların koruyucusu sıfatı, padişahın konumunun yeni bir içerik kazanmasını sağladı. Bu ise devlet ideolojisinin laik temelinin, İslami kelime dağarcığı ile kurulmasını sağlamıştır. Önceki yüzyıllarda, (16. yüzyıldaki Osmanlı-Safavi savaşlarında vurgulanan dönemlerle birlikte) padişahın Halife olarak konumu az çok kabul gören bir durumdu. Bununla birlikte, Abdülhamit hükümranlığına gelindiğinde, o zamana değin görülmedik bir yoğunlukla yönetme ve denetleme arzusu, merkezin rolünün sürekli olarak yeniden tanımlandığı bir duruma yol açmıştır.
Bu dönemde, Hanefi Ortodoksluğunu yaygınlaştırma çabası en çarpıcı ve yeni bir sapma olarak değerlendirilmektedir. Hıristiyan misyonerliğinin etkinliğini taklit etmeye yönelik bilinçli bir çaba ile, Osmanlı merkezi, Hanefi mezhebini benimsetme amacıyla etkin bir şekilde inisiyatifi ele geçirerek kendini savunmaya koyulmuştu.
Tanzimat dönemi, eğitim konusunda orta ve yüksek okullardaki seçkinlerin üzerinde dururken, Abdülhamit zamanında öncelikli olarak ilköğretim üzerinde durulmuştur. Aydınlar üzerinde katı bir denetimin oluşturulduğu bu dönemde, teb’asının henüz meşrutî idareyi uygulayabilecek eğitim düzeyinde olmadığını ileri süren padişah; bu düşüncesiyle örtüşen bir eğitim reformu izlemiştir. Onun döneminde, ilköğrenimin yurt sathında yaygınlaştırılması yoluna gidilmiş, yüksek öğrenimle ilköğrenim arasındaki kopuklukları gidermek üzere ortaöğretim kurumları faaliyete geçirilmiş ve bu alanda önemli mesafe alınmıştır.
Tanzimat’ın, İstanbul ve Rumeli’nin bazı büyük şehirleri dışına çıkamayan ıslahat hareketi, II. Abdülhamid döneminde kısmen yaygın hale getirilmeye çalışılmıştır. Yeni açılan okulların öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere “Muallim ve Muallime mektepleri” kurularak faaliyete geçirilmiştir. Dönemin bir başka özelliği de, müfredattaki “İslami” kapsamın gittikçe daha çok vurgulanmasıdır. Abdülhamit rejimi, zararlı Batılı etkiler olarak gördüğü unsurları, eğitim sisteminden ayıklamaya çalışmıştır.
Sultan, ülke içinde denetimi sağlamanın ve sürdürebilmenin yol ve haberleşme ağı ile ilgili olduğunu düşündüğü için ciddi bir demiryolu ve telgraf ağı oluşturmak üzere yoğun bir çaba göstermiş ve bunda da başarılı olmuştur. Ancak demiryolu siyaseti, 19. yüzyılın en önemli uluslararası ekonomik rekabetlerinden biri olan “Bağdat Demiryolu” projesi çerçevesinde Osmanlı devletini emperyalizmin en önemli rekabet alanlarından biri haline getirmiştir.
19. yüzyıl son bulurken misyonerlik, Batı’nın fiziksel olduğu kadar ahlaki üstünlük iddiasının da en önemli özelliklerinden birine dönüşmüştü. Abdülhamit döneminde Osmanlı İmparatorluğu, kendisini misyonerlik karşıtı mücadelenin ön cephesinde buldu. Misyonerlik sorunu giderek artan bir şekilde devletin vatandaşlığa doğru yöneltmeye çalıştığı tebaasını hedefleyen bir tehdit halini almıştı. Misyonerler, Osmanlı topraklarında din değiştirmenin meşru temelinin, beraberce, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, tüm Osmanlı uyruklarına, din özgürlüğü veren 1839 Tanzimat Fermanı ile 1856 Islahat Fermanı’ndan kaynaklandığını iddia ediyorlardı. Bütün bu misyonelik çabalarının sonucu ise, misyonerler için bir hayal kırıklığı olmuş ve pek az başarı kaydetmişlerdir. Bununla birlikte devlet seçkinleri tarafından, kendilerini misyoner tehdidine karşı savunmanın tek yolunun, onunkine benzer taktikler benimsemek olduğu çok iyi bilinmekteydi.
Abdülhamit zamanında Osmanlı İmparatorluğunun dışarıda arzuladığı imgeyi yaratmak için oldukça fazla çaba gösterdiği görülmektedir. Bu çabalar, tek Müslüman büyük devlet olarak imparatorluğun gitgide artan yalnızlığı ve Osmanlı seçkinlerin kendi imajlarını tüm saygısızlıklara, saldırılara ve karalamalara karşı korumaya yönelik faaliyetlerde yoğunlaşmaktaydı. Denk olmayan partner olan İslam ve Batı arasındaki iletişim, tartışma ve tanışma sürecinde, Osmanlılar kendilerini, modern uygarlığa katılmak isteyen tek İslami Büyük Devlet olarak tanıtmayı amaçlayan yorucu bir görevi üstlenmişlerdi. Abdülhamit rejimi dünya basınında, tiyatro sahnesinde veya tüm diğer kamusal forumlarda kendi saygınlığına zararlı olarak gördüğü her şeyi etkisiz hale getirmek için bulabildiği tüm kaynakları seferber etmiştir.
Bu amaçla “Uygar devletler kulübü” üyelerinin katıldığı tüm kongre ve konferanslarda temsil edilmek, Bab-ı Ali’nin hayati kaygılarından birini oluşturuyordu. Bab-ı Ali, tüm büyük dünya fuarlarında temsil edilmeye özen gösteriyordu. Bu yüzdendir ki, Abdülhamit çağında Osmanlı devlet adamları, temsil edilme aracılığıyla elde edilebilecek olan meşrutiyet meselesine önem vermişlerdi. Abdülhamit’in Edward Said’in şu sözlerine katılacağı neredeyse kesindir: “İmparatorluk için bu mücadele yalnız askerler ve toplara ilişkin değil, aynı zamanda fikirler, biçimler, imgeler ve imgelemeler ile ilgiliydi.”
Bunun yanı sıra Abdülhamit rejimi, “biz de sizin gibiyiz” imajını Avrupa’da oluşturmanın peşindeydi. Tıpkı Kayzer, Avusturya İmparatoru ve Çar gibi, Abdülhamid de bir otokrat idi. 1905’de Rusya’nın Japonya tarafından yenilgiye uğratılmasının ardından, Padişahın subayları eski düşmanı Rusya’nın yenilgisi sonrası kendisini kutladıkları zaman, bu sonucu kesinlikle kutlanacak bir şey olarak görmediğini, çünkü yalnızca kendisinin Çar’ın Avrupa’daki otokrat hükümdarlar olduklarını, bu anlamda Çar’ın yenilgisinin otokrasi ilkesine bir darbe anlamına geldiği yanıtını vermişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder