13 Şubat 2012 Pazartesi

Kendileriyle Savaşanlar, Stefan Zweig

Kendileriyle Savaşanlar, Stefan Zweig, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1997 - Ankara
 
Kleist, Nietzsche ve Hölderlin...

Kitap, kendisini ölüm tutkusundan kurtaramayan ve sonunda intihar eden şair Kleist'ı, yalnızlık içerisinde yaşayan ve hayatını şiddetli bir ruh çöküntüsü ile noktalayan yazar Nietzsche'yi ve uzun yıllarını tımarhanede ve yalnız başına daracık bir odada geçiren İdealist/romantik felsefe ozanı Hölderlin'in hayat hikâyelerini anlatmaktadır.
Bunların hayat hikâyelerinde ortak bir yan vardır: Üçü de içlerindeki bir güçle baş etmek zorunda kalmışlardır. Zweig'ın 'Daymon' dediği bu güç, mizacın, adeta tabiatüstü bir belirleyicisidir, insanın içindeki ifrittir. Kişilerin bir türlü değiştiremedikleri bir şey olduğu için de 'kader'dir. Bu üç yazar da hayatları savaş olan, sonları trajik kimselerdir. Çağdaşları Goethe ise, hayatı algılayışı, biçimleyişi ve hayatla yaratıcılık arasında başarılı bir köprü kuruşuyla onların karşı kutbudur.
(1)    Kleist:
      Prusya ordusuna çok sayıda subay yetiştiren Slav kökenli bir aileden gelen Heınrıch Von Kleist, askerlik disipliniyle uyuşmadığı için yüzbaşıyken ordudan ayrılır; aynı yıl felsefe, tarih ve matematik okumak amacıyla üniversiteye yazılır.
Üniversite eğitimini de yarıda bırakıp Paris'e giden Kleist, Kant'ın bilgi felsefesinden etkilenir. İlk oyunlarında insan durumlarını sert bir üslupla ele alır ve bilginin mutlakiyetsizliği üzerinde durur. Paris'te bulunduğu sırada Yunan Tragedyası ile Shakespeare'in bir oyununu birleştirmeyi tasarladığı metni daha sonra kendi elleriyle yakar.
    "Penthesilea" isimli trajedi Kleist'ın şiir gücünü, çapraşık olay örgüsünü kurmadaki ustalığını gösterdiği önemli bir oyundur. Savaş karşıtı şiirler yazan Kleist, siyasi içerikli günlük gazete ve "Germania" isimli dergi çıkarır. “Şimdi, hepten benimsin ey ölümsüzlük” diyen Alman şair Kleist, intihar olgusunu trajik yaşamıyla bütünleştiren bir sanatçıdır. Karşılaştığı her kadına, reddedilmesi zor bir aşkı sunar gibi hep aynı teklifte bulunur: "Birlikte ölelim". Yaşantısına giren kadınlardan hiçbiri, ölümüne girmeyi göze alamaz. Ta ki Henriette'e kadar. Kanserli bir kadın olan Henriette Vogel teklifini kabul eder ve Kleist’ten onu öldürmesini ister. Sanatçı bu teklifi kendi yaşamı için de bir çıkış yolu olarak görür ve önce Henriette’yi daha sonra kendini vurur. Şimdi Kleist'in hayatında, ölümden başka her şeyi birlikte yapabildiği birçok kadın, ama ölümden başka hiçbir şeyi birlikte yapmadığı tek kadını vardır. Bu olay ile hayatının trajik akışına son noktayı koyan Kleist, bıraktığı mektupta “…yeryüzünde artık öğrenip edineceğim hiçbir şey kalmadığı için ölüyorum” der. Kleist’in biyografisini çarpıcı anekdotlarla kaleme alan Zweig, onun intiharı için “ölümsüz bir anıt” nitelemesinde bulunur.
(2) Nietzsche:
      Nietzsche’ın doğrum tarihi, tahttaki IV. Frederick William'ın doğum günüyle aynı olması nedeniyle krallık ailesinin birçok üyesine öğretmenlik yapmış olan babası, vatanseverlik belirtisi olarak, çocuğuna kralın adını koyar.
Babasının erken ölümü, onu evdeki sofu kadınların kurbanı yapar. Bu hanımlar, onu kadınsı bir incelik ve duyarlı içinde yetiştirirler. Kuş yuvalarını bozan, bahçeleri yağma eden askercilik oynayan, yalan söyleyen çocukları sevmez. Okul arkadaşları, ona "küçük rahip" diye ad takarlar.
On sekizinde Tanrı'ya olan inancını yitiren Nietzsche, hayatının geri kalan bölümünü yeni bir tanrı aramakla geçirir. Din, hayatının can damarıyken, şimdi hayat boş ve anlamsız gelir ona. Bir ara Bonn'da ve Leipzig'de, kolejli sınıf arkadaşlarıyla cümbüşlere katılır. Hatta sigara ve içki içmek gibi erkekçe davranışlara uyabilmesini güçleştiren titizliğini bile yener. Ama çok geçmeden şarap, kadın ve tütünden nefret eder.
Tam bu sırada, eline Schopenhauer'in "İstem ve Fikir Olarak Dünya" adlı kitabı geçer. "Bu kitap, içinde dünyayı, hayatı ve kendi yaratılışımı korkunç bir ihtişamla yansımış gördüğüm bir aynaydı," diyen Nietzsche, "Sanki Schopenhauer yalnızca benim için yazmıştı. Coşkusunu duyuyor, onu karşımda görür gibi oluyordum. Her satırda bir Özgeci, bir katlanış, bir boyun eğişten söz ediyordu." der. Schopenhauer'in felsefesinin karamsarlığı, düşüncesini ömrü boyunca etkileyecektir. Tragedyayı hayatın kıvancı olarak yüceltmesi de, kendi kendini aldatmalarından biridir.
23 yaşında askere yazılan Nietzsche, miyop oluşu ve dul bir kadının tek oğlu olduğu için, askerlikten muaf tutulmak hoşuna gidecektir, ama ordu yine de çağırır onu. Sadowa ve Sedan'ın büyük günlerinde, top dolduracak filozoflara da gereksinme vardır. Bununla birlikte, attan düşerek göğüs kaslarını zedelediği için, kendisinden yararlanılamaz. Ömür boyunca bunun acısını çekecektir. Askerlik deneyi o kadar azdır ki, ordudan ayrıldığında, bu konu ile ilgili bilgisi, girdiği zamankinden farksızdır. Askerliğe tapması, bozuk sağlığı yüzünden asker olamayacağı içindir. Bunun üzerine, ters kutba yönelir. Savaşçı olacağına, profesör olur ve 25 yaşındayken, Basle Üniversitesinde klâsik filoloji kürsüsüne atanır.
Leipzig Üniversitesi’nin sınav tez koşulu aramadan yalnızca yazılarına dayanarak doktor unvanı verdiği Nietzsche, Basel Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak atanır. Fransız-Alman savaşı başlayınca üniversiteden izin alarak gönüllü sıhhiye eri olarak cepheye gider ancak dizanteri ve difteriye yakalanınca Basel’e döner. Basel Üniversitesi’nden malulen emekli sayılarak maaş bağlanır. Nietzsche profesörlüğü sırasında klasik filoloji çalışmalarından uzaklaşarak felsefeye yöneldiği sırada Basel’de dost olduğu kültür tarihçisi Jacob Burckhardt’ın görüşlerinden de etkilenir.
Nietzsche 1889’un ilk günlerinde zihinsel faaliyetlerini tümüyle yitirir ve kendisinden haber alınamaz. Bir eski dostuna yazdığı çılgın mektuplar sayesinde Torino’da olduğu saptanır ve bakım altına alınır. Çıldırmasının nedeni öğrencilik yıllarında yakalandığı frenginin ilerleyerek üçüncü evreye girmesine bağlanır. İzleyen 11 yıl boyunca bitkisel denebilecek bir yaşam sürer ve hiçbir şey yazmaz. Nietzsche'nin bu ıstırap dolu hayatı 1900'da sona erer.
(3) Hölderlin:
          İdealist/romantik felsefenin en büyük ozanlarından Alman Friedrich Hölderlin, küçük yaşlarda babasını, büyükbabasını ve kardeşlerini yitirmesi O’nu çok etkiler. Otoriter bir kadın olan annesi oğlunu dini okullarda okutmak, papaz olmasını sağlamak için sürekli baskı yapmaya başlar. Hölderlin hiçbir zaman papaz olmak istemez lakin annesi hayatında önemli bir yere sahiptir ve karşı çıkmaları bir işe yaramaz. Tübingen Manastırı'nda din bilim, öğrenimi görür.
Tübingen dönemi kimliğinin inşasında önemli bir yer tutar. Hegel, Schelling, Schiller gibi filozoflarla "Tübingen okulu" denen arkadaş grubu içerisinde tanışır ve elbette Alman idealizmi ile de bu dönem sonucu "Alman idealizminin romanı" olarak adlandırılan "Hyperion"u yazar. Hölderlin, teoloji eğitimi almasına rağmen kilise havasının biraz olsun uzağına gidebilmek için varlıklı insanların ailelerine öğretmenlik yaparak yaşamını devam ettirme kararı alır. Kapitalizmin oluşum sürecine denk düşen bu zamanlarda Hölderlin vahşi liberal ekonominin koşulladığı günlük yaşamdaki çıkar ilişkilerine, Fransız devriminin ideallerinin pratikteki çirkin yansımasına tanık olmuş ve şiire "kurtarıcı" edasıyla sarılmıştır. Hölderlin'in şiirlerini Schiller, bir gün Goethe'ye gösterir, Goethe beğenmeyince müthiş bir düş kırıklığı yaşar.
O ionya felsefesinin dört temel unsuru olan "hava, toprak, su, ateş" dörtlüsünü, "gökyüzü, yeryüzü, insanlar ve tanrılar" olarak değiştirip bu muhteşem dörtlünün birleşmesini hayal eder ve mutluluğu bunun üzerine inşa eder. Bu birleşme için olabilecek tek güzel mekân olarak doğayı belirler. Doğa bunun için kendisini hazırlamıştır ve bekliyordur. Acı deneyimler sonrası ise bu dünyada/doğada duyarlı bir ozan için yer olmadığını, bahsedilen ütopik mutluluğun ise ancak ozanın kendi içine kapanarak sadece kendi özbilicinde erişebileceğine inanır.
Çocuklarına bakmak üzere işe alındığı bankerin dört çocuklu karısı Susette'yi gördüğü vakit âşık olur, o artık dünya ile onun arasında kalmış son bağdır. Susette ona annesinin engellediği kişilik gelişiminin devamı için kapı açar, ondaki yeteneği keşfeder, adeta onu yaşamda tutan aldığı nefesi olur.
Holderlin’in evli bir kadınla ilişkisinin annesi ve sevgilisi tarafından öğrenilmesi dünyayla iletişiminin tamamen kesilmesine; dönülmez bir yolun başına getirir.
Her ne kadar ağır bir suskunluk dönemine, toplum ile tümden ilişkisini kesme noktasına gelse de en önemli eserlerini bu dönemde yazmaya başlar. Bordeaux'a gittiğinde Susette’nin öldüğünü öğrenince ruhsal bozukluklar yaşamaya başlar.
 Hölderlin, gittikçe içine kapanan, değişim geçiren ve belki de ikinci bir kimliği oluşturduğu dönemdir bedeninde. Kalabalık içerisinde kışkırtıcı söylevler vermeye, gece gündüz piyano çalmaya, sessizlik ve sinir krizleri eşiğinde bir döneme girmiştir.
Stuttgart dönüşünde hükümet doktoru saldırganlık belirtileri saptadığından zorla Tübingen'e gönderir. Çıldırdığı kesinleşince, yaşamının kalanını Neckar ırmağı kıyısında, gözetimine verildiği bir marangoz ailesinin evindeki kulede geçirir. Tanrı'nın, doğanın ve insanın bir sayıldığı zamanlara geri dönmeyi istemiş, şairin Tanrı ile insanlar arasında bir köprü niteliği taşıdığına inanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder