Buhranlarımız, Said Halim Paşa, Tercüman 1001 Temel Eser- Kervan Kitapçılık,1978, İstanbul
İkinci Meşrutiyet dönemi fikir ve devlet adamlarından Said Halim Paşa’nın Osmanlı toplumunun son yüzyılına dair sosyolojik değerlendirmeleri...
Said Halim Paşa, ikinci Meşrutiyet devrinin önemli fikir ve devlet adamlarındandır. Eski Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunudur. 1913-1916 yıllarında, Balkan Harbinin sonu ile Birinci Dünya Harbinin ilk senelerinde sadrazam olarak hükümetin başında bulunmuştur.
Meşrutiyet dönemi aydınlarını meşgul eden ve eserlerine yansıyan temel fikri akımlar; İslamcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık, ve Batıcılık’tır. Bu fikri uyanış devresinde Said Halim Paşa, “İslam birliği” ve “İslamcılık” akımının en öndeki temsilcilerinden birisi olmuştur. Meseleleri bu açıdan ele almıştır. Döneminin seçkin fikir ve siyaset adamları arasında, asil ve vakur bir Prens, vatansever bir İslamcı mütefekkir, mütevazi ve halim bir insan olarak saygı görmüştür.
Said Halim Paşa’nın Buhranlarımız adlı kitabı, 1919 yılında yayınlanmıştır. Bu cildin içerisinde on yılda ayrı ayrı kaleme alıp yayınladığı, memleket meseleleri üzerine İslamcı bir bakış açısıyla yapılmış denemelerden oluşan yedi farklı eseri vardır. Bunlar:
· Meşrutiyet
· Mukallitliklerimiz
· Buhran-ı Fikrimiz
· Buhran-ı İçtimaimiz
· Taassup
· İnhitat-ı İslamiye Hakkında Bir Tecrübeyi Kalemiyye (İslam Aleminin Gerilik Sebepleri Üzerine Deneme)
· İslamlaşmak
(1) Meşrutiyet
Said Halim Paşa, eserinin bu kısmında, 1876 Kanun-u Esasi’sini ve II. Meşritiyetin ilanını, dönemin koşullarını göz önünde bulundurarak sosyolojik ve siyasi açıdan değerlendirmiştir.
Said Halim Paşa’ya göre 93 Kanun-u Esasisi dönemin padişahı II. Abdülhamit’in isitbdat yönetimine son vermek, onun hüküm ve nüfuzuna karşı dengeyi sağlayacak bir kuvvet meydana getirmek için yapılmıştı. O dönemde devletin geleceğinin şahsi ve keyfi bir idare elinde bulunması, memleketin ilerlemesine mani olan başlıca sebep sayılıyordu. Bu nedenle 93 Kanun-i Esasisinin başlangıç temellerinin haklı nedenlere ve iyi bir niyete dayandığını ifade etmiştir. Fakat yazarın ifadesiyle topyekün bir özgürleştirme hareketi olarak başlayan Osmanlı idaresini meşruti bir yönetime dönüştürme girişimi zaman içerisinde İttihat Terakki Fırkası mensubu aydınların şahsi menfaatlerine hizmet eder bir hal almıştır. Yazar, I.Meşrutiyet ile milletin de denkleme dahil edilmek istendiğini, ancak bunun göründüğü şekliyle samimi bir niyetten ibaret olmadığını eserin bu bölümünde sıklıkla vurgulamıştır. Hareket temsilcilerinin hürriyet taraftarı olmalarının gerçek sebebi, taşıdıkları “devletin mümessili” sıfatına, bir de “hukukun ve milletin koruyucusu” sıfatını ilave etmekti. Böylece hükümdara karşı milleti kendilerine alet ediyorlardı. Sonuç olarak Osmanlı meşrutiyetinin anası olan 93 Kanun-i Esasisi’nin ömrü beklenenden kısa olmuştur. Çünkü ne hükümdar ne de millet, yenilikçilerin kendilerine biçtikleri rolü oynamak istemememiştir. Bu zeminden hareketle yazarın Temmuz İnkılabı olarak adlandırdığı II. Meşrutiyet’in ilanına gelinmiştir.
II. Meşrutiyetin ilanı sonrasında yenilikçiler artık Kanun-u Esasi’yi yeteri kadar hürriyetperver bulmuyorlardı. Anayasada değişiklikler yapmak isitiyorlardı fakat bu iş için yeterli tecrübe ve bilgiye sahip değillerdi. Bu eksiklikliklerini batı memleketlerine yaptıkları seyahatler sırasında gördüklerine veya okuyabildikleri kitaplardan derledikleri hürriyet nazariyelerine daynarak gidermeye çalışıyorlardı. İyi niyetle yola çıkılarak elde edilen 93 Kanun-u Esasisinde, II.Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte aşırı derecede halkçı bir düşünce ile değişiklikler yapıldı. Tecrübesiz ve bilgisiz icracıların icraatları, memleketi kısa sürede hercümerce sürükledi. Usuller, adetler, sınıflar ve sosyal tabakalar ortadan kalktı. Said Halim Paşa eserinde bu dönemde yaşanan karışıklığı tam bir anarşi olarak nitelendirmiştir. Yazar eserinde yarım asırlık çabalar sonucunda yaşanan hayal kırıklığını, uygulanan yöntemdeki yanlışlığa bağlamıştır.
Yenilikçilerin en büyük hatası bir takım kanunları Avrupa devletlerinden aynen ithal ederek sosyolojik yapısı tamamen farklı bir toplumda tatbik etmeye çalışmalarıydı. Bu hatayı daha da vahimleştiren ise dışarıdan örnek alınarak yapılan bu ıslahatları, lâyıkı ile tatbik edecek devlet adamlarının eksikliği idi. Said Halim Paşa’ya göre, memlekete sokulan kötü ve ahmakça yeniliklerden istifade imkanı olmadığı halde, en iyi adamlarımız bunların tatbikine mecbur edilerek gayret ve çalışmaları heba edilmiştir. Ona göre bütün fenalıkları doğuran, batı medeniyetini altında yatan saikleri anlamadan taklit edişimizdir. Millet için millet adına düşünmek, millete rağmen inkılâp yapmaya çalışmak ise yapılan diğer vahim hatalardır.
Said Halim Paşa, o günlerdeki Osmanlı toplumunun sosyal yapısı itibariyle her hangi bir yenilik ve hürriyet beklentisi içerisinde olmadığını dile getirmiştir. Bunun nedenlerinin ise İslam dininden kaynaklanan esaslarda ve toplumun sosyal yapısında yattığını belirtmiştir. Batı toplumlarındaki sınıf ayrımı, mezhep ayrılıkları ve ortaçağdan kalma adaletsizlik uzunca bir süre mazlum çoğunluğu rahatsız etmiş ve bunların sonucu olarak adalet, eşitlik sağlayıcı mekanizmalar tabandan gelen bir arzuyla kovalanmıştır. Netice olarak uzun mücadeleler sonucunda aristokrasi usulünden ayrılarak, içtimai ve siyasi kuruluşlarını demokrasi usul ve kaidelerine uydurmaya devamlı olarak çalışmışlardır. Osmanlı’da ise burjuvazi ve benzeri sınıf ayrılıkları yoktu. Gayr-ı müslimler de Osmanlı’da mesut ve rahat bir hayat sürmüşlerdir. Aristokrasi usulünden habersiz olan bir cemiyeti, demokrasi usulüne hemen uydurmaya çalışmak doğru bir düşünce değildir. Osmanlı siyasi birliği, Avrupa Hristiyan hükumetlerinde olduğu gibi milliyet esasına değil, İslam birliği ve kardeşliği esasına dayanmaktaydı.
Said Halim Paşa, yukarda ifade ettiği nedenlerden hareketle Kanun-u Esasinin, Osmanlı toplumunun sosyal ve siyasi yapısına uymadığı sonucuna varmıştır. Meşrutileşme adına yapıldığını düşündüğü hatalardan sadece İttihat ve Terakki Fırkası mensuplarının değil, başta aydınlar olmak üzere bütün bir neslin sorumlu olduğunu ifade etmiştir.
(2) Mukallitliklerimiz
Her milletin kendisine has hasletleri vardır. Bu noktadan hareketle batı düşünce tarzı ile doğu düşünce tarzı arasında ciddi farklılıklar vardır. Örnek olarak “eşitlik” tabiri, bizde hiçbir haset, kin veya tecavüz hissi uyandırmaz. Zira insanlar arasında , şahsi meziyetler sebebiyle meydana gelmiş olan eşitsizlik, açıkça demokrat olan İslam toplumu içinde gayet doğal kabul edilmiştir. Bu nedenle hürriyet bizim için içtimai bir zinciri kırmak, siyasi bir kölelikten kurtulmak anlamına gelmez. Doğuyu batıdan ayıran en önemli fark ise Avrupanın, uzunca bir süre ruhbanlık ve asillik mekanizmalarının baskısı altında yaşamış olmasıdır. Doğu toplumları ise islamiyeti kabul ettikten sonra ırk ve mezhep farkı gözetmeden İslam kardeşliği şemsiyesinde adalet ve eşitlik kanununa bağlı olarak yaşamışlardır. Bu nedenle müslüman milletler, aynı devirde yaşadıkları hristiyan milletlerden daha fazla müsamahakâr, adalet sahibi olmuşlardır.
Memleketimizin siyasi ve içtimai şartlarının farklı olması sebebiyle, aslında ne kadar doğru olursa olsun batı milletlerinin siyasi ve içtimai tecrübelerinden istifade etmeye kalkmak bizim için tehlikeli olacaktır. Bu güne kadar yenileşme adına bilhassa Fransa tarihinden çıkardığımız nazariyat ve kaideleri kendimize göre yeteri kadar değiştirmeden, iyi kötü demeden kabul ettik. Sonuç olarak sert bir istibdadın enkazı üzerine haddini aşan bir parlamenterizm usulü koyduk. Batıdan çok partili siyasi yapıyı da aynen ithal ettik. Batıda derin sosyolojik geçmişe sahip partileri ülkemizde ihtiyaç olmadığı halde bir anda zeminsiz bir şekilde teşkil ettik. Bu partiler vasıtasıyla birlik beraberliğe en fazla ihtiyacımız olduğu günlerde batıyı taklit edeceğiz diye gereksiz bir ayrılık, husumet ve münakaşa ortamı oluşturduk. Bu şekilde batılıların yaşadığı uzun değişimi yaşamadan en asri meşrutiyete doğal olmayan bir şekilde ulaşabileceğimizi düşündük. Oysaki inkılâbı batıdaki gibi doğal haline bırakmalıydık. Onların yaşadığı değişim uzun bir müddet derebeylik nizamı altında gelişmeye mecbur kalmış olmalarından kaynaklanmaktaydı.
Bir milletin örf, adet ve geleneklerini bir günde değiştirmeye kalkışmak, temel içtimai kanunları bilmemeye delildir. Adetlerin yenileşmesi, fikirlerin yenileşmesinden önce değil, sonra olmalıdır.
Batı medeniyetinin şaşaasına o derecede hayran kalmışız ki, onu meydana getiren sebepleri kavramaktan aciz olup, gördüğümüz neticeleri medeniyetin sebepleri sanmış ve görünüşe aldanmışız. Batı milletlerinin hakikaten hayret veren ve örnek alınmaya değer olan tarafları, çalışma tarzı, eğitim usulü ve fedakarca vatanperverlikleridir.
(3) Fikri Buhranımız
Said Halim Paşa, batı medeniyetinden faydalanmaya mecbur kalmamızın memleketin idaresinde oldukça tesire sahip batı hayranı yeni bir aydın sınıfı doğurduğuna işaret etmiştir. Bu aydın sınıfı, karamsar bir yaklaşımla eski ve iş göremez gördükleri usulü doğrudan kaldırıp atmayı ıslah etmeye tercih etmiştir. Halbuki düzelterek ıslah etmek yerine, değiştirme yoluna gitmek, tamamen yeni bir şeyi denemek demektir, bu durumda insanlar acı tecrübelerle kazanılmış birçok bilgiden mahrum kalır, istifade edemezler.
Yazara göre batı hayranlarının manevi, sosyal ve siyasi meseleler hakkındaki bilgileri iki önemli özellik göstermektedir:
Birincisi, meselelerin bizimle ilgili taraflarını bilmemek, öğrenmeye de tenezzül etmemektir. İkincisi, bizimle ilgisi olanların dışında pek çok metod ve prensiplere vakıf olmaktır.
Dün de, bugün de ilerleyip gelişmemize engel, maarifteki geriliğimiz olmuştur. Cehaletimizin bir eski, bir de yeni şekli vardır. Eskisi, fikir ve tecrübe sahalarını dolduran ilerlemelere ilgisiz kalmamızdı. Şimdiki ise, eskiden tamamiyle yabancısı olduğumuz ilimlerden pek az ve noksan bir şekilde haberdar olmamızdır.
Milletçe yükselmek için batı medeniyetinden istifade etmek lüzumunu duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa “bunun için mutlaka batılaşmamız gereklidir” gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur. Osmanlı medeniyetinin daima batı milletleri medeniyetinden geri kalmış olduğunu sanmak yanlıştır. Çünkü bir zamanlar onlarınkine her bakımdan üstündü. Şu meş’um taklit hastalığına tutulmasaydık bugünkü fark da bu kadar olmazdı.
(4) İçtimai Buhranımız
Yazar Osmanlı toplumunun yaşadığını düşündüğü buhranları, dış tesirler, eski teşkilat yapısı, toplumsal esaslar ve şartlar, eşitlik ve kadın hürriyeti alt başlıkları altında incelemiştir.
Dış Tesirler kısmında, Said Halim Paşa, medenileşme gayretinin zamanla Fransız ve diğer milletlere karşı tek taraflı bir özentiye dönüştüğünü ve bu özentinin özellikle aydın kesimde “Frenkleşme “ ‘ye kadar gittiğini vurgulamıştır. Bu süreçte yabancı ülkeler de ülke içerisinde kendi taraftar ve sempatizanlarını artırmak, nüfuz sahalarını genişletmek için açık yada gizli çaba göstermişlerdir.
Öğrenim veya elçilik vazifesiyle batı memleketlerine giden gençlerden, yabancı ahlak ve yaşayış tarzını benimseyerek dönen pek çoktu. Çeşitli milletlerin her biri yurdumuzda müntesipler, himayeciler, fikirlerini yayanlar ve taraftar kazanmak için mali müesseseler veya öğrenim teşkilatları kurdular. Yeni ve fenni olarak kabul edilen bu öğretim usulünde gençlere, fenne ve akla uyduğu sanılan şeylerden başkasına riayet etmemeleri söylenmişti. Yazar bu durumun gençlerimizde ciddi bir ahlak ve terbiye eksikliğine yol açtığına sıklıkla işaret etmiştir. II. Mahmut ile başlayan Osmanlının yeni döneminde yetişen devlet memurlarının gelenekçilikten uzak yetişen insanlardan oluşmasını, yaşanan istikrarsızlığın temel nedeni olarak değerlendirmiştir.
Yazar, gaye birliğini temin edecek müşterek ahlak ve inancı, dini hasletlerin doğuruduğunu, bu nedenle de dine hürmet ve bağlılığın en önemli toplumsal vazifelerimizden olduğunu savunmuştur. Güzel sanatların toplumda benzer bir rol oynadığını, kendi musikimizi, mimari üslubumuzu ve kendimize ait diğer sanat eserlerini teşfik etmenin de toplumsal bir vazife olduğunu söylemiştir.
Dönemin en tehlikeli fikri akımını maddecilik olarak nitelendirmiştir. Yazara göre maddecilik batının ilerlemesindeki temel saik değildir. Mevcut haldeki algılanışıyla maddecilik, islamiyetin ilerlemeye engel teşkil ettiği fikrine zemin hazırlamaktadır. Bu ise kabul edilemez bir yanlıştır. Benzer şekilde, toplumsal sorunların, batı medeniyetlerinde eşitsizlikten, müslüman doğu toplumlarında ise eşitlikten kaynaklandığına vurgu yapmıştır.
İlmi kazançlarımız ancak ahlaki noksanlarımızı giderebildiğimiz derecede faydalı olacaktır. İnsanın hareket yolunu çizen akıl ve bilgisinden daha ziyade ahlâkıdır.
Eserin kadın hürriyeti başlığını taşıyan kısmında Sosyal ve siyasal hürriyetlerin biribirine karıştırıldığını, kadın hürriyetinin siyasal bir hak olarak sağlanmasının doğru olduğunu, ancak kadınlara sosyal hürriyet sağlamanın doğru ve haklı olmadığı ifade edilmiştir.
Osmanlı toplumunun, kuvvet ve canlılığını tam olarak kazanabilmesi için ahlaki meziyetlerin, faziletin ve terbiyenin; ilim ve bilginin önüne geçirilmesi gerekmektedir. Bilimin araç, terbiyenin ise amaç olduğu bilinmelidir. Muntazam toplumları, ahlaki fazilet ve olgunluklara sahip insanlar meydana getirir.
(5) Taassup
Batının medeniyeti aşağı bir ahlâk seviyesinde bulunan bir muhit içerisinde gelişmiştir. Bir dönemler en ilkel his ve inançlara bağlı bulunan bu insan toplulukları, dolayısıyla maddeci bir karaktere, saldırgan ve müstebit bir ruh haline sahip olmuştur. Mezhep mücadelelelinden doğan kin ve nefretle beslenmişlerdir. Lakin geçmişin karanlık batı toplumları, bugün ilim ve fen sayesinde doğu toplumlarına irfan hocalığı yapar duruma gelmiştir. Doğunun Müslüman toplumları ise geçmişteki ihtişamından uzaktatır.
Batı ile doğu arasındaki fikri ve ilmi ayrışmanın kökleri haçlı seferlerinde yatmaktadır. O dönemden günümüze iki toplum arasındaki aralık, Hristiyanlık ve İslamın kendine has renkleriyle bırakmış olduğu etkiyle daha da açılmıştır. Batılıların yaptıkları zulüm, tahrip ve yağmalar, onlara karşı kin ve nefret oluşmasına neden olmuştur. Batıdan gelen hiçbir şeye itimat etmeyen islam alemi, uzun bir müddet onun gelişmekte olan medeniyetinden de nefret etmiş, uzak durmaya çaılşmıştır. Çünkü doğu, batıyı Haçlı orduları ve savaşçı papazlar vasıtası ile tanımıştır. Batı ise İslam alemini ve şarkı, çapul ve yağmaya gönderdiği öncüleri ile tanımıştır. Ayrıca uzunca bir dönem ruhbanlardan ve derin Hristiyan taassubundan sıkıntı çeken batı son yüzyıllarda bu baskıdan kurtulmuştur. Bu şekilde ilim ve fennin ilerlemesinin önündeki batıya özgü engeller kalkınca mevcut medeniyet seviyesine ulaşılmıştır. Fakat batılılar, yanlış bir zanla durumumuzu kendi durumlarına benzeterek bizdeki geri kalmışlığın İslam’dan kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Bu yanlış bir iddiadır ve batının islamı tanımayışından kaynaklanmaktadır. Üzücü bir şekilde batı hayranı bazı aydınlarımızda bu görüşe inanmışlardır. Oysaki İslam’ın ortaçağ Hristiyanlığı ile karıştırılması büyük bir hatadır.
Batının doğu toplumlarına olan husumeti, Haçlı seferlerindeki gayretlerinin boşa çıkmasında yatmaktadır. Şarkın İslam dinine duyduğu bağlılık ve muhabbet, batılıların o dönemki ilkel emelleri karşısında en büyük engel olmuştur. Bu nedenle bizdeki geri kalmışlığı İslam’a bağlamaktadırlar. “İslam taassubu” tabiri, aslında Müslümanların Hristiyanlara husumetini değil, batının doğuya olan eski düşmanlığını ifade etmektedir.
(6) İslam Aleminin Gerilik Sebepleri Üzerine Deneme
Nesillerden beri çekmekte olduğumuz geri kalmışlık hastalığımızın farkına yabancılar sayesinde vardık. Fakat batılılar müslümanlara ait olan her şeye özellikle de islam dininne karşı ırsi ve şuuraltı bir kin ve husumetle bakmaktaydılar. Bu nedenle müslümanların geriliğinin, İslam şeriatının noksan oluşundan ileri geldiğini iddia ettiler. Müslüman milletlerin, şeriate uydukları müddetçe, Hristiyan milletlerin daima aşağısında kalacaklarını yüksek sesle ilan ettiler. Müslümanların gerilemesi meselesine ilk andan beri bu ruh hali hakim olmuştur. Bu durum, tarafsız düşünceyi daima engellemiş, tarihi ve sosyal açıdan incelenmesi gereken mesele sadece dine havale edilmiştir.
Said Halim Paşa, eserinde İslam aleminin geri kalma nedeni olarak üç temel neden tespit etmiştir.Bunlar:
· Müslümanların, İslamdan önceki hayatlarının tesir ve nüfuzunda kalarak İslam
dinini yanlış ve eksik yorumlamaları,
· Hristiyanların İslam’a karşı amansız düşmanlığı,
· İslam alimlerinin halktan kopması ve tecrübi metodları kullanan pozitif bilimler
yerine felsefi metafizik konular üzerine yoğunlaşmalarıdır.
Said Halim Paşa’ya göre Hristiyan ve Müslüman alemleri arasındaki karşılıklı düşmanlık ve nefret, Müslümanların süratle gelişmekte olan batı medeniyetinden uzak durmasına neden olmuştur. Batı ise pozitif bilimler vasıtasıyla geliştirdiği vasıtaları, geri kalmış Müslüman ve doğu memleketlerini Hindistan örneğinde olduğu gibi tahakkümü altına almakta kullanmıştır. Bu sayede batı, doğuyu daha önce olmadığı kadar tesiri altına almıştır. Said Halim Paşa, batının bu tesirini geri kalmışlıktan daha vahim bir felaket olarak görmektedir. Bu tehlikeden kurtuluş yolunu ise İslam dinine sığınmak olarak göstermiştir. Said Halim Paşa’ya göre yegâne selametimizin İslamiyet’te bulunduğundan asla şüphe edilemez. Yazar, bu konuda müslümanlara düşen özel ve genel vazifeler tespit etmiştir.
Özel vazifeler, ferdin ahlâk ve fikir seviyesini yükseltmek, İslâm’ın ahlâki ve siyasi esaslarını daha mükemmel bir şekilde uygulamaya çalışmaktır.
Genel vazifeler ise, diğer Müslüman milletler ile tam bir dayanışma içerisinde yaşayarak, onların hürriyet ve geleneklerine saygı gösterip, gelişip yükselmelerine yardımda bulunmaktan ibarettir.
(7) İslamlaşmak
Said Halim Paşa, Müslüman milletlerin kurtuluşu ve saadetini tam olarak İslamlaşmalarında görmüştür. İslamlaşmayı, İslam’ın inanç, ahlâk, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi olarak tanımlamıştır.
İslam ahlâkı, insanlar arasında, hak ve adalet adına, hürriyet, eşitlik ve yardımlaşma düsturlarını koymuştur. Bunlar da İslam’ın kendine özgü cemiyet ahlakının temellerini oluşturur. İslam cemiyeti, fertlerin hürriyet ve eşitliklerini koruyup genişletmek mecburiyetindedir. Böylece inancın doğurduğu yardımlaşma birtakım safhalardan geçerek “sosyal dayanışma” halini alır.
İslam cemiyetinde şahsi üstünlük, ancak İslami esasları daha iyi anlayarak, daha güzel tatbik ederek mümkün olur. Cemiyet de, saadet ve refahını temin eden şeyin şahsi kaabiliyet ve üstünlükler olduğunu bilir. Onu takdir ederek hürmet ve sevgi gösterir. İdaresini de ona teslim eder. İşte bu nedenle , İslam toplumunun yüksek tabakası demokrasiye, aşağıdakiler ise aristokrasiye meyilli olurlar.
İslamın siyaset esasları, toplum kaidelerinden doğduğu için kin, rekabet ve husumet içermez. Müslümanlıkta siyasi hakimiyet ve siyasi kurumlar sosyal dayanışmadan çıkmıştır, be nedenle her ikisi de yardımlaşma örnekleridir. İslamda siyasetin amacı İslam ahlâkının ve toplum düzeninin en mükemmel şekilde tatbikini sağlamaktır. Siyasi hakimiyet ise, İslam müesseselerinin koruyucusu olmaktan ibarettir.
Said Halim Paşa, İslam’ın tarihsel gelişiminde skolastik etkinin, hükümdarlık mekanizmasıyla birlikte ruhaniliği kuvvetlendirdiğine işaret ediyor. Din üzerindeki mahalli ve ırka dayalı etkilerin de gereğinden fazla farklı yorumlamaya yol açtığını belirtiyor. Böylece Müslümanların ahlâk ve toplum düzenleri “İslami” olmaktan çok İranlı, Hintli, veya Türk’e veyahut Arap’a ait oldular. Yazara göre İslam, en fazla tahribatı Müslümanlığı kabul eden milletlerin ırkî ve ırsî hurafelerinden görmüştür.
Yazar, Türklerin İslam’ın esaslarını kolay şekilde benimseyen bir millet olmasını, İslam’dan önceki medeniyetlerinin yeterince gelişmemiş olmasına bağlamıştır. Bu nedenle Türkler, İslam’ın esaslarını en iyi anlayan ve en güzel şekilde tatbik eden millet olmuştur. Said Halim Paşa’ya göre , İslam’ı kabul etmeden önce ilerlemiş medeniyetler kurmuş olan milletler, eski medeniyetlerinin zararlı tesirleri altında kalmıştır. Türkler de tarihin ilerleyen dönemlerinde artan Arap ve İran etkisiyle kendi temiz İslam yorumlarından ve saf Müslümanlıktan uzaklaştılar. Sonunda ötekiler gibi gerilediler. Son dönemlerde ise Avrupa ile temas neticesinde düşmüş oldukları uykudan uyanmak istediler, fakat mazilerindeki büyüklüğü meydana getiren kuvvetin İslam olduğunu unutarak, bu kuvvetin batıdan gelebileceğini zannettiler.
Said Halim Paşa, döneminde yaşanan batılılaşma ve ıslahat hareketlerini “Osmanlı Rönesansı” olarak adlandırmış ve bu dönemi başka ifadeyle ikinci bir “İslam’dan Uzaklaşma Süreci” olarak nitelendirmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder