Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası (Celali İsyanları), Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Barış Yayın Evi,1999, Ankara
Bunlardan birincisi; yaşanan ekonomik sıkıntılar neticesinde ağır vergiler altında ezilen köylülerden çiftini bırakarak tarlasını terk edenlerin (çift bozan) oluşturduğu Levent –Sekban birikintileridir. Başlangıçta padişah tarafından seferlere çağrılan bu insanların sayısı daha sonraları Ordunun ihtiyacından çok aşkın hale gelmiştir. Vezirlerin, beylerbeylerinin, sancak beylerinin kapılarına yazıldıklarında “Sekban” adını alan bu grup, başıboş olduklarında ise “Levent” adını almaktaydı.
İkincisi; kadılar, mahkeme görevlileri, medreselerin öğretim üyeleri, cami hizmetlileri, müftüler gibi “Ehl-i Şer” kapsamına girmeyip hükümetin özellikle İstanbul dışındaki her türden işini doğrudan doğruya kendileri yapan, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün idareci kesim, yani memur olan “Ehl-i Örf” grubudur. İşte levent-sekban grupları, bunların etrafında birikiyorlardı, içlerinden kanun ve şeriat denetimini hiçe sayanlar ”Celali” ve onları yola getirmek için peşlerine düşenler ise “Devriye Bölükleri” ya da “Muhafaza” güçleri adlarıyla anılıyorlardı.
Üçüncüsü; imaretlerde (öğrenci yurdu) ve medreselerde büyük bir öğrenci yığılması olmuştur. Buna karşı öğrenimlerini bitirenlere iş verilememesinden dolayı büyük ruhsal ve maddi bunalım içine düşen, başlangıçta ahlak dışı olaylara girişen, sonraları ise halkın malına ve canına kasteden kitleler olarak dikkat çeken medrese öğrencilerinin oluşturduğu “Suhte” grubudur.
Dördüncüsü; toplu gruplar halinde dolaşarak halktan zorla para erzak vs. toplayan yeniçeri ve acemi oğlanı kıyafetine bürünmüş kimselerdir ki içlerinde gerçekten padişah kulu olanlar olduğu gibi bu kılığa girmiş suhte ve leventler de vardı.
Kitabın birinci kısmında yazar; Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumu ve idari düzeninden bahsetmektedir. Osmanlı’nın vergi yükünün tamamen köylü halk üzerinde olduğu ve ağır vergilerin
köylüyü perişan ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Bütün Celali mücadelesi boyunca devlet memurunun vergi alma meselesi baş dava olarak kendisini göstermiştir. Çoğunlukla has ve zeamet sahipleri kanunlarda kendilerine yazılandan daha fazla vergi istedikleri, hatta hiç yazılmayan vergiler talep ettikleri için kendilerine karşı hoşnutsuzluk belirmiştir ve bu durum da isyanlara sebep olarak gösterilmiştir. Ayrıca genel ekonomik darlık, vergilerin artması ve bunların neticesi olarak köylünün büyük yoksulluk içine düşmesi çiftçi halkı toprağından ayrılmaya zorlamıştır. Okumak için köylerinden ayrılanlar (suhteler) ile çift bozarak köyünü terk edenlerin (leventlerin) oluşturduğu gruplar büyük kasaba ve şehirlerde birikmişler, bekar olarak yaşıyor olmanın etkisiyle her türlü ahlaksızlığı yapar konuma gelmişlerdir. Bu nedenle toplumun devlete karşı şikayet konuları; içki fuhuş gibi genel ahlakı kemiren sefahat, hırsızlık ve eşkıyalık ile bahse konu olayın sonucunda ortaya çıkan cinayetler olarak sıralanabilir. Suhte ve leventlerin büyük şehirlerde birikmesi burada yaşayan halkta çok büyük güvensizlik yaratmıştır. Ayrıca bu dönemde şehzadeler arasında yaşanan taht kavgaları sebebiylede halk perişan bir vaziyete düşmüştür. Şehzadeler bu kavgalar esnasında başıboş gezinen suhte ve levent kitlelerini kendi taraflarında kullanmışlardır.
İkinci kısımda, devlete karşı ilk toplu kıyamın toplum içerisinde mezhep ayrılığı yüzünden hep eğreti yaşayagelmiş bulunan Kızılbaş Türkmenler arasında çıktığı belirtilmektedir. Bunun neticesinde Yavuz Sultan Selim’in Anadolu Kızılbaşlarına karşı çok sert ve zalimce davrandığı vurgulanmıştır. Bu akıllı padişahın tamamı öz be öz Türkmen olan bu insanlara karşı beslediği olumsuz duyguların sebebi olarak şehzadeliği zamanında Trabzon valisi iken Şah İsmail’in Anadolu hakkındaki politikasına, yerli kimi Alevi ileri gelenlerinin destek vermeye kalkmalarını göstermiştir. Ayrıca ilk tehlikeli isyanın, Padişahın Mısır Seferi sırasında Yozgat (Bozok) Çevresindeki Türkmenler arasında patladığını, “Celal” adında birinin Kızılbaş kitleleri arkasına alarak ayaklandığını ve bu tarihten itibaren buna benzer ayaklanmaların hepsinin “Celali İsyanları “ olarak anılmasına vesile olduğu anlatılmaktadır. Yazar burada Kızılbaş tabirinin yerinde kıllanılmadığını, isyan edenler arasında tımarı ellerinden alınan tımarlı sipahilerin de bulunduğunu Osmanlı tarihçilerinin bu konuda, Alevileri kötülemek için kasıtlı yazılar kaleme aldıklarını söylemektedir. Bu ayaklanmanın tamamen ağır vergilere karşı başkaldıran bir çiftçi – köylü hareketi olduğunu ısrarla vurgulamaktadır.
Bu bölümde yine devlet hizmetlileri kesiminden ilk önce tımarlı sipahilerin devlete karşı geldiklerini ve sefer çağrılarına çeşitli sebeplerle katılmayarak geride kaldıkları görülmektedir. Bunun nedeni ise özellikle Kanuni zamanında tımarlılar aleyhinde alınan kararların bu kesim üzerinde yarattığı hoşnutsuzluktur.
Kitabın üçüncü kısmında; büyük öğrenci hareketlerinden, başlama ve genişleme döneminden bahsedilmektedir. Burada anlatılanlara göre; medrese öğrencileri toplu halde yaşıyor olmanın ve bekar bulunmanın etkisiyle ahlaki yönden tamamen bir çöküntünün içerisindedir. Akla hayale gelmeyecek iğrençlikler yapıyor, ihtiyaçlarını giderecek kadın bulamadıkları için genç oğlanlarla münasebete giriyor ve hemen hemen hergün yerleşim yerlerine inerek ahalinin genç ve güzel delikanlılarını kaçırıp alıkoyuyorlardı. Yazar bu tür ahlak dışı hareketler alıp yürüdüğü halde imam, müezzin, müderris, vb. hacı hoca takımının nasıl olup da önleyici tedbir almadıklarını ve insani duygusallık göstermediklerini anlamanın güç olduğunu, halbuki bu insanların kadın - erkek arasındaki ilişkiler açığa çıkacak kerteye ulaştığında hemen toplu halde mahkemeye koştuklarını söylemektedir.
Kanuni’nin son dönemlerinde şehzadeler arasında yaşanan taht kavgalarının yarattığı boşluktan istifadeyle suhteler çok daha rahat başkaldırmışlardır. Güvenliği sağlaması gereken güçler birbirleriyle savaşırken meydan azgın suhte ve levent takımlarına kalmıştır. Bu boşluğu çok iyi değerlendiren asilerin yaptıkları, mahkeme kayıtları belge olarak sunularak oldukça ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Bu belgelerden anlaşıldığına göre suhte tayfası bağlı bulundukları medreselerde tutulamıyor çok kalabalık gruplar halinde yerleşim yerlerine iniyor, zaten çok fakir olan halkın elinde ne varsa alıyor, bunun yanında halkın ırzına halel getiriyor, çocuklarını dağa kaldırıyor ve günlerce gönül eğlendiriyorlar, karşı koyanları katletmekten de geri durmuyorlardı.
Yazar tüm detaylarıyla verdiği, akla hayale gelmez rezilliklerin yaşandığı olaylardan sonra devletin tutumunu şu şekilde değerlendirmektedir: ”Oldukça ayrıntıları ile kaydolunan şu kanlı olaylar hakkında bizim söyleyeceğimiz şudur ki, bu derece büyük bir karışıklık daha hazırlık safhasında merkeze duyurulduğu halde hükümet önlemek için gerekli el atmayı yapmamış ve suhteler şu kanlı kavgayı çıkardıklarından, pek çok öğrencinin ya katl ya da yaralanmasına sebep olduktan sonra, yorgunluğun doğal sonucu olarak bir durgunluk dönemine girecek yerde tersine bütün bütün azarak ülkeyi tam bir anarşi ortamına çevirmiştir. Bunun üzerine hükümetin gene her zamanki gibi tımarlı sipahilerle isyancıların üzerine gidip, cemiyetlerini dağıtması, yaralı olarak aile ya da akrabalarına sığınan öğrencileri yakalayıp haklarından gelinmesini istemesi, insancıl yönden düşünülünce devlet büyüklerinin ne denli merhametsizliğin içinde bulunduklarını çok açık bir şekilde gözlerimizin önüne seriyor, Çoğu belki de yaralı bu gençlerin yakalanarak mahkemesiz haklarından gelinmesi cezalandırma usulü kuralına da tamamen aykırı idi.”
Yazar bu yorumu yaptıktan sonra yine uzun uzun yaşanan karmaşadan anarşiden, soygunlardan, tecavüze uğrayan genç erkeklerden ve bu olayların hükümet güçleri tarafından nasıl acımasızca bastırıldığından, hükümetin suhte gruplarına karşı başıboş levent gruplarından nasıl yararlandığından, halkın kendisini koruyabilmesi için gençlerden oluşan il erlerinin teşkil edilerek
suhtelere karşı yollandığından, başka bir yöntem olarak öğrencilerin ileri gelenlerinin İstanbul’a çağrılarak kendilerinden söz alındığından, halkın elindeki silah sayılabilecek her türlü aletin toplatıldığından (Devlete kızan silahı kapıp dağa çıkmasın diye), kanuna aykırı olarak çok büyük işkencelerin yapıldığından, hükümetten isyan edenler yakalandığında “demleri hederdir” emrini alan güvenlik güçlerinin suçlu olup olmadığına bakmadan bütün öğrencilere asi muamelesi yaptığından, bunun da evlatları suçsuz yere heder olan aileleri perişan ettiğinden ve bunların da bu isyan hareketlerine destek verdiklerinden, düzeni sağlamakla görevli ehl-i örfün keyfi hareketlerinden, adam kayırma ve rüşvet olaylarına çok sık rastlandığından, bu olaylar nedeniyle birçok insanın suçsuz olduğu halde şahsi nedenlerle asi olduğu bahane edilerek öldürüldüğünden bahsetmektedir.
Yine bu bölümde en çok dikkat çeken hususların başında ehl-i şer denilen grubun
(Kadılar, Müftüler, imamlar vs.) dahi hayasızca bu olaylardan kendilerine pay çıkarmaları, halkı soymaya kalkışmaları, zaman zaman asilerle işbirliği içinde hareket ederek onları koruyup kollamaları ve ehl-i örfün mahkemeye getirdiği asileri serbest bırakmaları gelmektedir.
Kitabın dördüncü bölümünde; halk ile ehl-i örf arasındaki mücadeleden bahsedilmiştir. Özellikle İran’a harp ilan edildiği yıllarda iktisadi darlık gittikçe artarken harp yeni fedakarlıklar istemekteydi. Vilayet idarecileri ve vergi toplama memurları daima kanuni miktardan fazla para talep etmeye devam ediyorlardı, pek çok şikayetlere rağmen hükümet hiçbir şey yapmıyordu, medrese talebesi ve onlarla uğraşan ehl-i örf hep halkın üzerine yük olmaktaydılar. Yeniçeriler zeamet ve yüksek tımar erbabı, kadılar, müderrisler, yani genel olarak hükümet mensubu olanlar ile halktan bilhassa ticaret ve faizcilik edenler servet yönünden tam bir üstünlük kazanmışlardı. Buna karşın köylü sınıfından çiftini bozanların sayısı gittikçe artıyordu, buna paralel olarak suhtelerin ve levent-sekban tayfasının zulümleri de hız kazanmıştı.
Yazar bu bölümde ayrıca, talebe ayaklanmaları ile levent ayaklanmaları arasındaki farktan bahsediyor, suhtelerin leventlere benzemediklerini hatta çoğu zaman halkla birleşerek leventlerle çarpıştıklarını anlatıyor. Suhte ayaklanmalarının bastırılması esnasında da ehl-i örf ‘ün kalabalık levent-sekban gruplarından faydalandıklarını ve bu iki grubun sıklıkla karşı karşıya geldiğini aktarıyor. Hükümetin vilayetlere yollamış olduğu emirlerde suhtelere karşı birlikler oluşturulmasını istemesi ve bunlara belli miktar para vermesi ise her tarafta suhte avına çıkan levent gruplarının mantar gibi büyümesine ve suhte teftişi yapıyoruz diyerek halka zulüm etmelerine zemin hazırladığına dair yazar bir çok örnek sıralamış, İstanbul’dan gönderilen her emrin uygulayıcılar tarafından ne denli kötüye kullanıldığını ve Anadolu’da geçmekte olan büyük kanlı olayları anlatmıştır. Bütün bu karışıklık içerisinde toplumun üç ana gruba bölündüğü görülüyor;ilk olarak kadılar idaresinde kendilerini koruma maksadıyla teşkilatlanan halk tabakaları,ikinci olarak Celali
reislerinin etrafında toplanan asi levent-sekban bölükleri, son olarak da kalabalık devriye bölükleriyle idareyi elinde tutmaya çalışan vilayet idarecileri (Ehl-i Örf).
Bu dönemde Osmanlı tımar sisteminin de bozulmaya başladığını, yeniçerilerin baskıları sonucunda tımarlıların yükselme yollarının kesildiğini, tımar bölgelerinin sık sık el değiştirdiğini, bir paşanın diğerinin uygulamalarını tanımadığını, mevcut sistemi bozduğunu ve tımarları gelişigüzel tahsis ettiğini bu durumun ise yüksek tımar erbabını isyana sevk eden en önemli sebeplerden olduğunu öğreniyoruz.
Uzun İran seferlerinden sonra ara verilmeden Avusturya seferinin hazırlıklarının başlaması Anadolu’da başlamak üzere olan kanlı iç kavgaların habercisi olmuştu. Tımar erbabı ile çoğu yerli ahaliden olan zeamet sahibi zorba çavuşlar başıboş levent ve sekbanlara baş olmaya hazır idiler. Suhteler her ne kadar itibardan düşmüş olsalar da sağda solda yine fesatlığa devam ediyorlardı. Ne asilerle ve ne de halkla anlaşamayan vilayet idarecileri sefere çağırılınca, İran seferi dönemindeki korkuya nazaran daha fazla bir korku halkı sardı. Çünkü o zaman düzenin tek bozucuları olarak görülen suhteler yerine, şimdi sayıları kabarık bulunan levent ve sekbanlarla beraber, asi çavuşlar, hoşnutsuz dirlik erbabı da vardı. Bunların karşısında, düzenlik ve güvenin korunmasından ziyade, kendi canını ve servetini korumaya hazırlanmış bir memur sınıfı görülmekteydi. Böylece Anadolu’nun güvenlik ve düzenliği kıl üzerinde durmaktaydı.
Anadolu ‘nun asayiş durumu bu şekilde seyir ederken, III. Murat’ın yerine padişah olan IV. Mehmet halkı rahatlatmak için birçok tedbir almış, kendisi Eğri Seferi hazırlıklarını yaparken Anadolu vilayetlerinde düzeni korumak için beylerbeyi seviyesinde muhafızlık görevleri vermiştir. Sefere çıkarken de yayınladığı fermanla ehl-i örf’ü halka zulmettikleri için suçlamış ve dikkatli olmaları konusunda uyarmıştır. Halk ise bu fermana güvenerek kanun tanımaz olmuş ve her fırsatta ayaklanmıştır. Kısacası alınan hiçbir tedbir işe yaramamış bütün Anadolu büyük bir iç çekişmeye doğru yol almaya devam etmiş ve büyük fırtınanın kopacağı belli olmuştur.
Nitekim sefer hazırlığında olan devlet, ihtiyaçları karşılamak için Anadolu’nun her yanına zahire vs. toplamak için adamlar yollar. Fermanların yayınlanmasından aldığı cesaretle halk, hükümet adamlarına karşı gelmiş ve her yerde silahlı ayaklanmalara başlamıştır. Olaylar ilk önce Karaman Vilayetinde patlak vermiş ve her tarafa yayılmıştır. Bu ayaklanmaları yönetenlerden en önemlileri; Davutoğlu, Neslioğlu, Mehmet Çavuş, Köroğlu gibi karekterlerdi. Yazar burada Neslioğlu ve Köroğlu’nun eşkiyalıkta Davutoğlu’na nazaran daha uzun yıllar kalabilmesini; Davutoğlu gibi hayale kapılmayarak (Davutoğlu kendisinin Selçuklu soyundan geldiğini ilan etmiş ve padişaha karşı gelmişti), sadece ehl-i örf düşmanlığı, fakirlerin zalim hükümet adamlarına karşı korunması şeklinde, padişahın da yapmak isteyip de yapamadığı bir işin başında görünmeyi başarmış olmalarına bağlamıştır.
Bu bölümde aktarılan diğer bir hadise de köylerin çoğunluğunun boşaltıldığı, halkın ya canını ve malını korumak için mevcut köye yakın fakat daha yüksek ve ulaşılması zor yerlere yerleşerek oralarda yeni köyler kurdukları ve rezillik içinde yaşadıkları (Bugün Anadolu’da birçok, eski-yeni, yukarı-aşağı diye aynı köy isimlerinin olmasını yazar buna bağlıyor), ya da ailece Celalilere katıldıkları gerçeğidir. Ne olursa olsun köylerin bu şekilde boşalmaları memleketi topyekün bir felakete doğru götürmüştür.
Beşinci kısımda ise köylerin tahribinden ve Celali fetretinin başlamasından bahsedilmektedir. Artık halk ile devlet adamları arasındaki nefret iyice günyüzüne çıkmış, yıllık vergileri toplamaya çıkan görevliler her yerde mukavemetle karşılaşmışlardır. Bu kez devlet adamları halkı yola getirmek için leventleri kullanmışlar, halk ise kendi içinden il erleri adında birlikler kurarak karşı durmaya çalışmış, leventlerden oluşturulan bölükler de köylere saldırınca Celali fetreti başlamıştır. Ahali önce mahkemelere başvurmuş, fakat sonuç alamayınca silahla direnmeye karar vermiştir.
İşte karmaşanın alıp başını gittiği bu dönemde, en ünlü Celali reisi olarak tanınan Karayazıcı’nın ortaya çıktığını görülmektedir (1598 -1599). Çok kısa sürede binlerce insan gelip Karayazıcı ’ya katılınca da ünü tüm ülkeye yayılır. Karayazıcı, özellikle Güney Doğu Anadolu ve İç Anadolu yörelerinde bulunan tüm köyleri yağmalarken, devlet hâlen seferlere adam çağırıyor olanları sanki görmezden geliyordu. Anadolu‘dan kaçan halk akın akın İstanbul‘a göç ediyordu. En sonunda tehlikenin farkına varan devlet Karayazıcı ile anlaşma yoluna giderek kendisine beylik verir, fakat eşkıya başı tecavüzlerine devam edince üzerine gönderilen Sokulluzade Vezir Hasan Paşa’ya yenilerek 20.000 sekban ölü vererek Canik (Samsun) dağlarına sığınır ve orada ölür. Şu muhakkaktır ki etrafına pek büyük bir grup toplayarak bütün halkı Celaliliğe heveslendirmiş ve kendisinden sonra gelenlere örnek teşkil etmiş olan Karayazıcı sonraki Celali reislerine göre oldukça merhametliydi.
Karayazıcı’nın ölümünden sonra ortaya çıkan büyük Celali grupları da sırasıyla anlatılmaktadır. Bunların başında Karayazıcı’nın yerine geçen kardeşi Deli Hasan gelmektedir. Topladığı grupla Vezir Hasan Paşa’nın bulunduğu Tokat’a saldıran Deli Hasan şehrin dış mahallelerini yakmış, böylece bu zamana kadar köylerin başına gelen hiçbir felaketi tatmamış olan şehirlerde seneler boyunca peş peşe hücumlara, yağmalara ve yangınlara katlanmak zorunda kalacakları yeni bir döneme girmiş bulunuyorlardı. 1603 yılında Deli Hasan’la da anlaşma yoluna giden devlet olayların azalmasını beklerken Karayazıcı’nın ölümünden sonra olduğu gibi, sakinleşme bir yana olaylar geçmişe nazaran misli görülmedik derecede kabarmış ve daha da genele yaygınlaşmıştır. Bu dönemde adı geçen asi liderleri olarak karşımıza Karakaş Ahmet ve Tavil Mehmet çıkmaktadır. Özellikle Karakaş Ahmet grubunun Çanakkale’den Ankara üzerine
yürürken yaptıkları, Ankara Kalesi’ne sığınmak zorunda kalan halkın durumuyla ilgili örnekler verilirken, kalenin dışında kalan mahallelerin nasıl acımasızca yakıldığı uzun uzun anlatılmaktadır.
Yazar ayrıca kitabın bu bölümünde; kimin eşkıya, kimin hükümet adamı olduğunu ayırt etmenin oldukça güç olduğunu, bir gün tanınmış bir Celali şefinin bölükbaşlığını veya ağalığını yapan birisinin, yarın bir sancak beyine veya beylerbeyine kapu ağası oluverdiğini ve bütün Celali isyanları boyunca genel görüntünün böyle olduğundan bahsetmektedir. Devamında ise Celaliler üzerine düzenlenen seferlerle ilgili bilgi verirken, ilk seferin 1599’da ikincisinin ise 1603 yılında yapıldığını, seferler esnasında bir çok asinin gelip hükümet güçlerine dahil olduklarını, böylece affedildiklerini, sefere çıkan devlet görevlisi paşaların dahi halka zulüm ettiklerini, soygunlar yaptıklarını, bunun sonucu olarak da halkın ne yapacağını şaşırdığını, birçoğunun köylerini ve yurtlarını terk ederek kaçtıklarını ve hatta levent bölüklerine katıldıklarını,1604 yılının baharından itibaren artık Celali hareketlerinin yeni şartlar altında cereyan etmeye başladığını, Anadolu’nun tarihte görülmemiş bir açlık ve ölüm tehlikesiyle altı yıl kendisini pençeleşmeye mahkum eden bir tarihi kadere boyun eğdiğini yani Celali mücadelesinin ”Büyük Kaçgunluk” devrinin başladığını belirtmektedir.
Kitabın bu kısmının sonlarında yazar Celalilerle ilgili genel bilgileri özet mahiyette tekrar eder. Buna göre isyan edenlerini % 95’ini oluşturanların levent olması münasebetiyle, bu isyanlar tam bir köylü isyanı olduğu halde, gaye cihetinde düşünülünce kesinlikle böyle denilemeyeceğini, eğer olsaydı devlet düzenini kökten değiştirmeye muktedir olabileceklerini savunmaktadır. Celali şeflerinin ise tamamının bir zamanlar devlet adına çalıştıklarını ve daha sonraları çıkan fırsatlardan istifade ile ayaklandıklarını, amaçlarının bir şekilde devletten yüksek mansıp almak olduğunu, birinci derece şeflerin beylerbeyliği hatta vezirlik isteklerinde bulunduklarını, daha aşağı kademede olanların ise önemlerine göre, sancakbeyliği, müteferrikalık ve bölüklere yazılmayı yeterli bulduklarını ve devletin de bu istekleri çoğunlukla yerine getirdiğini ifade etmektedir. Bu isyanlarda yer alan insanların ise hiçbir siyasi gayelerinin olmadığını kim daha fazla para verirse onun yanında yer aldıklarını vurgulamaktadır.
Yazar ayrıca verdiği uzun izahatlar neticesinde Celali şeflerinin asla Anadolu’yu devletten ayırma düşüncelerinin bulunmadığını bu nedenle devletin, Anadolu’da hiçbir fiili nüfuzunun kalmadığı dönemde bile siyasi bir endişe duymadığını, açılan harplere hiç ara vermeden devam ettiğini ve isyanları ikinci plana attığını üstüne basarak anlatmaktadır.
Celali fetretinin yarattığı yeni hayat şartlarından da bahseden yazar, en büyük sonucun arada kalan ve he fırsatta ezilen halkın yerlerini terke başlamaları olduğunu, hatta hayvanlarını dahi geride bırakarak sırf canlarını kurtarabilmek için “terk-i diyar ve cila-ı vatan “ eylediklerini, çoğunluğunun dağlara çekildiğini, oralara yerleşerek pek sefilane bir hayat yaşamaya mahkum
olduklarını, erkeklerin ise çiftlerini çubuklarını bırakarak Celaliye karıştıklarını, köylülerin sadece dağlara kaçmadığını şehirlere de gittiklerini, şehirlerin kale surlarının dışında kalan mahallelerinin ise kale içine çekildiklerini, bu sefer de kale içinde önceden yerleşmiş olanlar ile sonradan gelenler arasında kavgalar olduğunu örneklerle anlatmaktadır.
Celali İsyanlarının kısa sürede bir felaket halini aldığı 1603 yılında artık köylerde ziraat eden insanların kalmadığını, buğday darlığının tehlikeli bir hal aldığını anlatan yazar, temel gıdaların geçmiş yıllarla ve diğer bölgelerle fiyat karşılaştırmalarını vererek bu kısmı bitirmektedir.
Altıncı ve son kısımda ise yazar, 1603 (IV. Murat zamanı)’ ten sonraki isyanlara değinmiştir. Başgösteren genel kıtlık sebebiyle hububat alım ve satımının resmi vesikaya bağlandığını, İstanbul’daki İngiliz elçisinin dahi yiyeceği ekmeğin buğdayını satın alabilmek için hükümetten vesika aldığını belirtmiş, genel olarak kıtlıkla ve fiyatlarla ilgili örnekler vermiştir.
Devamında ise 1603 yılından itibaren Celali fetretinin son bulduğunu, arkasından ise korkunç bir karışıklığın Anadolu’nun sosyal ve ekonomik yapısını temelinden çökerttiğini ve halkın yedi yıl sürecek “Büyük Kaçgunluk” dönemine girdiği belirtiliyor. Başlangıçta Karayazıcı ve Deli Hasan’ın etrafında toparlanan asilerin sadece şefleri adına para topladıklarını ancak bu büyük şeflerin ortadan kalkmasıyla her birinin Karayazıcı kesildiğini, böylece binleri aşkın Celali gruplarının türemesi sonucunda, Anadolu çiftçisinin bazen kendisine hücum olacak diye korktuğunu, bazen de bu karışıklık esnasında, kendi çevresinden uzakta geçen yağmalardan nasibini almak hevesine sürüklenerek uzak yerlere gittiği için hemen hemen bütün köylerin yerinden oynadığını üzülerek anlatmaktadır. Ayrıca İran seferinden dönen askerlerin de geçtikleri yerleri yağmaladıklarını ve yakalandıklarında ise başlarındaki beylerin kendilerini görevlendirdiklerini söylediklerini, bununda halkın eşkiyaya katılmasını hızlandırdığını da eklemiştir.
Anadolu’da tüm bu olaylar olup biterken hükümetin, daha önceki yıllarda da olduğu gibi, büyük Celali şefleriyle anlaşma yoluna gittiğini, onlara istedikleri mansıpları vererek gönüllerini hoş tutmaya çalıştığını ve böyle davranarak Anadolu’daki olayların yatışacağını, toplum hayatının barışa kavuşacağını umduğunu, ancak bu yöntemin birçok Celali başlarına isyanı bıraktırdığı ya da böylelerini devletin yetkili kişileri kılarak, diğer Celaliler’i içlerinden “en zorbasının” gücüyle sindirdiği için günü kurtarıcı faydalar sağladığını, fakat sekiz-on bin celali sekbanın başı olabilme başarısını göstermiş olanlara, sanki isyan yolunda gidilince bu işin sonunda “şanlarına layık bir mansıp” elde etmenin mümkün olacağı anlamına geldiğini belirtmiştir. Ayrıca isyancıbaşılıktan, beylerbeyliğine veya sancakbeyliğine geçmenin bu şeflerin hayatlarını hiçbir şekilde değiştirmediğini, bu gibilerin sadece bir unvan kazandığını, tutum ve davranışlarındaki “Celali üzere” yaşantısının bütün nitelikleri en küçük bir kayba uğramadan sürüp gittiğini, bütün beylerin ister Enderun’dan kökenli olsun, ister devletten zorla mansıp koparma yoluyla Celalilikten geçme
olsunlar, kapılarında toplanan levent ve sekbanların arzularına bağlanmış birer esir gibi davrandıklarını, bunların suyunca gitmeyerek, kendi isteklerince idare etmeye çalışan beylerin hayatlarını kaybettiklerinin sıkça görüldüğünü kaydetmiştir.
Yazar, I. Ahmet devri Türkiye’sini anlatırken; Şehirlerin ve kasabaların kale duvarları dışında bulunanlar için, ya levent-sekban olmak ya da onların başında Celali başı, beylerbeyi, sancakbeyi gibilerden biri bulunmak dışında bir seçenek olmadığını söylüyor. Celali hareketlerinin Fetret ve Büyük Kaçgunluk devrinde, sanki, Celali başbuğluğu, arı kovanının dışı, sancakbeyliği, beylerbeyliği gibi resmi görevlerin de kovanın içi sayıldığını, isteyenin içerden çıkıp dışarıda hareket ettiğini, yine isterse içeri girip devam ettiğini belirtiyor.
Altıncı kısmın (ve dolayısı ile kitabın) son bölümlerinde; Büyük Kaçgunluk devrinde dirlik ve düzenlikten bahsedilmektedir. Başlangıçta Celali baskınları önünde kaçan köylülerin durumu ve başıboş levent kümelerini yaratan olaylar aşağıdaki maddelerde özetlemektedir;
1. Türlü nedenlerle, artık XVI. yüzyıl devlet düzeninin başlıca kolları, eskisi kadar levent görevlendiremiyor, Balkanların bu alanda Anadolu’ya rakip olmaları, rical kapılarındaki sayıları çok artan kölelerin ve gulamların, çok ucuz bir masrafla her işte kullanılmaları,
2. Gerek hazinenin gerek dirlik sahiplerinin (Devletten tımar şeklinde ücret alan hizmetlilerin), çektikleri para darlığı etkisiyle, vergi alma usullerini kanun ve geleneğe bakmadan, bozup durmalarının halkı kaldırabileceğinden fazla para ödeme zorunluluğunda bırakması,
3. Ulufeliler (yeniçeri, acemioğlanı, sipahi, silahtar ve ötekiler), cihet sahipleri (Kadı, müderris, naip, vakıflardan hisseleri olan mürtezika) ve ellerinde nakit para toplamış kişiler, köylünün parasız kalmasından faizcilik yolunda faydalanarak, tefecilik (ribahurluk) yapmaya başlamışlar, böylece köylülerin boylu boyunca borca batmak zorunda kalmaları. (Bu dönemde köylerini bırakıp kaçanların bir bölümünün de, borçlu durumda olduklarından, alacaklıların baskısından kurtulmak için bu karışıklıkları fırsat bildikleri vesikalarda belirtilmiş.)
4. Üçüncü maddede belirtilen elinde para olanların, geniş çiftlikler kurmaları ve burada hayvan sürüleri saklamaları, bu sürüleri halkın ekili alanlarına musallat etmeleri, kıtlık dönemlerinde köylüden yok pahasına arazilerini satın almaları (birkaç batman un karşılığında bir tarla vs.)
5. Sekban, levent ve suhte bölüklerinin köylüler üzerindeki baskıları (Bölükler uğradıkları köylerde halk tarafından ağırlanmak zorundaydılar, bu da halkın fakir, bölüklerin sayılarının kalabalık olduğu düşünüldüğünde hiçde kolay değildi. Ayrıca bölükteki insanların dağlarda yaşaması ve kadınsız bulunmaları, ırza geçme olaylarının da sıklıkla görülmesine sebep oluyordu)
Yukarıda sayılan ve kısaca levent soygunları diye nitelenebilecek olan büyük karışıklıkların yerlerinden oynattığı milyonlarca köylünün hareket tarzları önem sırasıyla şöyle olmuştur;
1. Hükümetin izniyle uygun yerlerde yapılan “palanka”ların (ağaç ve toprakla yapılmış hendekle çevrilmiş küçük hisar, bunların yapımı için devletten izin alınması gerekiyordu, asilerden korunmak için izin alınarak yapılan bir palankanın daha sonra celaliler tarafından devlete karşı kullanıldığı sıkça görülmüş bir hadisedir) ve şehirlerle kasabalardaki kalelerin içine sığınmalar.
2. Görülmesi ya da ulaşılması güç, sarp dere içi ve ormanlık yerlerde kurulan, derme çatma yeni köylere taşınmak suretiyle eski köylerin yerlerini değiştirmeler.
3. Başka Sancaklara özellikle doğunun sınır vilayetlerine kadar giden uzak göçler.
4. Böylece, türlü yönlere dağılarak, ekip-biçme ve hayatını iyi-kötü kazanma düzenini bozmak zorunda kalmış olan ailelerin genç ve gücü yerinde erkeklerinin levent bölüklerine karışmaları.
Bu kadar karışıklığa rağmen köylerde kalanların olduğu da yazar tarafından belirtilmekte, nasıl barınabildikleri hakkında ise genel ifadelerle, bu insanların kendilerine çalışacak sekbanlar besleyecek derecede zengin olduklarını ve palanka yaparak korunduklarını anlatıyor.
Yazar son olarak, Celali fetreti ve onu kovalayan daha yıkıcı bir devir olarak Büyük Kaçgun’un Türkiye’nin toplum hayatını gerek dirlik ve gerek düzenliği yönlerinden onarılamayacak kayıplara uğrattığını, 1607 ile 1610 yılları arasında olan olayların ayrıca ele alınması gerektiğini belirtmiş ve kitabını tamamlamıştır.
Osmanlı tarihine “Celali İsyanları” olarak geçen olayların 1500-1603 tarihleri arasındaki bölümünü incelemiş ve detaylarıyla aktarıştır.Kitabın giriş bölümünde; olaylarla ilgili genel bilgiler verildikten sonra, bu olayların içerisinde yer alan gruplar tanımlanmıştır.
Bunlardan birincisi; yaşanan ekonomik sıkıntılar neticesinde ağır vergiler altında ezilen köylülerden çiftini bırakarak tarlasını terk edenlerin (çift bozan) oluşturduğu Levent –Sekban birikintileridir. Başlangıçta padişah tarafından seferlere çağrılan bu insanların sayısı daha sonraları Ordunun ihtiyacından çok aşkın hale gelmiştir. Vezirlerin, beylerbeylerinin, sancak beylerinin kapılarına yazıldıklarında “Sekban” adını alan bu grup, başıboş olduklarında ise “Levent” adını almaktaydı.
İkincisi; kadılar, mahkeme görevlileri, medreselerin öğretim üyeleri, cami hizmetlileri, müftüler gibi “Ehl-i Şer” kapsamına girmeyip hükümetin özellikle İstanbul dışındaki her türden işini doğrudan doğruya kendileri yapan, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün idareci kesim, yani memur olan “Ehl-i Örf” grubudur. İşte levent-sekban grupları, bunların etrafında birikiyorlardı, içlerinden kanun ve şeriat denetimini hiçe sayanlar ”Celali” ve onları yola getirmek için peşlerine düşenler ise “Devriye Bölükleri” ya da “Muhafaza” güçleri adlarıyla anılıyorlardı.
Üçüncüsü; imaretlerde (öğrenci yurdu) ve medreselerde büyük bir öğrenci yığılması olmuştur. Buna karşı öğrenimlerini bitirenlere iş verilememesinden dolayı büyük ruhsal ve maddi bunalım içine düşen, başlangıçta ahlak dışı olaylara girişen, sonraları ise halkın malına ve canına kasteden kitleler olarak dikkat çeken medrese öğrencilerinin oluşturduğu “Suhte” grubudur.
Dördüncüsü; toplu gruplar halinde dolaşarak halktan zorla para erzak vs. toplayan yeniçeri ve acemi oğlanı kıyafetine bürünmüş kimselerdir ki içlerinde gerçekten padişah kulu olanlar olduğu gibi bu kılığa girmiş suhte ve leventler de vardı.
Kitabın birinci kısmında yazar; Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumu ve idari düzeninden bahsetmektedir. Osmanlı’nın vergi yükünün tamamen köylü halk üzerinde olduğu ve ağır vergilerin
köylüyü perişan ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Bütün Celali mücadelesi boyunca devlet memurunun vergi alma meselesi baş dava olarak kendisini göstermiştir. Çoğunlukla has ve zeamet sahipleri kanunlarda kendilerine yazılandan daha fazla vergi istedikleri, hatta hiç yazılmayan vergiler talep ettikleri için kendilerine karşı hoşnutsuzluk belirmiştir ve bu durum da isyanlara sebep olarak gösterilmiştir. Ayrıca genel ekonomik darlık, vergilerin artması ve bunların neticesi olarak köylünün büyük yoksulluk içine düşmesi çiftçi halkı toprağından ayrılmaya zorlamıştır. Okumak için köylerinden ayrılanlar (suhteler) ile çift bozarak köyünü terk edenlerin (leventlerin) oluşturduğu gruplar büyük kasaba ve şehirlerde birikmişler, bekar olarak yaşıyor olmanın etkisiyle her türlü ahlaksızlığı yapar konuma gelmişlerdir. Bu nedenle toplumun devlete karşı şikayet konuları; içki fuhuş gibi genel ahlakı kemiren sefahat, hırsızlık ve eşkıyalık ile bahse konu olayın sonucunda ortaya çıkan cinayetler olarak sıralanabilir. Suhte ve leventlerin büyük şehirlerde birikmesi burada yaşayan halkta çok büyük güvensizlik yaratmıştır. Ayrıca bu dönemde şehzadeler arasında yaşanan taht kavgaları sebebiylede halk perişan bir vaziyete düşmüştür. Şehzadeler bu kavgalar esnasında başıboş gezinen suhte ve levent kitlelerini kendi taraflarında kullanmışlardır.
İkinci kısımda, devlete karşı ilk toplu kıyamın toplum içerisinde mezhep ayrılığı yüzünden hep eğreti yaşayagelmiş bulunan Kızılbaş Türkmenler arasında çıktığı belirtilmektedir. Bunun neticesinde Yavuz Sultan Selim’in Anadolu Kızılbaşlarına karşı çok sert ve zalimce davrandığı vurgulanmıştır. Bu akıllı padişahın tamamı öz be öz Türkmen olan bu insanlara karşı beslediği olumsuz duyguların sebebi olarak şehzadeliği zamanında Trabzon valisi iken Şah İsmail’in Anadolu hakkındaki politikasına, yerli kimi Alevi ileri gelenlerinin destek vermeye kalkmalarını göstermiştir. Ayrıca ilk tehlikeli isyanın, Padişahın Mısır Seferi sırasında Yozgat (Bozok) Çevresindeki Türkmenler arasında patladığını, “Celal” adında birinin Kızılbaş kitleleri arkasına alarak ayaklandığını ve bu tarihten itibaren buna benzer ayaklanmaların hepsinin “Celali İsyanları “ olarak anılmasına vesile olduğu anlatılmaktadır. Yazar burada Kızılbaş tabirinin yerinde kıllanılmadığını, isyan edenler arasında tımarı ellerinden alınan tımarlı sipahilerin de bulunduğunu Osmanlı tarihçilerinin bu konuda, Alevileri kötülemek için kasıtlı yazılar kaleme aldıklarını söylemektedir. Bu ayaklanmanın tamamen ağır vergilere karşı başkaldıran bir çiftçi – köylü hareketi olduğunu ısrarla vurgulamaktadır.
Bu bölümde yine devlet hizmetlileri kesiminden ilk önce tımarlı sipahilerin devlete karşı geldiklerini ve sefer çağrılarına çeşitli sebeplerle katılmayarak geride kaldıkları görülmektedir. Bunun nedeni ise özellikle Kanuni zamanında tımarlılar aleyhinde alınan kararların bu kesim üzerinde yarattığı hoşnutsuzluktur.
Kitabın üçüncü kısmında; büyük öğrenci hareketlerinden, başlama ve genişleme döneminden bahsedilmektedir. Burada anlatılanlara göre; medrese öğrencileri toplu halde yaşıyor olmanın ve bekar bulunmanın etkisiyle ahlaki yönden tamamen bir çöküntünün içerisindedir. Akla hayale gelmeyecek iğrençlikler yapıyor, ihtiyaçlarını giderecek kadın bulamadıkları için genç oğlanlarla münasebete giriyor ve hemen hemen hergün yerleşim yerlerine inerek ahalinin genç ve güzel delikanlılarını kaçırıp alıkoyuyorlardı. Yazar bu tür ahlak dışı hareketler alıp yürüdüğü halde imam, müezzin, müderris, vb. hacı hoca takımının nasıl olup da önleyici tedbir almadıklarını ve insani duygusallık göstermediklerini anlamanın güç olduğunu, halbuki bu insanların kadın - erkek arasındaki ilişkiler açığa çıkacak kerteye ulaştığında hemen toplu halde mahkemeye koştuklarını söylemektedir.
Kanuni’nin son dönemlerinde şehzadeler arasında yaşanan taht kavgalarının yarattığı boşluktan istifadeyle suhteler çok daha rahat başkaldırmışlardır. Güvenliği sağlaması gereken güçler birbirleriyle savaşırken meydan azgın suhte ve levent takımlarına kalmıştır. Bu boşluğu çok iyi değerlendiren asilerin yaptıkları, mahkeme kayıtları belge olarak sunularak oldukça ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Bu belgelerden anlaşıldığına göre suhte tayfası bağlı bulundukları medreselerde tutulamıyor çok kalabalık gruplar halinde yerleşim yerlerine iniyor, zaten çok fakir olan halkın elinde ne varsa alıyor, bunun yanında halkın ırzına halel getiriyor, çocuklarını dağa kaldırıyor ve günlerce gönül eğlendiriyorlar, karşı koyanları katletmekten de geri durmuyorlardı.
Yazar tüm detaylarıyla verdiği, akla hayale gelmez rezilliklerin yaşandığı olaylardan sonra devletin tutumunu şu şekilde değerlendirmektedir: ”Oldukça ayrıntıları ile kaydolunan şu kanlı olaylar hakkında bizim söyleyeceğimiz şudur ki, bu derece büyük bir karışıklık daha hazırlık safhasında merkeze duyurulduğu halde hükümet önlemek için gerekli el atmayı yapmamış ve suhteler şu kanlı kavgayı çıkardıklarından, pek çok öğrencinin ya katl ya da yaralanmasına sebep olduktan sonra, yorgunluğun doğal sonucu olarak bir durgunluk dönemine girecek yerde tersine bütün bütün azarak ülkeyi tam bir anarşi ortamına çevirmiştir. Bunun üzerine hükümetin gene her zamanki gibi tımarlı sipahilerle isyancıların üzerine gidip, cemiyetlerini dağıtması, yaralı olarak aile ya da akrabalarına sığınan öğrencileri yakalayıp haklarından gelinmesini istemesi, insancıl yönden düşünülünce devlet büyüklerinin ne denli merhametsizliğin içinde bulunduklarını çok açık bir şekilde gözlerimizin önüne seriyor, Çoğu belki de yaralı bu gençlerin yakalanarak mahkemesiz haklarından gelinmesi cezalandırma usulü kuralına da tamamen aykırı idi.”
Yazar bu yorumu yaptıktan sonra yine uzun uzun yaşanan karmaşadan anarşiden, soygunlardan, tecavüze uğrayan genç erkeklerden ve bu olayların hükümet güçleri tarafından nasıl acımasızca bastırıldığından, hükümetin suhte gruplarına karşı başıboş levent gruplarından nasıl yararlandığından, halkın kendisini koruyabilmesi için gençlerden oluşan il erlerinin teşkil edilerek
suhtelere karşı yollandığından, başka bir yöntem olarak öğrencilerin ileri gelenlerinin İstanbul’a çağrılarak kendilerinden söz alındığından, halkın elindeki silah sayılabilecek her türlü aletin toplatıldığından (Devlete kızan silahı kapıp dağa çıkmasın diye), kanuna aykırı olarak çok büyük işkencelerin yapıldığından, hükümetten isyan edenler yakalandığında “demleri hederdir” emrini alan güvenlik güçlerinin suçlu olup olmadığına bakmadan bütün öğrencilere asi muamelesi yaptığından, bunun da evlatları suçsuz yere heder olan aileleri perişan ettiğinden ve bunların da bu isyan hareketlerine destek verdiklerinden, düzeni sağlamakla görevli ehl-i örfün keyfi hareketlerinden, adam kayırma ve rüşvet olaylarına çok sık rastlandığından, bu olaylar nedeniyle birçok insanın suçsuz olduğu halde şahsi nedenlerle asi olduğu bahane edilerek öldürüldüğünden bahsetmektedir.
Yine bu bölümde en çok dikkat çeken hususların başında ehl-i şer denilen grubun
(Kadılar, Müftüler, imamlar vs.) dahi hayasızca bu olaylardan kendilerine pay çıkarmaları, halkı soymaya kalkışmaları, zaman zaman asilerle işbirliği içinde hareket ederek onları koruyup kollamaları ve ehl-i örfün mahkemeye getirdiği asileri serbest bırakmaları gelmektedir.
Kitabın dördüncü bölümünde; halk ile ehl-i örf arasındaki mücadeleden bahsedilmiştir. Özellikle İran’a harp ilan edildiği yıllarda iktisadi darlık gittikçe artarken harp yeni fedakarlıklar istemekteydi. Vilayet idarecileri ve vergi toplama memurları daima kanuni miktardan fazla para talep etmeye devam ediyorlardı, pek çok şikayetlere rağmen hükümet hiçbir şey yapmıyordu, medrese talebesi ve onlarla uğraşan ehl-i örf hep halkın üzerine yük olmaktaydılar. Yeniçeriler zeamet ve yüksek tımar erbabı, kadılar, müderrisler, yani genel olarak hükümet mensubu olanlar ile halktan bilhassa ticaret ve faizcilik edenler servet yönünden tam bir üstünlük kazanmışlardı. Buna karşın köylü sınıfından çiftini bozanların sayısı gittikçe artıyordu, buna paralel olarak suhtelerin ve levent-sekban tayfasının zulümleri de hız kazanmıştı.
Yazar bu bölümde ayrıca, talebe ayaklanmaları ile levent ayaklanmaları arasındaki farktan bahsediyor, suhtelerin leventlere benzemediklerini hatta çoğu zaman halkla birleşerek leventlerle çarpıştıklarını anlatıyor. Suhte ayaklanmalarının bastırılması esnasında da ehl-i örf ‘ün kalabalık levent-sekban gruplarından faydalandıklarını ve bu iki grubun sıklıkla karşı karşıya geldiğini aktarıyor. Hükümetin vilayetlere yollamış olduğu emirlerde suhtelere karşı birlikler oluşturulmasını istemesi ve bunlara belli miktar para vermesi ise her tarafta suhte avına çıkan levent gruplarının mantar gibi büyümesine ve suhte teftişi yapıyoruz diyerek halka zulüm etmelerine zemin hazırladığına dair yazar bir çok örnek sıralamış, İstanbul’dan gönderilen her emrin uygulayıcılar tarafından ne denli kötüye kullanıldığını ve Anadolu’da geçmekte olan büyük kanlı olayları anlatmıştır. Bütün bu karışıklık içerisinde toplumun üç ana gruba bölündüğü görülüyor;ilk olarak kadılar idaresinde kendilerini koruma maksadıyla teşkilatlanan halk tabakaları,ikinci olarak Celali
reislerinin etrafında toplanan asi levent-sekban bölükleri, son olarak da kalabalık devriye bölükleriyle idareyi elinde tutmaya çalışan vilayet idarecileri (Ehl-i Örf).
Bu dönemde Osmanlı tımar sisteminin de bozulmaya başladığını, yeniçerilerin baskıları sonucunda tımarlıların yükselme yollarının kesildiğini, tımar bölgelerinin sık sık el değiştirdiğini, bir paşanın diğerinin uygulamalarını tanımadığını, mevcut sistemi bozduğunu ve tımarları gelişigüzel tahsis ettiğini bu durumun ise yüksek tımar erbabını isyana sevk eden en önemli sebeplerden olduğunu öğreniyoruz.
Uzun İran seferlerinden sonra ara verilmeden Avusturya seferinin hazırlıklarının başlaması Anadolu’da başlamak üzere olan kanlı iç kavgaların habercisi olmuştu. Tımar erbabı ile çoğu yerli ahaliden olan zeamet sahibi zorba çavuşlar başıboş levent ve sekbanlara baş olmaya hazır idiler. Suhteler her ne kadar itibardan düşmüş olsalar da sağda solda yine fesatlığa devam ediyorlardı. Ne asilerle ve ne de halkla anlaşamayan vilayet idarecileri sefere çağırılınca, İran seferi dönemindeki korkuya nazaran daha fazla bir korku halkı sardı. Çünkü o zaman düzenin tek bozucuları olarak görülen suhteler yerine, şimdi sayıları kabarık bulunan levent ve sekbanlarla beraber, asi çavuşlar, hoşnutsuz dirlik erbabı da vardı. Bunların karşısında, düzenlik ve güvenin korunmasından ziyade, kendi canını ve servetini korumaya hazırlanmış bir memur sınıfı görülmekteydi. Böylece Anadolu’nun güvenlik ve düzenliği kıl üzerinde durmaktaydı.
Anadolu ‘nun asayiş durumu bu şekilde seyir ederken, III. Murat’ın yerine padişah olan IV. Mehmet halkı rahatlatmak için birçok tedbir almış, kendisi Eğri Seferi hazırlıklarını yaparken Anadolu vilayetlerinde düzeni korumak için beylerbeyi seviyesinde muhafızlık görevleri vermiştir. Sefere çıkarken de yayınladığı fermanla ehl-i örf’ü halka zulmettikleri için suçlamış ve dikkatli olmaları konusunda uyarmıştır. Halk ise bu fermana güvenerek kanun tanımaz olmuş ve her fırsatta ayaklanmıştır. Kısacası alınan hiçbir tedbir işe yaramamış bütün Anadolu büyük bir iç çekişmeye doğru yol almaya devam etmiş ve büyük fırtınanın kopacağı belli olmuştur.
Nitekim sefer hazırlığında olan devlet, ihtiyaçları karşılamak için Anadolu’nun her yanına zahire vs. toplamak için adamlar yollar. Fermanların yayınlanmasından aldığı cesaretle halk, hükümet adamlarına karşı gelmiş ve her yerde silahlı ayaklanmalara başlamıştır. Olaylar ilk önce Karaman Vilayetinde patlak vermiş ve her tarafa yayılmıştır. Bu ayaklanmaları yönetenlerden en önemlileri; Davutoğlu, Neslioğlu, Mehmet Çavuş, Köroğlu gibi karekterlerdi. Yazar burada Neslioğlu ve Köroğlu’nun eşkiyalıkta Davutoğlu’na nazaran daha uzun yıllar kalabilmesini; Davutoğlu gibi hayale kapılmayarak (Davutoğlu kendisinin Selçuklu soyundan geldiğini ilan etmiş ve padişaha karşı gelmişti), sadece ehl-i örf düşmanlığı, fakirlerin zalim hükümet adamlarına karşı korunması şeklinde, padişahın da yapmak isteyip de yapamadığı bir işin başında görünmeyi başarmış olmalarına bağlamıştır.
Bu bölümde aktarılan diğer bir hadise de köylerin çoğunluğunun boşaltıldığı, halkın ya canını ve malını korumak için mevcut köye yakın fakat daha yüksek ve ulaşılması zor yerlere yerleşerek oralarda yeni köyler kurdukları ve rezillik içinde yaşadıkları (Bugün Anadolu’da birçok, eski-yeni, yukarı-aşağı diye aynı köy isimlerinin olmasını yazar buna bağlıyor), ya da ailece Celalilere katıldıkları gerçeğidir. Ne olursa olsun köylerin bu şekilde boşalmaları memleketi topyekün bir felakete doğru götürmüştür.
Beşinci kısımda ise köylerin tahribinden ve Celali fetretinin başlamasından bahsedilmektedir. Artık halk ile devlet adamları arasındaki nefret iyice günyüzüne çıkmış, yıllık vergileri toplamaya çıkan görevliler her yerde mukavemetle karşılaşmışlardır. Bu kez devlet adamları halkı yola getirmek için leventleri kullanmışlar, halk ise kendi içinden il erleri adında birlikler kurarak karşı durmaya çalışmış, leventlerden oluşturulan bölükler de köylere saldırınca Celali fetreti başlamıştır. Ahali önce mahkemelere başvurmuş, fakat sonuç alamayınca silahla direnmeye karar vermiştir.
İşte karmaşanın alıp başını gittiği bu dönemde, en ünlü Celali reisi olarak tanınan Karayazıcı’nın ortaya çıktığını görülmektedir (1598 -1599). Çok kısa sürede binlerce insan gelip Karayazıcı ’ya katılınca da ünü tüm ülkeye yayılır. Karayazıcı, özellikle Güney Doğu Anadolu ve İç Anadolu yörelerinde bulunan tüm köyleri yağmalarken, devlet hâlen seferlere adam çağırıyor olanları sanki görmezden geliyordu. Anadolu‘dan kaçan halk akın akın İstanbul‘a göç ediyordu. En sonunda tehlikenin farkına varan devlet Karayazıcı ile anlaşma yoluna giderek kendisine beylik verir, fakat eşkıya başı tecavüzlerine devam edince üzerine gönderilen Sokulluzade Vezir Hasan Paşa’ya yenilerek 20.000 sekban ölü vererek Canik (Samsun) dağlarına sığınır ve orada ölür. Şu muhakkaktır ki etrafına pek büyük bir grup toplayarak bütün halkı Celaliliğe heveslendirmiş ve kendisinden sonra gelenlere örnek teşkil etmiş olan Karayazıcı sonraki Celali reislerine göre oldukça merhametliydi.
Karayazıcı’nın ölümünden sonra ortaya çıkan büyük Celali grupları da sırasıyla anlatılmaktadır. Bunların başında Karayazıcı’nın yerine geçen kardeşi Deli Hasan gelmektedir. Topladığı grupla Vezir Hasan Paşa’nın bulunduğu Tokat’a saldıran Deli Hasan şehrin dış mahallelerini yakmış, böylece bu zamana kadar köylerin başına gelen hiçbir felaketi tatmamış olan şehirlerde seneler boyunca peş peşe hücumlara, yağmalara ve yangınlara katlanmak zorunda kalacakları yeni bir döneme girmiş bulunuyorlardı. 1603 yılında Deli Hasan’la da anlaşma yoluna giden devlet olayların azalmasını beklerken Karayazıcı’nın ölümünden sonra olduğu gibi, sakinleşme bir yana olaylar geçmişe nazaran misli görülmedik derecede kabarmış ve daha da genele yaygınlaşmıştır. Bu dönemde adı geçen asi liderleri olarak karşımıza Karakaş Ahmet ve Tavil Mehmet çıkmaktadır. Özellikle Karakaş Ahmet grubunun Çanakkale’den Ankara üzerine
yürürken yaptıkları, Ankara Kalesi’ne sığınmak zorunda kalan halkın durumuyla ilgili örnekler verilirken, kalenin dışında kalan mahallelerin nasıl acımasızca yakıldığı uzun uzun anlatılmaktadır.
Yazar ayrıca kitabın bu bölümünde; kimin eşkıya, kimin hükümet adamı olduğunu ayırt etmenin oldukça güç olduğunu, bir gün tanınmış bir Celali şefinin bölükbaşlığını veya ağalığını yapan birisinin, yarın bir sancak beyine veya beylerbeyine kapu ağası oluverdiğini ve bütün Celali isyanları boyunca genel görüntünün böyle olduğundan bahsetmektedir. Devamında ise Celaliler üzerine düzenlenen seferlerle ilgili bilgi verirken, ilk seferin 1599’da ikincisinin ise 1603 yılında yapıldığını, seferler esnasında bir çok asinin gelip hükümet güçlerine dahil olduklarını, böylece affedildiklerini, sefere çıkan devlet görevlisi paşaların dahi halka zulüm ettiklerini, soygunlar yaptıklarını, bunun sonucu olarak da halkın ne yapacağını şaşırdığını, birçoğunun köylerini ve yurtlarını terk ederek kaçtıklarını ve hatta levent bölüklerine katıldıklarını,1604 yılının baharından itibaren artık Celali hareketlerinin yeni şartlar altında cereyan etmeye başladığını, Anadolu’nun tarihte görülmemiş bir açlık ve ölüm tehlikesiyle altı yıl kendisini pençeleşmeye mahkum eden bir tarihi kadere boyun eğdiğini yani Celali mücadelesinin ”Büyük Kaçgunluk” devrinin başladığını belirtmektedir.
Kitabın bu kısmının sonlarında yazar Celalilerle ilgili genel bilgileri özet mahiyette tekrar eder. Buna göre isyan edenlerini % 95’ini oluşturanların levent olması münasebetiyle, bu isyanlar tam bir köylü isyanı olduğu halde, gaye cihetinde düşünülünce kesinlikle böyle denilemeyeceğini, eğer olsaydı devlet düzenini kökten değiştirmeye muktedir olabileceklerini savunmaktadır. Celali şeflerinin ise tamamının bir zamanlar devlet adına çalıştıklarını ve daha sonraları çıkan fırsatlardan istifade ile ayaklandıklarını, amaçlarının bir şekilde devletten yüksek mansıp almak olduğunu, birinci derece şeflerin beylerbeyliği hatta vezirlik isteklerinde bulunduklarını, daha aşağı kademede olanların ise önemlerine göre, sancakbeyliği, müteferrikalık ve bölüklere yazılmayı yeterli bulduklarını ve devletin de bu istekleri çoğunlukla yerine getirdiğini ifade etmektedir. Bu isyanlarda yer alan insanların ise hiçbir siyasi gayelerinin olmadığını kim daha fazla para verirse onun yanında yer aldıklarını vurgulamaktadır.
Yazar ayrıca verdiği uzun izahatlar neticesinde Celali şeflerinin asla Anadolu’yu devletten ayırma düşüncelerinin bulunmadığını bu nedenle devletin, Anadolu’da hiçbir fiili nüfuzunun kalmadığı dönemde bile siyasi bir endişe duymadığını, açılan harplere hiç ara vermeden devam ettiğini ve isyanları ikinci plana attığını üstüne basarak anlatmaktadır.
Celali fetretinin yarattığı yeni hayat şartlarından da bahseden yazar, en büyük sonucun arada kalan ve he fırsatta ezilen halkın yerlerini terke başlamaları olduğunu, hatta hayvanlarını dahi geride bırakarak sırf canlarını kurtarabilmek için “terk-i diyar ve cila-ı vatan “ eylediklerini, çoğunluğunun dağlara çekildiğini, oralara yerleşerek pek sefilane bir hayat yaşamaya mahkum
olduklarını, erkeklerin ise çiftlerini çubuklarını bırakarak Celaliye karıştıklarını, köylülerin sadece dağlara kaçmadığını şehirlere de gittiklerini, şehirlerin kale surlarının dışında kalan mahallelerinin ise kale içine çekildiklerini, bu sefer de kale içinde önceden yerleşmiş olanlar ile sonradan gelenler arasında kavgalar olduğunu örneklerle anlatmaktadır.
Celali İsyanlarının kısa sürede bir felaket halini aldığı 1603 yılında artık köylerde ziraat eden insanların kalmadığını, buğday darlığının tehlikeli bir hal aldığını anlatan yazar, temel gıdaların geçmiş yıllarla ve diğer bölgelerle fiyat karşılaştırmalarını vererek bu kısmı bitirmektedir.
Altıncı ve son kısımda ise yazar, 1603 (IV. Murat zamanı)’ ten sonraki isyanlara değinmiştir. Başgösteren genel kıtlık sebebiyle hububat alım ve satımının resmi vesikaya bağlandığını, İstanbul’daki İngiliz elçisinin dahi yiyeceği ekmeğin buğdayını satın alabilmek için hükümetten vesika aldığını belirtmiş, genel olarak kıtlıkla ve fiyatlarla ilgili örnekler vermiştir.
Devamında ise 1603 yılından itibaren Celali fetretinin son bulduğunu, arkasından ise korkunç bir karışıklığın Anadolu’nun sosyal ve ekonomik yapısını temelinden çökerttiğini ve halkın yedi yıl sürecek “Büyük Kaçgunluk” dönemine girdiği belirtiliyor. Başlangıçta Karayazıcı ve Deli Hasan’ın etrafında toparlanan asilerin sadece şefleri adına para topladıklarını ancak bu büyük şeflerin ortadan kalkmasıyla her birinin Karayazıcı kesildiğini, böylece binleri aşkın Celali gruplarının türemesi sonucunda, Anadolu çiftçisinin bazen kendisine hücum olacak diye korktuğunu, bazen de bu karışıklık esnasında, kendi çevresinden uzakta geçen yağmalardan nasibini almak hevesine sürüklenerek uzak yerlere gittiği için hemen hemen bütün köylerin yerinden oynadığını üzülerek anlatmaktadır. Ayrıca İran seferinden dönen askerlerin de geçtikleri yerleri yağmaladıklarını ve yakalandıklarında ise başlarındaki beylerin kendilerini görevlendirdiklerini söylediklerini, bununda halkın eşkiyaya katılmasını hızlandırdığını da eklemiştir.
Anadolu’da tüm bu olaylar olup biterken hükümetin, daha önceki yıllarda da olduğu gibi, büyük Celali şefleriyle anlaşma yoluna gittiğini, onlara istedikleri mansıpları vererek gönüllerini hoş tutmaya çalıştığını ve böyle davranarak Anadolu’daki olayların yatışacağını, toplum hayatının barışa kavuşacağını umduğunu, ancak bu yöntemin birçok Celali başlarına isyanı bıraktırdığı ya da böylelerini devletin yetkili kişileri kılarak, diğer Celaliler’i içlerinden “en zorbasının” gücüyle sindirdiği için günü kurtarıcı faydalar sağladığını, fakat sekiz-on bin celali sekbanın başı olabilme başarısını göstermiş olanlara, sanki isyan yolunda gidilince bu işin sonunda “şanlarına layık bir mansıp” elde etmenin mümkün olacağı anlamına geldiğini belirtmiştir. Ayrıca isyancıbaşılıktan, beylerbeyliğine veya sancakbeyliğine geçmenin bu şeflerin hayatlarını hiçbir şekilde değiştirmediğini, bu gibilerin sadece bir unvan kazandığını, tutum ve davranışlarındaki “Celali üzere” yaşantısının bütün nitelikleri en küçük bir kayba uğramadan sürüp gittiğini, bütün beylerin ister Enderun’dan kökenli olsun, ister devletten zorla mansıp koparma yoluyla Celalilikten geçme
olsunlar, kapılarında toplanan levent ve sekbanların arzularına bağlanmış birer esir gibi davrandıklarını, bunların suyunca gitmeyerek, kendi isteklerince idare etmeye çalışan beylerin hayatlarını kaybettiklerinin sıkça görüldüğünü kaydetmiştir.
Yazar, I. Ahmet devri Türkiye’sini anlatırken; Şehirlerin ve kasabaların kale duvarları dışında bulunanlar için, ya levent-sekban olmak ya da onların başında Celali başı, beylerbeyi, sancakbeyi gibilerden biri bulunmak dışında bir seçenek olmadığını söylüyor. Celali hareketlerinin Fetret ve Büyük Kaçgunluk devrinde, sanki, Celali başbuğluğu, arı kovanının dışı, sancakbeyliği, beylerbeyliği gibi resmi görevlerin de kovanın içi sayıldığını, isteyenin içerden çıkıp dışarıda hareket ettiğini, yine isterse içeri girip devam ettiğini belirtiyor.
Altıncı kısmın (ve dolayısı ile kitabın) son bölümlerinde; Büyük Kaçgunluk devrinde dirlik ve düzenlikten bahsedilmektedir. Başlangıçta Celali baskınları önünde kaçan köylülerin durumu ve başıboş levent kümelerini yaratan olaylar aşağıdaki maddelerde özetlemektedir;
1. Türlü nedenlerle, artık XVI. yüzyıl devlet düzeninin başlıca kolları, eskisi kadar levent görevlendiremiyor, Balkanların bu alanda Anadolu’ya rakip olmaları, rical kapılarındaki sayıları çok artan kölelerin ve gulamların, çok ucuz bir masrafla her işte kullanılmaları,
2. Gerek hazinenin gerek dirlik sahiplerinin (Devletten tımar şeklinde ücret alan hizmetlilerin), çektikleri para darlığı etkisiyle, vergi alma usullerini kanun ve geleneğe bakmadan, bozup durmalarının halkı kaldırabileceğinden fazla para ödeme zorunluluğunda bırakması,
3. Ulufeliler (yeniçeri, acemioğlanı, sipahi, silahtar ve ötekiler), cihet sahipleri (Kadı, müderris, naip, vakıflardan hisseleri olan mürtezika) ve ellerinde nakit para toplamış kişiler, köylünün parasız kalmasından faizcilik yolunda faydalanarak, tefecilik (ribahurluk) yapmaya başlamışlar, böylece köylülerin boylu boyunca borca batmak zorunda kalmaları. (Bu dönemde köylerini bırakıp kaçanların bir bölümünün de, borçlu durumda olduklarından, alacaklıların baskısından kurtulmak için bu karışıklıkları fırsat bildikleri vesikalarda belirtilmiş.)
4. Üçüncü maddede belirtilen elinde para olanların, geniş çiftlikler kurmaları ve burada hayvan sürüleri saklamaları, bu sürüleri halkın ekili alanlarına musallat etmeleri, kıtlık dönemlerinde köylüden yok pahasına arazilerini satın almaları (birkaç batman un karşılığında bir tarla vs.)
5. Sekban, levent ve suhte bölüklerinin köylüler üzerindeki baskıları (Bölükler uğradıkları köylerde halk tarafından ağırlanmak zorundaydılar, bu da halkın fakir, bölüklerin sayılarının kalabalık olduğu düşünüldüğünde hiçde kolay değildi. Ayrıca bölükteki insanların dağlarda yaşaması ve kadınsız bulunmaları, ırza geçme olaylarının da sıklıkla görülmesine sebep oluyordu)
Yukarıda sayılan ve kısaca levent soygunları diye nitelenebilecek olan büyük karışıklıkların yerlerinden oynattığı milyonlarca köylünün hareket tarzları önem sırasıyla şöyle olmuştur;
1. Hükümetin izniyle uygun yerlerde yapılan “palanka”ların (ağaç ve toprakla yapılmış hendekle çevrilmiş küçük hisar, bunların yapımı için devletten izin alınması gerekiyordu, asilerden korunmak için izin alınarak yapılan bir palankanın daha sonra celaliler tarafından devlete karşı kullanıldığı sıkça görülmüş bir hadisedir) ve şehirlerle kasabalardaki kalelerin içine sığınmalar.
2. Görülmesi ya da ulaşılması güç, sarp dere içi ve ormanlık yerlerde kurulan, derme çatma yeni köylere taşınmak suretiyle eski köylerin yerlerini değiştirmeler.
3. Başka Sancaklara özellikle doğunun sınır vilayetlerine kadar giden uzak göçler.
4. Böylece, türlü yönlere dağılarak, ekip-biçme ve hayatını iyi-kötü kazanma düzenini bozmak zorunda kalmış olan ailelerin genç ve gücü yerinde erkeklerinin levent bölüklerine karışmaları.
Bu kadar karışıklığa rağmen köylerde kalanların olduğu da yazar tarafından belirtilmekte, nasıl barınabildikleri hakkında ise genel ifadelerle, bu insanların kendilerine çalışacak sekbanlar besleyecek derecede zengin olduklarını ve palanka yaparak korunduklarını anlatıyor.
Yazar son olarak, Celali fetreti ve onu kovalayan daha yıkıcı bir devir olarak Büyük Kaçgun’un Türkiye’nin toplum hayatını gerek dirlik ve gerek düzenliği yönlerinden onarılamayacak kayıplara uğrattığını, 1607 ile 1610 yılları arasında olan olayların ayrıca ele alınması gerektiğini belirtmiş ve kitabını tamamlamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder