1 Nisan 2012 Pazar

Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç

Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç, Ötüken Yayınevi, 1974,İstanbul
Uygarlık kavramına ışık tutularak 70'li yıllardaki batılılaşma-çağdaşlaşma-uygarlık tartışmaları ve kültürel yozlaşma anlatılmaktadır.
        Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani, İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Zavallı Türk aydını... Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev papağanlaşır. "Çağdaşlaşmayla batılılaşma arasındaki fark" ne demek? Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. Intelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat'tan beri tanıdığımız Batı'nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü? Çağdaşlaşmak, elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. İki yüzyıldır bir anakronizm'in utancı içindeyiz, sözüm ona bir anakronizm. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı'nın abeslerine perestiş olsun? Fani ve mahalli abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı da asrîleşmektir, asrîleşmek yani maskaralaşmak, gavurlaşmak.
Hangi Batı
    Çapkın, çakırkeyif, derbeder bir üslup. Şımarık, atak, serazad bir zeka. Kırdırdığı zaman bile sevimli. Hangi Batı bir facianın hikayesi: iki yüzyıldan beri kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın. Bu milli dram, şairin kalemiyle 'féerique'leşmiş. Düşüncelere gelince...Bu haşarı üslup, düşünce yumağı ile oynayan sevimli bir kedi yavrusu: koşuyor, zıplıyor, saklanıyor, tekrar fırlıyor bir köşeden. Kâh açılıyor, kâh düğümleniyor yumak. Arada bir koptuğu da oluyor.
'Çağdaşlaşma'yla batılılaşma arasındaki fark' ne demek!
    İlhan, çağdaşlaşmak 'sorununu', 'çağdaş yöntemlerle ulusal uygarlık bileşimi yapmak' diye alıyor. Çağdaş yöntem ne demek! Başka bir medeniyetin hazırladığı, başka bir medeniyetin hakimiyet kurmasına yarayan karanlık güçlerin bütünü değil mi! Bu yöntemler, ülkeden ülkeye aktarılabilir mi! Çok titiz, çok sabırlı bir ayıklamadan geçirilmeleri, ehlileştirilmeleri gerekmez mi! 'Ulusal uygarlık' ağacına nasıl aşılayacağız bu yöntemleri! İki yüzyıldan beri aşılamaya çalışmıyor muyuz! Çağdaşlaşmak belli tedaileri olan bir kelime, cıvık, sinsi, kaypak,
    Sevimli şair, felaketlerimizin kaynağını araştırırken Tanzimat ve sonrası, bize, Batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir diyor. Bu düzen imparatorluğu batırmış, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyen bir tutum içermektedir. Şüphe var mı! Dört kıtayı sömürerek palazlanan kapitalizm canavarı, bindiği dalı kesecek değildi ya! Sonra hatalarımızın altını çiziyor İlhan: 'Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı'nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.' Bu şahane tespitlere bazı müdahaleler yapalım: yaptığımız batılılaşmak değildi, çünkü batılılaşamazdık.. Batı bizim sandığımız gibi değildi, iddiasına gelince hem doğru hem yanlış. Biz kimiz! Ã'tıf Efendi mi, Sadullah Paşa mı, Fuat Paşa mı... Emin Bülent mi, Celal Nuri mi, Abdullah Cevdet mi!
    Batı'nın çıkmaza saplandığını ispat için, Batı yazarlarından fetva getirmeye lüzum var mı! Ne de olsa İlhan da bizden, yani Avrupalı. Önsözün kefere isimleriyle bitmesi hastalığın vehametini göstermiyor mu!
    Birinci bölüm: ' Neuilly'de bir Pencere'. Bir şiir başlığı değil mi! Vaitkâr ve cazip. İlhan bir hatırasıyla giriyor bölüme: 'Genç bir ozan hatırlıyorum. Yumruğunu göğsüne vura vura 'Ben, demişti, Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben''. Bu parçalanışın başka bir milletin tarihinde benzerine rastlayamayız. Sadullah Paşa'nın Paris perdesi... Genç Osmanlılardan, genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınları bir hıyanet psikozu içindedir...Bu bir alınyazısı mı! Yani, haşin ve kaçınılmaz bir muayyeniyet mi söz konusudur! Elbet. İmparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahribat katibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimat'tan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı'nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır. Gerçi, o da hastalığa yakalanmıştır. 'Frengi hastalığı'na, ama yine de halk. Bâbıâli, Reşit Paşa'dan itibaren Avrupa'yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi. Aydın da bir bürokrattır: o da mütevazı bir temsilcisi bulunduğu içtimai zümre gibi şöhret ve itibarını yeni efendilerine, yani Avrupa'ya borçludur.
    İdeololoji, hakim sınıfları, hakim sınıfın ideolojisidir, diyor kitap. Hakim sınıf: İngiliz, Fransız burjuvazisi. Padişah son mukavemet kalesi. İstese de istemese de, kalabalığı korumak mecburiyetindedir. Bâbıâli, bir hân-ı yağma grubu. Halkla en küçük bir teması yok. Batan bir gemide... Ve ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Aydın, kadın gibidir, hercai, kaprisli, tembel. Azgın iştahları vardır. Avrupa, memnu meyveleriyle karşısındadır, dudaklarında büyüleyici bir tebessüm, şarkılar fısıldar ona, davetkar şarkılar. Yüzlerce mektep, binlerce keşiş, elçiliklerle balolar, ekalliyetler, ikide bir Beyoğlu'nu zevk panayırı haline getiren şuh aktrisler ve... mürebbiyeler (Hasan Sabbah'ın cenneti kaç para eder! ). Bu kesif hücum karşısında, o dev cüsseli ve dev iştihalı intelijansiyamız nasıl dayanabilirdi!
    Halk mâziye çivili. Bu, ahmakça bir taassup değil, insiyakî bir nefis müdafaası. Aydınların ihanetini biliyor. Korkuyor ve seziyor ki, hayatını idame ettirmenin tek şartı hareketsizlik Bir başka lisan konuşmaktadır aydınlar, halktan nefret etmektedirler. Padişahı, kendilerini dünya zevklerinden ayıran bir hâil olarak görmektedirler. Padişah olmasa, Avrupa'nın emrinde ve Avrupa'nın inayetiyle Türkiye'yi kendileri yönetecek. Kalabalığı savaşa hazırlamak mı, ne savaşı! Kalabalık Caliban'dır, sevimsiz, pis, ahmak Caliban.
    İntelijansiya, ülkesiyle her türlü bağlarını koparmış. İlhan doğru söylüyor. Okumak kopmaktır. Okuduğumuz ölçüde yabancıyız. Şairi dinleyelim: 'Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar, hatta biraz gözü açık mahalle kızları, yalnız çeviri roman okumakla, Türk filmlerine gitmemekle, basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin, o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransa resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur. Sonra, Pondiché'den, Antiller'den söz ediyor yazar. Ve oklarını aydın kardeşlerinin iman tahtasına saplıyor insafsızca: 'Antilli yazar, halkına olmayan bir geçmiş bulmaya çalışadursun, biz rahatça var olan, hem de nasıl var olan, koskoca bir geçmişe sövmekteyiz. O kadar ki, yeni, Batılı, üstelik de ilerici sandığımız bir yazara, elin Bulgar'ı sizin klasikleriniz nedir, diye sorunca bizim klasiklerimiz yoktur, cevabını alır. Konuşan şiirin ta kendisi, şiirin yani mâşeri vicdanın. Sonra yine nesre geçiş, nesre yani ukalalığa. Bir alay kefere ismi, sevimsiz ve lüzumsuz. Şahin, hep aynı yükseklikte kanat çırpamıyor. Ama bir kanat darbesiyle tekrar yükselebiliyor hakikata: 'Yok, yok, genç sanatçı Batılı olmanın Türk olmamak demeye gelmediğini anlamalıdır. Uygarlığımızı değiştirmek ne lâf! Türk'üz, Türk kalacağız.
    Uygarlığımızı çağdaş ölçülerle yeniden değerlendirmesini bileceğiz ( biraz karanlık değil mi! ). Batılılık bu (neden batılılık olsun, insanlık). Yoksa yarım yırtık bir yabancı dil belleyip bir yabancı uygarlığın kuyruğuna eklenmek değil'.
    Az sonra, şairin çok şairane bir hayretiyle karşı karşıyayız. Bir orta mektep tarih kitabında, Sümerleri, Hititleri hatta Etrüskleri bulamayınca afallıyor. Unutuyor ki tarih düpedüz bir ideolojidir. Avrupalının yazdığı tarih, Hristiyan Avrupa'nın gururunu okşayacak bir masallar yığınıdır. Hele orta mektep seviyesindeki tarih! Her içtimai sınıfın, her milletin, her medeniyet camiasının kendine göre bir tarihi vardır, hatta her tarihçinin diyecektim. Şairin elinde kelimeler zaman zaman, karanlıkları aydınlatan birer şimşek parıltısı oluveriyor. Yeni roman, gerçeküstücülük vs. hep belli bir bünyenin hastalıkları. Biz mecbur muyduk bunları ithale! İlhan doğru söylüyor: ' Türk edebiyatının en önemli sorunu, bugün için bir öz kişiliğini bulma sorunudur'.
    İkinci bölüm: 'Kuşku Kapısı'. Yalanla beslenen bir neslin ızdıraplarıyla karşı karşıyasınız; ızdırapları, isyanları ve arayışlarıyla. 'Yirmi yıldır her toplumsal sınavda çaka çaka başımız döndü' diyor şair. Sonra, intelijansiyamızı Baytekin'in uşağı Kolu'ya benzeterek faciayı bir mizaha beşerileştiriyor. Severek okuyacaksınız o sayfaları. Asırlık faciayı üç kelimeye hapsetmiş: 'Uşaklaşmayı uygarlaşmak sanmak'. Sonra coşuyor İlhan ve yeniden bir vicdanın sesini duyuyorsunuz: 'Çinhindi'nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikalılaşmak için nasıl bir takım Kolu'lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeğe uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatını imge düzenini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık Batılı oldum diye övün! Seni beğense beğense tek kişi beğenir: Avcı Baytekin' Nur ol aziz şair!
    Birden Metternich'in öğüdünü hatırladım; tarihin derinliklerinden gelen bir dost sesi:
    Devlet-i Aliyye günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı: Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma gelir. Temellerini III. Selim'in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden, II.Mahmut son haddine vardırır. Babıali'ye tavsiyemiz şu: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdraklerinizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine, size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa'nın temel kanunları, Doğu'nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler'.
Umrandan Uygarlığa
    Muhtevası çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime : 'civilisation'. Batı irfanının ikiyüz yıldır sabit bir tarife hapsedemediği bu ele avuca sığmaz mefhumun hayat hikayesine kısaca göz atalım.
    Avrupa dillerinde zarafeti, çelebiliği -kısaca medeniliği ifade eden kelime 'police' idi. 'Police' XVII. Asırdan itibaren bugünkü mânâda kullanılmaya başlanır: Zaptiye. Ve yerini yeni bir kelimeye bırakır: 'Civilisation'. Aydınlıklar çağının ümitlerini dile getiren, terakki inancını bayraklaştıran iki kelime bu. İnsanlık düşe kalka ilerleyen bir kervandır. Avrupa: kılavuz. 'Civilisation' dünyaya yayıldıkça savaşlar sona erecek, sefalet kölelik ortadan kalkacaklar. Bir gerçekten çok, bir amaç.
    Her insan topluluğunun kendine göre bir medeniyeti vardır, az veya çok zengin, az veya çok eski bir medeniyet. Milletlerin üstünlük iddiası zavallı bir vehim, bir kendini beğenmişlik.  Ama Batı intelijansiyası imtiyazlarıyla sarhoş, şımarık bir çocuktur. İlmin ifşalarına ancak işine geldiği zaman ve işine geldiği ölçüde itibar eder. Evet... birçok medeniyetler vardır dünyada, medeniyet daha doğrusu medeniyet müsveddeleri. Gerçek medeniyet Hıristiyan medeniyetidir, kapitalizmdir, sosyalizmdir.
    Almanlar 'civilisation' mefhumunu 'kultur'la karşılar. Kelimeyi Amerikanca'ya sokan Tylor'a (1871) göre kültür ve medeniyet: 'İlimleri, inançları, sanatları, ahlakı, kanunları, âdetleri ve insanın toplum hayatında kazandığı değer kabiliyet ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütündür'. Amerikan 'culture'u Almanca 'kultur'a cihanşümullük sağlar; Avrupa'nın bütün dilleri benimser kelimeyi. Yalnızca Fransızca 1930'lara kadar bu nevzuhur kültüre itibar etmez, kendi 'culture' ve 'civilisation'una sadık kalır. Yeni kelimenin Alman veya Amerikan içtimai ilimlerine büyük bir vuzuh getirdiği de iddia edilemez. Bir bakarsınız kültürle medeniyet aynı mefhumun iki ayrı ifadesi, bir bakarsınız aralarında dağlar kadar fark var. Kimine göre kültür, insanın olgunlaşmak için harcadığı çaba; medeniyet, dünyayı değiştirmek için giriştiği hareketler; biri amaç öteki araç. Kimine göre iki mefhum arasında yalnız bir hacim farkı var. Kimi, 'Ne münasebet, diye sesini yükseltir. Almanca 'kultur'u İngilizce ve Fransızca'ya maddî medeniyet diye çevirmeliyiz'.
    Bizim için kültür, yakın zamanlara kadar 'hars'tı. Antropologlarımız Amerikan irfanını yurdumuza cömertçe taşıyalı beri kültürden ne anlayacağımızı şaşırdık. İrfan değil bu kültür, maarif değil, galiba medeniyet de değil. Peki, ne! Ama...önce civilisation'u tanıyalım.
    Civilisation, lugat hazinemize Reşit Paşa'nın armağanı, Batı'nın bir çok mefhum ve müesseseleri gibi. Paşa, Paris'ten yolladığı resmî yazılarda (1834) Türkçe karşılığını bulamadığı bu kelimeyi 'terbiye-i nâs ve icray-ı nizâmat' olarak tarif eder.
    Tanzimat aydınlarına dönelim... Yeni tanıdıkları bir dünyanın şaşasıyla gözleri kamaşan hayalperest nesilller için, medeniyet bir teslimiyet ve temessüldür..
    Tarih denilen muammanın iki anahtarı vardı İbn Haldun'a göre: Uman ve asabiyet. Umran, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, âdetler ve inançlar. Umran, tarihi ve insanı bütün olarak ifade eden bir kelime. Avrupa'nın hiçbir zaman ve hiçbir kelimesiyle kucaklayamayacağı bir bütün. Tarihi inkişafın muharrik kuvveti: asabiyet, yani içtimai tesanüt. Umran, iki şekilde tezahür eder: bâdiye hayatı, şehir hayatı. Bedevîlik umranın ilk merhalesi, kendi kendini aşacak olan bir merhale. Haderiyetin de çeşitli merhaleleri var.
    Umran'ı 'içtimaî hayat'la karşılayabiliriz, en geniş mânâda içtimai hayat. İbn Haldun için temeddün'le umran farklı. Temeddün: şehir medeniyeti. Umran, hem bedevîliği hem haderîliği kucaklar: kültür ve medeniyet.
    Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: uygarlık. Mâzisiz, musikisiz bir hilkat garibesi.
Büyücü Çırağı
    Altın çağ ne zaman sona erdi, bilen yok. Üstureler ezelden beri karamsar: şairler ezelden beri ümitsiz. Tevrat da Upanişatlar gibi korkunç kehanetlerle dolu. Mazide tufan, istikbalde kıyamet. Ve dünya bir gözyaşı vadisi, bir vehim, bir rüya.
    Gök sağır, toprak düşman, insan zavallı. Gerçeği inkar, gerçek ile savaşın tek yolu. Bedbinlik bir zırh eski çağlarda.
    Sonra diz çöker canavarlar, uysallaşan tabiat, zaferden zafere koşan insan.
    Dünya ile bir savaş başlar, Michelet'ye göre, dünya ile sona erecek bir savaş: insanın tabiatla, ruhun maddeyle, hürriyetin kaderle savaşı. Tarih, bu sonsuz kavganın hikayesidir. Üstünlük insanda. İki düşmandan biri hep aynı, öteki boyuna güçleniyor. Alpler büyümediler fakat biz Simplon'u aştık. Rüzgarlar ve dalgalar yine eskisi kadar coşkun, ama artık söz geçiremiyorlar buharlı gemilere.
    Batı Avrupa yüz milyonlarca nüfuslu bir şehir. Bütün diğer ülkeler, bu şehrin banliyösü. Görevleri: dev şehrin sanayi mamullerini alıp, ona hammadde hazırlamak. Sombart, birbuçuk asırdan beri Batı Avrupa ile Amerika'da olup bitenlere akıl erdirmek için şeytan'a inanmak lazım, diyor. Bizi gökten koparıp, maddenin esaretine sokan o.
    Avrupa insanı Galile'ye kadar kosmosla kendi arasında muhteşem bir ahenk vehmediyordu: dünya kainatın merkezi idi, insan dünyanın şerefi. Bu inancın sarsılışı, kalabalığın şuurunda büyük yankılar uyandırmaz.
    İnsan, alelade bir hayvan olduğunu geçen asrın ortalarına doğru öğrendi. Biyolojik tekamül nazariyesi, yeryüzü değerlerini altüst ediyordu, ama yüceltiyordu da insanı. Bir fetih müjdecisiydi Darvinizm. Terakki inancını ilmileştiren bir nazariye. Avrupalı tabiatı da, tekamül olduğuna inanır. 1815'den 1940'a kadar Batı düşüncesine ferman dinleten inanç bu.
    Batı insanı, kendisi ile kosmos arasında hiçbir münasebet olmadığını ilk defa atom çağında anlar. Alimler afallar, romancılar şaşırır. Artık en sık duyulan kelimeler; nisbetsizlik, abes, akıl-dışılık. Tek kainat (univers) değil, bir çok kainatlar (plurivers) var, ilme göre. Büyüğü yöneten kanunlar başka, küçüğü yönetenler başka. Kainat bir ürperti, bir tesadüf, bir akış. Sonsuz bir düzensizlik içinde, geçici bir düzen. Kosmos'un doğuşu oldukça yeni bir macera. Hiroşima'daki patlayışa benzeyen bir oluşum, ama çok daha yavaş. Bilinmeyen bir andan itibaren, dört dönen bir bulutsu (nebülöz) sağnağı. Sonra üzerinde bulunduğumuz garip toz yığını. Belki de daha birçok yıldızlarda beliren hayat. Ve boyuna gelişen nebatlar, hayvanlar başağı. Nihayet nasıl ve niçin doğduğu bir türlü anlaşılmayan insanoğlu.
    İlmin son sözü, ümitsizlik mi! Kosmos Tanrı'nın olmadığını mı haykırıyor! İnsan, tabiattaki topyekün tekamülün anahtarı. Kendi şuuruna varan tekamül. Eskiden soyunun kainatla sona ereceğine inanıyordu. Sonra yeryüzü ile birleştirdi akıbetini: ısı değişecek, atmosfer başkalaşacak, yaşamak imkansızlaşacaktı. Nihayet anladı ki, kökünü kurutacak kurt kendi içinde. Bu korkunç yalnızlık, bu bir başına kalış, yeise sürüklüyor Avrupalıyı. Kimi, zamanın uzunluğundan medet umuyor: rasgele bir soyun tabii ömrü on milyonlarca yıl. İmtiyazlı bir varlık olan insan, neden çok, çok daha uzun yaşayamasın! Kiminin teselli kaynağı: uzaya göç. Ama göklerden tek misafir gelmedi ki, böyle bir ümide kapılalım. Artan nüfus, boğulan insan, azgınlaşan tahrip insiyakı.
    İki yol var insanlık için: kendi kendini imha veya gerçekten insanlaşmak. İnsanlık tek merkeze yönelen bir tür: öteki türler gibi dağılıcı değil. Bu biricik düşünen türün sonu çözülüş olamaz. Mekan ve zamanı aşacak insan. Bu kanatlanış, birleşmenin, birlikte düşünmenin eseri olacak. Birlikte düşünmek, kişiliği ortadan kaldırmaz, geliştirir. Ama düşüncelerini başkalarınınkilerle birleştirmek için, onları sevmek, onlarla kaynaşmak gerek. Kurtuluş bu şuurlanışta. Düşünen insanlığı hayata bağlayacak olan maddi bir rahat değil, kendi kendini aşma, bütünleşmedir.
    Filozof papaz, Teilhard de Chardin'in ( 1881-1955) Avrupalıya tavsiyesi: Hristiyanlığa dönüş; daha geniş, daha şuurlu, daha ilmi bir Hristiyanlığa. Önce ruhun ölümsüzlüğüne inanmak gerek. İnsanlık bu inanç sayesinde zaferden zafere koşabildi; bu inancı kaybettiği gün, yeise düşecek, hiçbir gayret harcamayacaktır artık ve tekamül duracaktır.
    Böyle düşünen yalnız filozof mu! Tarihçi de karamsar: 'hayat geçici bir arıza ise, tekamülün ne manası var! Hayatın gelişmesi ölümsüz bir ruhun kanatlanmasına yol açmayacaksa, kabustan ne farkı kalır bu gelişmenin! ' (Grousset).
    Müsbet ilim, bütün insafsızlığı, bütün hissizliği ile haykırıyor: 'Dinozorlar, stegosefaller yok olmadılar mı! İnsan da onlar gibi silinip gidecek. Bize güneşlik eden küçük yıldız, aydınlatıcı ve ısıtıcı gücünü kaybedecek, yavaş yavaş. Yeryüzünde hayattan eser kalmayacak artık ve bu ölü gezegen sonsuz mesafelerde dönecek, dönecek. Keşifler, felsefeler, idealler, dinler...insanın ve insan-üstü'nün yarattığı medeniyetten en küçük bir nişane kalmayacak. Neandertal adamından hiç olmazsa birkaç kemik var; kendisinden sonra gelen insan, onları müzelerine taşımış. Bizden o kadar da kalmayacak.
    Çağdaş Avrupalı, ya ümitsizlik, ya iman, diyor. Başka yol yok. Zavallı büyücü çırağı, uyanışın biraz geç olmadı mı!
İdeolojiler Çağının Sonu mu!
    Batı'nın nice ünlü sosyologlarına göre, ideolojiler çağı sona ermek üzeredir. Yanlış. Sual şöyle vazedilmeli: içtimai tekamülün arzu edilen hedeflerini belli bir değerler sistemine dayanarak tayin eden düşünce sistemleri, günün birinde fertlerin ve toplumların hayatından silinecek mi! Hayır. Bu manada, ideolojinin nüfuz ve hakimiyeti günden güne artmaktadır.
    'Barış içinde birlikte yaşama' çağına girdik. Ama, büyük devletler arasındaki ihtilaflar ortadan kalkmadı. Bu çatışmalar ifadelerini ideolojilerde buluyor. Barış içinde birlikte yaşamak demek, ideolojilerin de barış içinde olması demek değildir. Yani sosyo-ekonomik yapıları ayrı devletler ve toplumlar arasında ideolojik ihtilaflar sürüp gidecek. Hiçbir devlet, kişiliğini kaybetmeden ideolojisini terk edemez. İdeoloji demek, bağlı bulunduğumuz sistemin ana vasıfları demektir. Barış içinde birlikte yaşama politikası, ideoloji savaşını hafifletmek şöyle dursun, alevlendirir. Klausewitz, savaş, devletin dış politikasını 'başka vasıtalar'la devam ettirir, diyordu. Bugün bu başka vasıta, silah değil ideolojidir.
    Mümkün olan tek savaş bu. Amacı insanların kafalarını ve gönüllerini fethetmek olan dünya çapında bir savaş. Kelimeler ve düşüncelerle savaşmak daha insani ama daha azgın, daha ciddi. Barış içinde bir arada yaşamanın ideolojiler planında manası, ideolojilerden herhangi birine boyun eğmek değil, diyalogu göze almaktır. Bu oyunun ilk kaidesi, tesamuh (tolerans). Kimseden, düşüncelerinin zaferi uğrunda savaşmaktan vazgeçmesi istenilemez. Ama daha gerçekçi, daha mütevazı bir talepde bulunulamaz mı! Tek hakikat benimkidir vehminden sıyrılmalı, düşmanın fikirlerini anlamaya çalışmalıyız. İdeolojiler savaşı böylece hakikat uğrunda bir savaş olabilir
Sosyalizmin Şer Çiçekleri Veya Mülkiyet Nedir!
    Geçen yüzyılın tanınmış bir iktisatçısı, Batı'nın en büyük dergilerinden birinde çağdaşlarını sosyalizme karşı savaşa çağırıyordu. Üstadı telaşlandıran masum bir kitapçıktı: Sainte-Beuve'ün Proudhon'u. Dehanın dehaya taviziydi bu, yazara göre. Şiirin Şer Çiçekleri'ne eğilen o büyük tecessüs, şimdi de sosyalizmin 'Şer Çiçekleri'ne uzanıyordu.1 Proudhon'u Baudelaire'e benzeterek küçültmeye çalışan zavallı iktisatçı, daha doğrusu zavallı 'burjuva' düşüncesi. Zira bir yazarın değil, bir sınıfın yargısıdır bu.
    Burjuvaziyi savunanları kendi silahlarıyla alteder' (K. Grün). '...Amacı, siyasi, devrimi iktisadi devrimle tamamlamaktır' (L.V. Stein). Mülkiyet Nedir, Fransız proletaryasının ilmî beyannamesidir' (K.Marx).
    Proudhon'la Marx'ı uzlaştırmak isteyen 'merkez dışıcı' sosyalizmler sık sık bu kitaba başvururlar. Mülkiyet Nedir, sosyalizm tarihinde yeni bir merhalenin, ilmi müşahede merhalesini başlangıcıdır.
    Felsefenin Sefaleti çoktan dilimize çevrildi. Türk okuyucusu Proudhon'u Marx'ı hicvinden tanımaktadır. Büyük talihsizlik. Proudhon'suz bir sosyalizm, hatta Proudhon'suz bir Batı düşüncesi tasavvur edilemez.
Asya Avrupa’ya Neler Borçlu
    Batı Avrupa’dan doğan sınai kapitalizm, bir asır içinde tüm dünyaya yayıldı. Dünyanın bütün ülkeleri ya Pazar oldu, ya hammadde kaynağı. Kapitalizm bütün dünyaya taştı. Dünyanın büyük kısmı onun nimetlerinden faydalanmak şöyle dursun parçalayıcı tesirlerine maruz kaldılar. Batının sınai hamlesi az gelişmiş ülkelerin zararına onları sefalete mahkum etmek suretiyle gelişebildi. Kapitalizm üç kıtayı sömürerek gelişir. Tanınmış bir Amerikan gazetecisi, Brooks ADAMS, endüstri devrimini doğrudan doğruya Hindistan’ın East İndian Company tarafından yağma edilişine bağlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder