2 Nisan 2012 Pazartesi

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yayınları, 2004, İstanbul
 
Yazar, kırk beş yaşında üstlendiği diplomatlık görevinin kendisini ‘’tipik’’ bir diplomata dönüştürmediğini, 20 yıllık (1934-1954) elçilik döneminde olaylara bakış açısında bağımsızlığını koruduğunu ve bireysel yargılarından ödün vermediğini anlatmaktadır. Diplomatlığının ‘’zorakiliği’’ bundandır. Avrupa’nın en çalkantılı yıllarının tanığı olarak kaleme aldığı anılarında olabildiğince objektif bir tarih resmi çizmeye çalışmıştır. Nazizmin yükselişinden Prens Süreyya-Şah Rıza Pehlevi’nin düğününe uzanan geniş bir yelpazede yer yer tarih, yer yer magazin bulunmaktadır.  
     Yakup Kadri’nin, Zoraki Diplomat ile yazdıkları, hayatının önemli bir bölümünü teşkil eden elçilik görevleri ile bu görevler öncesindeki hayatının kimi yerde çelişmesi kimi yerde mukayesesinin kendine has üslubuyla ifade edilmesidir. Bu nedenle diplomatlık günlerinden önceki yaşantısını, kitabının birçok yerinde kâh anekdotlarla kâh geçmişe gidiş gelişlerle bağlantı kurarak işlemiştir.
 
    1889 yılında Kahire’de doğan Yakup Kadri, adı 17nci yüzyıl sonlarında duyulmaya başlanan ünlü Karaosmanoğlu ailesindendir. Birçok değişik yerdeki okullarda tahsilini yapan Yakup Kadri, 1909 Mart ayında Fecr-i Ati topluluğunun ilk toplantısına katılır. Daha sonraki yıllarda muhtelif yerlerde yazdığı oyun ve öykülerini yayımlar.1915’te edebiyat ve felsefe öğretmenliğine başlar. Bu dönemlerde birçok yabancı yazarın etkisindedir.1916’dan sonra bireycilikten toplumculuğa döner. Savaş ve seferberlik konularını işler.
       Yazar, tüberküloz hastalığı nedeniyle 1916–1919 arasında İsviçre’de tedavi görür. Yurda dönüşünde İkdam’da köşe yazarlığına başlar ve 1921’de Kurtuluş Savaşının en zorlu günlerinde Ankara’ya çağrılır. Kurtuluş Hareketini görmek ve liderleriyle görüşme fırsatını bulması onun sosyal gerçekliğe geçişinde önemli bir etken olmuştur. 1923 yılında Milletvekili olarak Meclis’e giren Yakup Kadri 1926 yılında tedavi için tekrar İsviçre’ye gider. İsviçre’den yazdıklarını Türkiye’de yayımlatır.
    Yakup Kadri 1932 yılında dört arkadaşıyla KADRO dergisini çıkarır. İktisadi devletçilik ve sosyal siyaset ilkelerini savunan dergi üç yıl süren yayın hayatının ardından, yazarın 1934 yılında elçilik görevine atanması nedeniyle kapanır. Yakup Kadri bu arada Manisa milletvekilidir ve Kurtuluş Savaşı gözlemlerinden ve Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonu ile birlikte çalıştığı dönemden yararlanarak Yaban ve Ankara romanlarını yazar.
   1934 yılında uzun bir süre yurt dışında bulunurken, kulislerde, çıkardığı Kadro mecmuasında iktisadi siyaseti baltalayan ve hatta rejimin temellerini sarsan neşriyatta bulunduğu iddiaları dolaşmaktaydı. Daha önceki yanlış anlaşılmalar nedeniyle, Atatürk’ü üzmemek için mecmuayı kapatmak istediğinde, Gazi bunu kabul etmemiş, ancak yanlış anlaşılabilecek konulara ilişkin açıklama istemiştir.  
     Yazar, dergisindeki yazılarla Halk Partisi’nin prensiplerinin izah ve tefsirinden başka bir mana taşımadığını, oportünistlerden, bürokratlardan devşirme başıbozuk bir kalabalıkla bir inkılâp hareketinin yürütülemeyeceğini, kadrosuz bir inkılâpçı partinin asla bünyeleşemeyeceğini, devletçilik adı verilen ekonomik sistemin monopolculuk demek olmadığını, böyle yanlış bir fikirle işletilen kurumların, sırtını devlet nüfuzuna dayamış bir menfaatçi grubundan başka hiç kimsenin yüzünü güldürmeyeceğini, halkın omuzlarında gittikçe ağırlaşan bir yük olacağını ve kolektif kalkınma hareketine engel olacağını beyan ve iddia ediyordu.
     Sözün kısası Kadro küçük bir dergiydi ama iddiası büyüktü. İşbaşındaki resmi şahsiyetleri, derginin bu haddini bilmezliği sinirlendiriyordu. Bu durum da en çok Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekterini rahatsız ediyordu.
     Tiran’a atanma görevine ilişkin endişelerini, Atatürk’e iki hususta ifade eder. Birinci olarak ileri sürdüğü sağlık problemlerini, Ata kendisine istediği zaman İtalya’ya gidebileceğini belirterek çözümler. İkinci olarak, o ana kadar devlet hizmetinde çalışmaması nedeniyle, Hükümetin idari mekanizması ve diplomasi mesleğinin protokol gereklerine ayak uydurma hususlarındaki endişelerini beyan eder. Ancak, Atatürk kendisi başta olmak üzere, üniformasını çıkartan İsmet İnönü’nün Lozan’daki diplomatik başarılarını, kadın doktorluğundan gelen Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’in durumunu örnek göstererek kendisini rahatlatır.
     Daha sonra, yazar, ülke dışına gönderilişinin bir ceza değil Atatürk’e mahsus ince taktiklerden de biri olduğunu, bu suretle hem muarızlarını tatmin ve teskin edici bir şekilde, hem de haysiyet ve izzetinefisi kırılmadan ve hakkında birtakım vecri işlemlere meydan vermeden kendiliğinden çözülmüş olduğunu değerlendirir.  
     Atatürk, siyasi arenada sorun yaratabilecek buna benzer birçok huzursuzluğu derhal bertaraf edebilecek zekâ ve iradeye sahip olduğunu defalarca kanıtlamıştı.
     Yazar, başına gelenlerin izahında da politikanın satranç tahtası üstünde sadece bir Piyade olarak ne mat edilmeğe değer olduğunu, ne de başlıca bir rolü olabileceğini değerlendirir. Bu nedenle, hünerli satranç ustası onu bir ileri sürmüş ve geri çekmiş ve sonunda Fil’e esir vermekte hiçbir zarar görmemişti.
     Politikanın satranç tahtası üstünde Aziz Atatürk’ün eliyle kımıldayan bir Piyade olmak yazar için büyük şerefti. Ancak, o günden itibaren artık büsbütün başka satranççıların ve satranç tahtalarının malı olduğunu ve yıllar yılı, onların hoyrat ellerinde, bir dördüzlüden diğer bir dördüzlüye sürçüle sürçüle aşınıp gitmeye mahkûm kalacağını düşünmüştür.  
     Yakup Kadri önce Tiran elçiliği (1934) yapar. Bunu Prag (1935), La Haye (1939), Bern (1942) izler. Tahran elçiliğinden (1949-1951) sonra tekrar Bern’e (1951) atanır. Bu görevde 3 yıl bulunduktan sonra emekli olur. Elçilik göreviyle yurt dışında bulunduğu dönemde daha çok monografi (Atatürk) ve anılarını Zoraki Diplomat ve Anamın Kitabı ile kaleme alır.
     Yazar, Zoraki Diplomat ile 20 yıllık diplomatlık görevleri esmasında, bulunduğu ülkelerin o dönemdeki sıcak gelişmelerini, gerek diplomatik temaslarında gerekse kişisel gözlem ve ilişkilerinde tespit ettiği olaylarla iç içe dillendirerek aktarır. Böyle bir tarzı seçmesinin sebebini, yazdıklarının sıkıcı bir kronoloji arşivi olmasını istememesi olarak ifade eder.
     Kitabında, yer yer diplomatların kendilerine has dünyalarını alaycı bir dille eleştirirken, etrafında olup bitenlere karşı sahip oldukları gamsızlığı şiddetle eleştirir.
     Avrupa’nın hasta adam olarak gördüğü Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları arasından bir özgürlük ateşi ile birlikte ortaya çıkan yeni Türkiye, yüzyıllardır, nice emek ve kuvvet sarfıyla, nice hilelere başvurularak Türk Milleti aleyhine kurulmuş olan devletlerarası bir komployu sona erdirmişti.
     O zaman, gerek dışarıdaki, gerek içerideki diplomatlar, bu kıssadan lazım gelen hisseyi çıkaramamışlar, Avrupa diplomasisinin kutuplarından biri Lord Curzon, Lozan Konferansında İsmet Paşa’ya şöyle bir ihtarda bulunmuştu : ‘’Kapitülasyonları kaldırmak istiyorsunuz; fakat hiç düşünmüyorsunuz ki, adli ve mali teminatsız bir Türkiye’ye tek santim yabancı sermayesi girmez. O vakit haliniz nice olur ?’’
     O sıralarda, böyle düşünenler yalnız İngiliz Lord’larından ibaret değildi. Babı-Ali döküntüsü bir alay Türk diplomatıyla devlet adamlarının fikri de bu merkezde idi. İmtiyazlı yabancı bankaların tefeciliğinden ve Düyunu Umumiye’nin kontrolünden kopup sıyrılmış bir Türkiye, yıllarca süren harplerden, ihtilallerden arta kalmış harap ve perişan bir memleketti. Halkı açtı, çıplaktı ve imdadına yetişebilecek bütün kaynaklar kurumuştu.
     Avrupalı diplomatlara, eski yarı sömürge imparatorluğun paytahtı, İstanbul, işte bunun içindir ki, uzun müddet, yeni devletin derme çatma hükümet merkezi Ankara’dan daha muhkem görünmüş ve her biri, Beyoğlu’ndaki saraylarının penceresinden, karşı yakanın tepeleri ötesinde geçen hadiselere bir komedya seyreder gibi gülümseyerek bakıp durmuştu. Onlara göre, Ankara bu komedyanın hemen çökmeğe mahkûm salaştan bir sanosu idi ve Büyük Millet Meclisi çöl ortasında bir parlamento kadar manasızdı.
     Diplomatların içlerinde, yeni iktidar müesseselerini yakından gidip görenler bunu hiçe saymaktan kurtulamıyor; hatta daha kötümser bir intibaa kapılıyordu. Böylece zamanlar geçmişti. Hiçbiri, o derme çatma devlet dekorunun ardında şuuru uyanmış, iradesi şahlanmış bir millet bulunduğunu görememişti.
    Diplomatlar, daima babadan kalma his ve kanaatlerinin esiriydiler. Kötü bildiklerini hep kötü görmeye devam ettikleri gibi, iyi bellediklerine de herhangi bir kötülüğü kondurmak ellerinden gelmezdi.
    Mesela, onlara göre, Türkiye ne yapsa batmaya mahkumdur ama herhangi bir Hıristiyan Avrupa ülkesi haritadan silinemez. Zira bunun kültürü vardır, medeniyeti vardır veya ekonomik seviyesi yüksektir.
    Nitekim 1938’de Çekler, Prag’daki elçilere, hatta Alman elçisine dayanıklı bir millet olarak görünüyordu ve bir Alman saldırısı karşısında mutlaka silaha sarılacaklardı. Öyle ya, harp endüstrisi o kadar ileri, ordusu o kadar teçhizatlı, zengin, medeni bir Avrupalı millet, nasıl olurdu da, kanının son damlasına kadar çarpışmadan, Asya’nın herhangi bir geri halk camiası gibi esirlik zincirine sessizce boyun uzatabilirdi? Batı diplomasisi, buna asla ihtimal vermiyordu.
    İkinci Dünya Harbi patlayıp, nice irili ufaklı zengin ve medeni milletler, birbiri ardı sıra sömürge haline girerken de Batılı diplomatlar, hala, nasıl olur? nasıl oldu? demekte ve bu hadiseleri hesaba kitaba sığmaz birer katastrof telakki etmekte idiler. Hitler, zaferlerinin çoğunu, her şeyden önce, karşı taraf siyasetine hakim olan bu zihniyet ve bu ruh hali sayesinde kazanmıştır. Günün birinde Moskof emperyalistliği de aynı zihniyetten, aynı ruh halinden faydalanarak dünyanın geri kalan parçasını yutmak imkanı bulabilirdi.
    Diğer taraftan yazar, diplomatik kariyeri boyunca görevlendirildiği her elçilikte kendisini büyük bir konağın kâhyalığını yapan bir kapıkulundan farklı görmemiştir. Çünkü daha ilk gününden itibaren zamanının dörtte üçünü hep bu elçiliklerin idare masraflarını kontrol etmekle ve sarf evraklarını imzalamakla harcamıştır. 
    Yakup Kadri’ye göre, hemen bütün devlet memurlarının yarı ömrü bu gibi kırtasiyeci angaryalar içinde geçer, ama hiç değilse ömürlerinin diğer yarısı kendilerinindir ve ailesiyle birlikte yaşayabilir. Hâlbuki bir elçi için bu kadarcık bir serbestlik veya nefes alma imkânı bile yoktur. Devletin malı olan resmi bir binada, geceki gündüzlü resmi ve kırtasiyeci bir hayat sürmek zorundadır. Kullandığı tüm eşya demirbaş olarak onlara emanettir ve herhangi bir ziyana uğramamaları için üstlerine titremek gerekir. Hele bir de kendisi gibi sorumluluk duygusu titizlik derecesine çıkmış bir elçinin hali hiç de iyi değildir.
     Bundan başka, elçilik binalarının tamire muhtaç yerleri olur. Ya tavanları akmakta, ya kaloriferleri yanmamakta, ya da duvar sıvaları dökülmektedir. Elçi durumu Bakanlığa bildirir, sayfalarca yazı, keşifler hazırlar, telaşlı telgraflar çeker ama haftalarca cevap alamaz. Bir cevap gelse bile yüzde seksen menfidir. Zamanında küçük bir parayla onarılacak bir yer daha sonra çok daha fazla masraflara yol açabilecek duruma gelecektir. Hatta görev yaptığı Tahran Elçilik binasının çökme tehlikesi İran makamlarının şikâyetlerine neden olmuştur.
     İyi bir diplomat, ziyaretlerde, lokmalar birbiri ardınca boğazına dizilirken, sağıyla soluyla, karşısıyla nefes almadan konuşması lazım gelen bir adamdır. Bu adam, kâh sağına dönüp oldukça çirkin bir bayana güzelliğinden, kâh soluna dönüp pek fena giyinmiş diğer bir bayana zarifliğinden ve kazara ev sahibinin yanına düşmüşse yediği yemeklerin nefisliğinden bahsedecek, tam o esnada karşısındaki zat ona bir şey sorduğunda kulağını tetikte tutup hemen bir cevap yetiştirecektir. Hem öylesine bir cevap ki, mutlaka bir bilmeceyi andırması ve ne evet ne de hayır manasına gelmemesi icap eder. Zira diplomatik bir toplulukta gerçeği söylemekten daha ağır nadanlık olamaz. Herhangi bir olay ya da mesele hakkında tam bir kanaat sahibi görünmek ise kabalığın ta kendisidir.
     Zaten, elçi cenaplarının şahsi bir kanaat taşıması kendi hükümetince de pek makbul sayılmaz. Böyleleri,  ergeç, ya merkeze alınmak, ya sesinin işitilemeyeceği kadar uzak bir yere gönderilmek, ya da sadece azil edilmek suretiyle ortadan kaybolur.
     Çekirdekten yetişme diplomat, kendinden evvelki üstatların döküp geleceklere miras bıraktığı müşahede ve mütalaa klişelerine göre siyasi hadiseleri görür ve bu hadiselerin geçen yüzyılda nasıl meydana gelmiş, ne gibi gelişmeleri takip etmiş ve ne neticeler doğurmuşsa, bu yüzyılda da aynısının gerçekleşeceğine inanır. Ona göre bunun aksi tarzda düşünmek, yani her hadiseyi tek başına alıp tahlil ve tefsire kalkışmak ya siyasi tarihi okumamış cahillerin ya da diplomatik görenekten mahrum fantezistlerin işidir.
     Bu nedenle, kariyerden yetişmemiş elçiler, gerek kordiplomatik çevrelerinde, gerek temsil ettikleri hükümetin Dış İşleri Bakanlığında daima bir üvey kardeş veya sığıntı bir akraba muamelesi görürler. Bunların sözleri, çok defa bıyık altından gülümsenerek dinlenir, tavır ve hareketlerine hayretle bakılır, gönderdikleri raporlar eğer okunursa şüphe ve tereddütle okunur.
    Yakup Kadri, diplomatların ne polemik ne de propaganda ajanları olmadığını, bir diplomatın tek vazifesinin devletler arasındaki anlaşmazlıkları pazarlık ve uzlaşma yoluyla kaldırma olarak ifade eder.
    Yazarın uzun kariyeri boyunca, memlekete geldiğinde görevli bulunduğu ülkenin durumuna ilişkin olarak, Bakanlığın yüksek çevrelerinde kendisinden bilgi isteyen olmamıştır. Zira kendisi, edebiyattan, gazetecilikten ve politikadan gelme bir adamdı, diplomasiden anlamazdı, söyleyecekleri ya bir his, ya bir hayal eseri veya şahsi fikirlere dayalı birtakım hükümler olabilirdi.
    Nitekim 1940 yılının Mayıs ayında, Hollanda, Belçika ve Fransa’nın birbiri ardı sıra yıkılıp çöküşlerinin en yakın şahidi olduktan ve haftalarca Nazi zorbalığının cevrini çektikten sonra, Berlin’in zafer çanları çalarken Almanya üzerinden yurda döndüğünde, müttefikimiz İngiltere’nin yenilmeyeceği konusundaki inancını dile getiren Yakup Kadri’yi sadece İsmet İnönü ve Refik Saydam ciddiye almışlardı.
    Yakup Kadri’ye göre; Avrupa’nın burnu dibindeki kurulan Arnavutluk Krallığı, iç idareyi keyfiliğe, zorbalığa; dış politikayı ecnebi köleliğine bağlayan bir hükümet sistemini, Yıldız Sarayı ile Babı-Ali’den bulup çıkarmıştı. Üstünde hüküm sürdüğü halkın fukara çocukları kendilerine can ve gönülden yapılmak istenen ihsanı ellerinin tersiyle iterken bu devlet, bir avucunu Doğu komşusuna, öbür avucunu Batı komşusuna açarak durmadan para dilenmek zilletini Osmanlı’dan öğrenmişti. Milletin tortusu, bir vakitler Osmanlı’da olduğu gibi, burada da suyun yüzüne çıkmış bulunuyordu. Asıl cevher, yurdun halis evlatları, o, yürekleri, beyaz mintanları kadar lekesiz köylüler; o elleri, yüzleri tertemiz altınbaşlı çocuklar, gene bir vakitler bizde olduğu gibi, bu bulanık köpüğün altında görülmez hale girmişti.
    Arnavutluk Kralı Zog, her şeye rağmen, memleketinin ölçülerine göre bir ‘nizam’ adamı idi. Arnavutluk’un istiklalinden beri sürüp giden anarşi devrini kapatmış; bunu, az çok hukuki ve meşruti temeller üstüne oturtmuş; mektepler açmış ve bunların hepsinden daha zorlu bir işi başarmıştı : ‘Asayiş’. 
    Ancak, diğer taraftan Abdülhamit sarayının eski silahşörlerinden bir Arnavut mebusu Yakup Kadri’ye: ‘’Bizim aramızda satılık olmayan tek kişi yoktur. Kimimiz Sırp uşağıyız, kimimiz İtalyan kölesi. Hangi taraf fazla verirse oraya kapılanırız. Ama  müzayede dönemi bitti artık. Şimdi, kralımızdan candarma çavuşuna kadar hepimiz ‘makarnacıların’ emrindeyiz. ‘’ diyebiliyordu.
    Yazara göre Tiran, kendisinin bulunduğu sırada, milletler arası politikanın en elverişli ‘‘rasathanesiydi’’. Arnavutluk ülkesinin değişik sosyal katmanları ile ilişkilerini Osmanlı tarihinin gerçekleri ile birlikte değerlendiren Yakup Kadri, bu ülkedeki Osmanlı etkilerinin ve tarihi bağların farklı kutuplardaki yorumlarına ait çarpıcı saptamalar yapar.
    Yakup Kadri, yabancı sıfatıyla da olsa, bir memleket halkının felaketini yakından ve içinden görmenin verdiği hislerle, bu halka karşı bir nevi dostluk ve akrabalık hisseder. Bu duyguları, daha sonra, Çekoslovakya ve Hollanda’da da yaşar. 
    Yazarın Prag’a gittiği tarihlerde Küçük Antlaşma denilen Orta Avrupa savunma sisteminde ilk ‘’kriz’’ işaretleri, ilk çatlaklar belirmeğe başlamıştır. Buna karşı henüz üç yaşına basan Nazi Almanyası ise gittikçe gürbüzleşmekte ve gelişmekte idi. Küçük Antlaşmanın başlıca dayanağı Yugoslavya, çoktan, bu taze kudretin cazibesine kapılmış; gizliden gizliye onunla flört etme fırsatını kollar gibidir. Özellikle Hitler’in çok iyi hazırlanmış propaganda faaliyetleri Yugoslavya ve Çekoslovakya üzerinde etkili olabiliyordu.
    Diplomatlar, Çekoslovakya’nın içerisinde bulunduğu tarihi ve politik bağların havasına kendilerine öyle bir kaptırmışlardır ki, Almanya’nın bu ülkeye saldırmasını imkânsız görüyorlardı. Çek Hükümeti, Alman azınlığın kültürel imtiyazlarını, eski Osmanlıların bile aklına sığmayacak kadar genişletmişlerdi.
    Hitler, o zamanların ölçülerine göre, dahi, belki çılgının biriydi. Lakin her nasılsa, Çekoslovakya’nın içyüzünü nice akıllılardan daha iyi görüyordu ve bütün harp potansiyelinin S saatinde bir şeye yaramayacağını biliyordu. Zira bunların arkasındaki milletin birlikten ve savaş şevkinden ne kadar mahrum olduğunu anlamıştı. Beşinci kol, ülkenin her tarafına çoktan dal budak sarmıştı. Prag’da nice güzel yüzlü, babacan ve hovarda görünümlü Alman tüccar, bavullarının dibinde para ve hesap defterleri yerine askeri üniformalarını gizliyorlardı.
    Çekoslovakya, herhangi bir Alman saldırısına uğrasa bile, Fransa ve Rusya’nın mutlaka imdadına yetişeceğini umuyordu. Fakat dost bildiği ülkelerin, kendilerini eli kolu bir kurbanlık gibi düşmana teslim edeceklerini hiç aklından geçirmiyordu.
    Hitler’in Çekoslovakya’yı hiçbir direnişle karşılaşmadan işgal etmeye başladığında bile, hala mükemmel şekilde donatılmış güçlü bir ordusu vardı. Ancak, bu orduya yürü emrini verecek kimseler kalmamıştı. Nitekim ülkelerini işgal eden Alman ordusunun halini gördüklerinde, çok daha iyi durumdaki ordularının kullanılmaması için duydukları pişmanlık için çok geç olacaktı.
    Yüzlerce yıllık bir medeniyet ve kültür geleneklerine rağmen ülkenin bütün manevi ve ahlaki değerleri iflas etmişti. Düzme pasaportlarla milliyet değiştiren erkeklerin, anlaşmalı evliliklerle soyadını değiştiren veya çok ucuza fuhuşa itilen kadınların yer aldığı, şantaj, iftira ve casusluğun aile içinde bile yaygınlaştığı ve herkesin birbirini komünist dostluğu veya Alman düşmanlığı ile lekelemeğe çalıştığı bir ülkenin kaderi elbette başka birilerinin elinde oyuncak olacaktı.
    Yakup Kadri’nin aynı sıcak ortamın devam ettiği Hollanda’daki izlenimleri de dikkat çekicidir. İzlediği tarafsızlık politikası, iki ateş arasında kalmış bu ülkenin Birinci Dünya Savaşı’nda yakasını kurtardığı gibi kesesini de doldurmasını sağlamıştı.
    Aynı politikayı uygulamakla birlikte her türlü saldırıya karşı hazır olmayı ihmal etmeyen Hollanda’nın ne Almanlara karşı fazla bir düşmanlığı ne de İngilizlere karşı fazla bir dostluğu vardı. Tarafsızlık, bir politika değil adeta bir ruh hali, bir mezhep haline gelmişti. Yüzelli yıllık tarafsızlık politikası veya bunu doğuran gelenekler, birçok Avrupa ülkesi gibi Hollanda’yı da, burnunun dibine kadar sokulmuş Dünya Savaşı önünde bir egoistlik perdesinin arkasına düşürüyordu.
    En kötümser diplomatlar bile, Hollanda’nın Alman ordularınca çiğnenip geçilmesi şöyle dursun, Batı cephesinde ciddi bir harekete bile ihtimal vermiyorlardı. Böylesine kendinden ve düşmandan emin ve hazırlıksız durumdaki Hollanda’nın kaderi de Çekoslovakya’dan pek farklı olmayacaktı.
    İkinci Dünya Harbi’nin bu sıcak gelişmeleri esnasında, Türkiye’de adeta savaşa girilmiş kadar hararetli ve zor günler yaşanıyor, savaşın hangi tarafında ve nasıl durulması konusundaki düşünceler kamuoyunu ve politik arenayı oldukça etkiliyordu. Tabii bu etkilerin içerisinde, başta Almanlar olmak üzere, savaşın değişik cephelerde açılması konusunda güçlü devletlerin açıktan veya gizlice yaptıkları baskı ve telkinler önemli yer tutuyordu.
    O dönemde tarafsız kalmada direnen Türkiye ve İsviçre’nin durum benzerlikleri, sadece politikalarında değil, aynı zamanda giderek daha fazla maruz kaldıkları Rus baskısında da kendini gösteriyordu.
    Yakup Kadri’nin sağlık problemleri için daha önce de bulunduğu İsviçre’deki elçilik dönemi de oldukça sıcak gelişmelerin ortasında geçmiştir.
    Tarafsızlığın adeta bir mezhep haline geldiği İsviçre’yi, Alman saldırılarından koruyan sadece tarafsızlığı değil, Alman Genelkurmay karargâhının fikir anlaşmazlıkları, ülkenin dağların içerisinde uzun ve çetin bir gerilla harbi gerektirecek şekilde hazırlanmış savunma tertipleri, İsviçre Milli Bankasındaki Alman endüstrilerinin mevduatlarının riske girecek olması ve Alman endüstrisinin ihtiyaç duyduğu elektrik enerjisini kontrol eden ekonomik yaptırımlardır.
    Yakup Kadri’nin Tahran Büyükelçiliğine atandığı dönemde, İran Hükümeti, içeride ve dışarıda tam manasıyla bir İslam politikası izliyordu. Büyük Rıza Şah’ın laiklik prensipleri yavaşça kaldırılıyordu.
    Yobazlığın kana susamış kara sakallı, kara sarıklı zebanileri ve emrindeki insan yığınları, Rıza Pehlevi’den kalan canlı cansız ne varsa yok etmek için her şeyi yapıyorlardı.
    Rıza Pehlevi, sadece laiklik konusunda değil, Rusya ve İngiltere başta olmak üzere birçok devletin ülkesindeki kirli emellerine karşı izlediği usta siyasette de önemli mücadelelere imza atmıştı. Ancak, doğrudan bu engeli aşamayan İngiltere, Abadan’da sömürdüğü petrol kuyularıyla; Rusya, Azerbaycan’da kurduğu Tudeh Teşkilatı hücreleriyle; sahneye yeni çıkan Amerika ise anlayışsız ve anlaşılmaz politikasıyla bu ülkeyi can evinden sarsıp hırpalamakta idiler. Diğer taraftan, gerici akımların güçlendirilip sömürgeci emellere alet edilmesi hiç de zor olmuyordu.
    Bu bakımdan denilebilir ki; dünyada ilk defa olarak komünizm ile kapitalizm burayı her iki taraf aksi istikamette yürüyerek- bir avlanma yeri haline sokmuştu.
    Fakat, burada daha da belirginleşen bir güç mekanizması vardı ki, petrol şirketlerinin oluşturduğu bu güç, adını taşıdıkları devletlerin dış politikasına kafa tutacak bağımsız kudretinden, kendilerine mahsus sermaye ve girişim güçlerinden, hissedarlarının genellikle banka ve borsa aleminin yüksek sınıfında yer almalarından ve tabii ki uluslar arası mahiyetlerinden kaynaklanmaktaydı.  
    İran coğrafyasındaki, Doğu ve Batı’nın tarihsel mücadelesi ile birlikte, Fars, Türk ve Arap kimliklerinin analizini ve bunların birbirleriyle ilişkilerini de ortaya koyan Yakup Kadri’ye, Doğu ile Batı’yı ayıran uçurum hiçbir zaman Tahran’da geçirdiği iki yıldan sonraki kadar derin gözükmemiştir.
    Tahran’dan sonra tekrar Bern’e atanması nedeniyle hayal kırıklığına uğrayan yazar, bu dönemden itibaren diplomatlık kariyerine ilişkin tecrübe ve değerlendirmelerini bir araya getirmeye başlar.
    Yakup kadri Karaosmanoğlu, diplomatlığındaki zoraki kelimesini, bu işe isteksiz girip benimsemesi olarak açıklar. Yirmi yıllık diplomatlık kariyeri boyunca dünyayı, hep o alemin ötesinden ve bu şartların dışından görmeğe çalıştığını ifade eder.
    Bu anlayış içerisinde, kitabının son bölümünde, dünyanın sosyal, politik ve ekonomik analizlerini çeşitli eksenler etrafında yapan Yakup Kadri, İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında yapılan antlaşmaları ve paylaşımları, hep yüksek diplomasinin devlet ve siyaset adamlarına ve zaferin kahramanlarına akıl hocalığının korkunç ve kanlı neticeleri olarak değerlendirir.
   Yakup Kadri’ye göre işin en facialı tarafı, bu acı tecrübelerden sonra bütün gerçek barış yolcularına hala aynı sakat metotlarla aynı zihniyetin rehberlik etmesidir.     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder